Büyük usta Carpenter, 2010 yılı mahsulü The Ward ile nihayet aramızda. Arada Masters of Horror için çektiği iki kısayı saymazsak büyük ustanın elinden çıkma en son iş olarak 2001 tarihli Ghosts of Mars’ı izlemiştik. Dile kolay tam dokuz yıl geçmiş aradan.

blankİstanbul Film Festivali sağolsun, bu heyecanla beklenen geri dönüşü tez zamanda sinemada izleme şansını bizlere sağladı. Filmi 17 Nisan Pazar günü 19:00 seansında Atlas’ta izledim. Salon pek dolu değildi. Fuayede kulak kabartabildiğim kadarıyla, gelenlerin büyük kısmı Carpenter’ın geri dönüşünden ziyade, herhangi bir korku filmi olması dolayısıyla bilet almış gibiydi. Arka sırada oturan ablaların bol hışırtılı ambalajlardan katır kutur sesler çıkararak yedikleri cips ve bisküvilerin dayanılmaz seslerini yok sayma gayretiyle filmi izlemeye başladım.

The Ward, 1926 yılında kurulmuş North Bend Psychiatric Hospital isimli bir akıl hastanesinin görüntüleri ile açılır. Hemen akabinde olayların 1966 yılında geçtiği bilgisi verilir. (Şimdi burada siyasi liderlerimizden birinin yaptığı gibi birtakım numerolojik numaralar çekmenin tam zamanı ama hiç havamda değilim sanki.) Kristen (Amber Heard), hedefine kitlenmiş bir şekilde ormanlık arazide koşmaktadır. Polis anonslarından anladığımız kadarıyla ya polisin elinden, ya da bir akıl hastanesinden kaçmıştır.

Kristen gözlerden ırak terkedilmiş gibi duran bir çiftlik evine gelir ve evi ateşe verir. Ev güzel güzel yanarken sinsice yaklaşan polisler, genç kızı yakalar. Kristen, filmin başında gördüğümüz akıl hastanesine kapatılır. Hatta hastanedeki en azılı hastaların bulunduğu “The Ward” olarak zikredilen özel bir koğuşa alınır. Burada kendisinden başka Iris, Emily, Sarah ve Zoey isimli dört kişi daha tedavi görmektedir. Kristen’e Tammy’nin eski odası verilir. Tammy isimli hasta, Kristen’in hastaneye gelmesinden kısa bir süre önce gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştur. Koğuştaki diğer kızlar, Tammy’yi koğuşun eski müdavimlerinden Alice’in öldürdüğünden şüphelenmektedir ama kimse Alice hakkında bilgi vermeye yanaşmaz. Alice Hudson, hastane yetkililerinden kaçmayı başararak hastanenin izbe köşelerinde saklanan ve koğuştaki eski arkadaşlarından birer birer intikam almaya çalışan tehlikeli bir hasta mı, yoksa hastanenin koridorlarında gezinen intikamcı bir hayalet midir? Kristen, hayatı pahasına da olsa bu gizemi çözmeye kararlıdır.

blank

Her şeyden önce The Ward’un Carpenter filmografisinde öne çıkan yapımlardan biri olamayacağının aşikar olduğunu söylemeliyim. Dijital efektlere boğulmuş güya modern çağın gereği olan kaygılardan uzak kalması, altmışlarda geçen bir hikayeyi anlatan seksenlerde çekilmiş bir film hissi yaratması ve her şeyden önemlisi Carpenter gibi bir ustanın korku sinemasına geri dönüşünü imlemesi adına önemsediğim bir film oldu. The Ward, yer yer slasher tadı veren sahnelerle desteklense bile uzunca bir süre daha çok uzakdoğu korku sinemasından aşina olduğumuz intikamcı hayalet filmlerine kayan bir yörüngeye oturuyor ama finaldeki sürpriz (twist) ile daha ayakları yere basan platforma inmesini de biliyor. Sinematografik manada sorunsuz bir görüntü çiziyor. En zayıf olduğu nokta ise senaryosu. Seyir zevkini kaçırmamak adına bahsetmek istemediğim finaldeki sürpriz, The Ward’un en büyük kozu ama maalesef bu tahmin etmesi pek de zor olmayan bir sürpriz. Daha önce temelini bunun üzerine kurarak çekilmiş en az bir iki örnek, en sıradan sinema seyircisinin bile aklına hiç zorlanmadan gelecektir. The Ward bu manada bir parça hayal kırıklığı yaratabilir.

blank

The Ward sonrası verdiği röportajlardan birinde Carpenter filmini şu şekilde tarif ediyor: “It’s a psychological thriller, in a way. It closely resembles a ghost story and a horror film. Amber Heard plays a young runaway who we discover, early in the film, setting fire to an old farmhouse. She’s taken to a mental institution and has no idea why she’s there, and the movie revolves around that question.” Kabaca çevirecek olursak; “Bir bakıma bu bir psikolojik gerilim filmi. Adeta bir hayalet hikayesini ve bir korku filmini andırıyor. Amber Heard, filmin başlarında eski bir çiftlik evini yaktığını öğrendiğimiz genç bir kaçağı canlandırıyor. Bir akıl hastanesine kapatılır ve neden orada tutulduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktur ve film bu sorunun çözülmesi hakkındadır.”

blankCarpenter’ın söylediklerine katılmamak mümkün değil. The Ward’u samimi bir dille özetlemiş. Yalnız uzakdoğu hayalet filmlerini “andırdığı” kısımlarda uyguladığı ani ses ve görüntü patlamalarına odaklanan korkutma efektlerinin biraz eskidiğini düşünmeme rağmen, birçok kişiyi yerinden zıplattığını itiraf etmeliyim.

Müzikler için ayrı bir paragraf açmam şart. Daha çok Argento önderliğinde ses getiren (ya da bilinen diyelim) İtalyan korku sinemasından aşina olduğumuz, kalite seviyesi zirvelerde gezinen müzikleri fazlasıyla öne çıkıyor. Mark Kilian imzalı müzikler için filme artı bir not vermek kaçınılmaz.

Sonsöz: Benim gibi iflah olmaz Carpenter hayranları zaten filmi ne yapıp ne edip izleyeceklerdir. Benim ekleyebileceğim tek şey şu; The Ward, bundan sonrası için korku filmleri çekmeye devam etmesini umduğum Carpenter’dan göreceklerimizin kaba bir eskizi gibi ve bu eskiz açıkçası hiç fena durmuyor.

Öteki Sinema için yazan Murat Kızılca

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Amber Heard’ın oyunculuğu rahatsız edici derecede kötüydü. Muhtemelen o yüzden filme de ısınamadım. Bence hayalkırıklığı bir film. Müzik kısmına katılıyorum. Sadece müziklerini sevdim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

La casa dell’orco / The Ogre (1988)

La casa dell’orco, Lamberto Bava hayranlarını bile hayal kırıklığına uğratan

Livide (2011)

Suspiria’nın yoğun etkisinde kalmış, canlı bir kâbus olarak nitelenebilecek Livide,