Şeytana uyma yoksa kanarsın! Sakın aldanma yoksa yanarsın!
İKSV tarafından 14. kez düzenlenen Filmekimi’nde ilk hafta sonunu tamamladık. 3 Ekim Cumartesi akşamı, “Filmekimi’nin Öteki Filmleri” başlığı altında bir araya getirdiğim favorilerden ikisini izleme şansına sahip olduk. Mekân olarak Kadıköy Rexx sinemasını seçip önce 19.00 seansında Yorgos Lanthimos’un The Lobster’ını izledik, hemen arkasından gelen 21.30 seansında sıra, merakla beklediğimiz filmdeydi: The Witch. Her iki seansta da salon tamamen doluydu. (Ah bir de gösterim boyunca cep telefonlarını kurcalayanlar olmasa her şey şahane olacak ama…) Bu iki gösterime bakarak Anadolu yakasının Filmekimi’ni yalnız bırakmadığını, aksine sıkı sıkıya kucakladığını söyleyerek filme geçelim.
1630’lu yıllarda New England’da geçen The Witch, bağlı olduğu koloniden kovulan bir çiftçinin hikâyesini anlatıyor. Ailesini de yanına alan çiftçi, cadılar tarafından kontrol edildiği söylenen uğursuz bir ormanın kıyısındaki ücra alana yerleşmek zorunda kalır. Çok geçmeden garip ve sarsıcı olaylar birbirini kovalar; hayvanlar vahşileşir, hasat helak olur ve en kötüsü çiftçinin çocuklarından biri kaybolur. Şüphe ve paranoya tırmandıkça, herkesin dikkati ailenin ergen kızı Thomasin’e yönelir. Cadılıkla suçlanan genç kız, bütün iddiaları reddeder. Şartlar gittikçe tehlikeli bir hal aldığında, ailenin her bireyinin inancı, sadakati ve sevgisi şok edici ve unutulmaz şekillerde test edilir.
Geçtiğimiz Ocak ayında Sundance Film Festivali’nde galasını yapan ve aynı festivalden en iyi yönetmen ödülüyle dönen The Witch, 17. yüzyılda geçen bir cadılık öyküsü anlatıyor. Bu sene içerisinde izlediğimiz en iyi korku fragmanlarından birine sahip olan film, haliyle korku severleri de bir hayli heyecanlandırıyor.
Robert Eggers tarafından yazılıp yönetilen filme iki ayrı açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak filmin merkezindeki aileye yakından bakmak gerekiyor. İnancını her şeyin önüne koyan ebeveynlerin baskısı altındaki ailenin her bir bireyinin, şartlar gereği(!) inançlarıyla tezat davranış ve tutumlar sergilemesi filmde önemli bir yer tutuyor ve belki de diğer her şeyin önüne geçiyor. İkinci kısımda ise korku severleri daha çok ilgilendirdiğini düşündüğüm doğaüstü öğelere de yakından bakmak lazım. Doğaüstü öğelerin devreye girmesinin gecikmesi gibi hassas detaylar, filmle ilgili beklentilerin düzeyini ayarlamakta yardımcı olabilir.
*** Yazının bundan sonrası eser miktarda sürprizbozan (spoiler) barındırır. ***
1.) Şeytana uyma yoksa kanarsın!
William ve Katherine, memleketleri İngiltere’yi geride bırakıp yeni kıtaya gelmiş ve tam olarak bütün ayrıntılarını bilmesek de muhakkak ki yeni umutların peşine düşmüştür. Beş çocuklarıyla beraber bir koloniye yerleşirler. William, koloniyi tahakkümü altında bulunduran kiliseyle (ve kilisenin yöneticileriyle) inanç konusunda fikir ayrılığına düşer. Görülen mahkemede geri adım atmayan William, ailesiyle birlikte koloniden kovulur. Bir at arabasına sığan eşyalarını yanına alarak toplu yerleşim birimini (koloniyi) terk eden William ve ailesi, tekinsiz olduğu cümle aralarına saklanan kelimelerle ifade edilen ormanın hemen kenarındaki boş araziye yerleşir.
Buraya kadar olan kısımda güç odaklarıyla (kiliseyle ya da kilisenin yöneticileriyle) çatışmaya giren William, koloniden kovulur ve ailesini de yanına alarak yerleştiği boş arazide bağımsızlığını ilan eder. Fakat güç çatışmaları burada da sona ermez. William’ın mutlak hâkimiyeti altındaki aileye mensup bireyler arasında süregiden ufak çapta çatışmaların yanı sıra William’ın hükümranlığını sürdürmek için ailesini her daim baskı altında tuttuğunu görürüz. Yani aslında William’ın, tartıştığı kilise yöneticilerinden hiçbir farkı yoktur. Nasıl ki kilise, kolonide yaşayan topluluğu baskı ve korku ile bir arada tutmaya çalışıyorsa, William da aynı yöntemi izleyerek ailesini bir arada tutmaya çalışır. Topluluk küçülmüş ama model değişmemiştir. Bu arada ağzından düşürmediği (ve uğruna koloniden kovulmayı göze aldığı) dini değerlerin gereklerini keyfi kararlar neticesinde çiğneyenlerin başında William gelir. Evet, çoğu zaman ailenin çıkarlarını gözetmek ister ama o yere göğe sığdıramadığı dini değerlerin birçoğunu ihlal ederek büyük bir çelişkinin orta yerinde kalır. Başka bir deyişle günahı evine ilk davet eden William olur. Günah bulaşıcıdır. Ailenin diğer fertlerine sıçraması uzun sürmez. Karısı Katherine, ergen kızları Thomasin, onun bir küçüğü Caleb ve sevimli ikizler Jonas ile Mercy, her biri bu hastalıktan paylarına düşeni alır.
Yönetmen ve senarist Robert Eggers, çekirdek topluluk olarak tabir edilen aileyi merkezine alıp, onların üzerinden toplum dediğimiz kalabalıkların din ile ilişkisini olası en net şekilde ortaya koyuyor. Kabul etmek zorunda kaldığımız gerçekler, tokat bile değil, yumruk oluyor ve art arda darbeler indiriyor yüzümüze (ki günümüz Türkiye’sinde çok da yabancısı olduğumuz şeyler değil bunlar). The Witch, 17. yüzyıl ressamlarını kıskandıracak birbirinden muhteşem çerçeveler, muazzam sanat yönetimi çalışması, güçlü oyuncu performansları, kimi zaman sinir bozucu ama çoğu zaman tedirgin edici müzikler gibi etkin katalizörler ile her sinemaseveri mest edecek kalibrede olduğunu ispatlıyor.
İnanç, sadakat ve sevginin, bireyin çıkarlarına göre nasıl değişken bir seyir izlediğini apaçık ortaya koyan The Witch, buraya kadar ele alınan kısım içerisinde sorunsuz bir görüntü çiziyor.
2.) Sakın aldanma yoksa yanarsın!
“A New England Folktale” alt başlığıyla başlayan The Witch, daha en baştan bizi doğaüstü bir hikâye anlatacağı yönünde uyarsa da pek o yönde ilerlemiyor. Evet, bir tedirginlik hali, devamlı yükselen gerilim, hep orada bir yerlerde duruyor ama beklenen patlama bir türlü gerçekleşmiyor ya da gerçekleşmesi çok vakit alıyor ve o vakit geldiğinde de bazı şeyler için çok geç kalınmış oluyor.
Eggers senaryosunu, filmin sonunda da belirttiği üzere, cadılıkla ilgili kitap, belge, anlatı, söylence gibi çeşitli kaynaklardan faydalanarak yazmış. Ama ilk bölümde ele almaya çalıştığım kısım, filmde önemli bir yer tutuyor ve belki de diğer her şeyin önüne geçiyor (ki bu bir sorun değil). Son ana kadar hayali bir tehdit gibi konumlanan doğaüstü öğeler, gayet işlevsel bir şekilde ailenin üzerinde kara bulutlar gibi gezinmeyi sürdürüyor. Evet, ailenin en küçüğü bebek Sam’in kaçırılmasından sonra araya giren cadı görüntüleri, doğaüstü güçlerin (şeytanın, cadıların) varlığına bir işaret olarak gösterilebilir ama aynı zamanda kendi yarattıkları aşırı dini baskılar altında akıl sağlıklarını kaybetme noktasına gelen aile bireylerinden herhangi birinin (ya da hepsinin) itiraf edemedikleri ama aynı zamanda akıllarından da çıkaramadıkları bir illüzyondan da ibaret olabilir. Bu ikilem üzerinden gayet doğru bir çizgide ilerleyen film, ilk falsosunu ikizlerin Black Phillip isimli kara keçi ile oynarken söyledikleri şeytani şarkılara aileden hiç kimsenin ses etmemesiyle veriyor. Bu kadar baskıcı bir ailenin böylesi bir hareketi hoş görmesi mümkün görünmüyor. İşin garibi sonlara doğru bu detayı kendi lehine kullanmaya çalışan film, kendi içinde çelişiyor. Finali de çok beğenmediğimi söylemeliyim. Detay vermeyeceğim ama görsel açıdan ne denli muazzam olurlarsa olsunlar, son bölümdeki sahnelerin tamamı çıkartılsa, ortaya çok daha tutarlı bir anlatı çıkabilirmiş.
***
Sonuç olarak inanç, sadakat ve sevgi gibi insani kavramları, din-toplum ve din-birey ilişkileri üzerinden anlatan The Witch, şüphesiz bu senenin en etkileyici korku filmlerinden biri olarak anılacaktır. Buna hiç itirazım yok. Ancak ‘hardcore’ korku filmi izleyeceğim diye sinemaya gidenlerin beklentilerini karşılamayacağını da söylemek lazım.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca