“Lütfen, Eel Bataklığındaki o eve gitme!”
Genç avukat Arthur Kipps Eel Bataklığında bulunan malikânenin hukuki işlemlerini tamamlamak ve malikâneyi iyi bir fiyata satmak zorundadır. Bu onun hukuk firmasındaki son şansıdır. Eşini doğum sırasında kaybetmiştir. Yalnız bir babadır. Oğluna iyi bir gelecek sağlamak ve annesizliğini unutturmak onun görevidir.
Kasabaya ilk geldiği andan itibaren hoş karşılanmaz. Yer ayırttığı otel ona oda vermez. İnsanlar ona düşmanca davranır. İşin içine bir de açıklanamayan çocuk ölümleri ve siyahlara bürünmüş, nereden geldiği belli olmayan bir kadın eklenince Arthur kendini korku dolu anların göbeğinde bulur. Üstelik bu laneti çözmek zorunluluk halini almıştır.
İngiliz yazar Susan Hill’in 1983 tarihinde yazdığı The Woman In Black ilk kez 1989’da televizyon filmi olarak seyirciye sunuldu. Sonrasında aradan yıllar yıllar geçti ve günümüzde korku adına ekranı kana ve şiddete bulayan filmlerin arasında bu işin ustası olarak kabul edilen Hammer korku stüdyosunun ellerine düştü. Roman uyarlamasını Jane Goldman’ın üstlendiği yapım gotik korku türünün klasik örneklerinden. Kapı gıcırdamaları, eski ve oynamaktan ziyade kapat dolaba rüyalarına girmesin tarzı oyuncakları, yıllanmış, tozlu bir malikâne, sis, yağmur, gelgit ikliminde bir kasaba, camlara yansıyan, fısıldayan bir hayalet tabi ki lanet…
The Woman In Black tüm bu öğeleri doğru kullanan ve ince yollardan korkutmayı başaran bir film. Yönetmenliğini daha öncesinde Eden Lake, The Descent: Part 2, My Little Eye gibi filmlerden de tanıdığımız İngiliz yönetmen James Watkins sırtlanmış. Yönetmen mekân ve dekor avantajını akıllıca kullanarak bizi olayların içine çekmeyi başarıyor. Görüntü yönetmenini de bu konuda ayrıca tebrik etmek lazım. İnce ince yükselen müziğin tınıları arasında konuk olduğumuz küçük kasaba, korku dolu gözlerle olanları seyreden halkı, isli, tozlu bir malikâne ve kendi keyfince çalışan oyuncakları… Tüm bunlara bir de siyah giyen acılı, intikam yemini etmiş bir hayalet ekleniyor ve genç avukatımızla beraber maceraya dalıyoruz.
İstiyoruz ki son zamanlarda izlediğimiz vasat yapımların arasında bizi iliklerimize kadar korkutsun. Mekân ve konu üstünlüğünü kullanıp daha önce yapılan benzerlerinden bir adımda olsa öne çıksın ki biz de işte budur diyelim. Ama ne yazık ki filmin ilk yarsında bu isteğimizi tatmin edemiyoruz. Müzik yükseliyor yükseliyor ve aniden sönüyor. Artık başlasın dediğimiz aksiyon havada kalmaya devam ediyor uzun bir süre. İkinci yarısında ise film sanki ilk yarıda bizi düşürdüğü hayal kırıklığını gidermek adına şok üstüne şok yaşatıyor. Nefes almadan seyrettiğimiz bu anları bozan tek şey ise filmin sürpriz sonu!
Oyuncu kadrosuna baktığımız da ise ah ah elimizde büyüdü bu çocuk dediğimiz dünün Harry Potter’ı Daniel Radcliffe’i görüyoruz. Kendini Harry Potter lanetinden kurtarmaya çalışan oyuncu yapım boyunca çok çabalıyor, rolüne ve filme hayat verebilmek için ama vasatın üstüne çıkabildiği söylenemez. Filmi kurtarmaya çalışan isim ise tecrübeli oyuncu Ciaran Hinds oluyor. Başarılı ve ölçülü bir oyunculuk sergilemiş. Filmin asıl kahramanı ise kullanılan mekân ve dekor. Bu nokta da tekrar yönetmenin ellerine sağlık demek düşüyor bize. Bir de müziklerine başarıyla imza atan Marco Beltrami’ye…
Yine de hakkını yememek lazım ki son yıllarda beyazperdeye düşen en başarılı korkulardan biri var karşımızda. Seyretmek bu türün severlerine keyif verebilir. Kesinlikle zaman kaybı değil. Hayaletlere ve lanetlere inanıyor musunuz? O zaman iyi seyirler.