Şişede durduğu gibi durmuyor arkadaş… 

Size meşhur Cornetto Üçlemesi’ne nasıl başladığımı,The World’s End’i nasıl heyecanla beklediğimi, “ya yeterince iyi olmazsa?” sorularının aklımı nasıl itinayla kemirdiğini anlatmayacağım çünkü bence hepimizin hikayesi üç aşağı beş yukarı aynı olmalı. Zombilerin arasında aşkı yaşadık, kendimizi huzur dolu Sandford’un sokaklarında hot pursuit yaparken bulduk, artık soluklanıp eski dostlarla birer bira içme vaktimiz geldi, değil mi? The World’s End’i seyredenler olarak yargımız belli, senenin en güzel filmlerinden birini bize armağan ettikleri için Wright-Pegg-Frost ve ekiplerine şükran borçluyuz. Seyretmeyen sinemaseverlere sesleniyorum; The World’s End DVD’nizi bilgisayarınıza gönül rahatlığıyla takın, kafanızdaki tüm kuşkulardan arının. Yaşayacağınız en güzel sinema deneyimlerinden biri sadece birkaç saat ötenizde…

The Worlds End1

Gary King, orta yaşlı bir özgür ruhtur. Yıllar boyu kimseden emir almamış, başına buyrukluğun etten kemikten sembolü olmuştur. Bunun yanında Gary ağır bir alkoliktir ama onu bu sebeple yargılamayalım, kimse sonuçta mükemmel değildir. Hayatında yaşadığı hiçbir dakikadan pişmanlık duymayan Gary’nin gene de tamamlanmamış bir arzusu vardır; yirmi yıl önce en yakın dört arkadaşıyla çıktığı “Golden Mile”ı bitirmek. Gary ve tayfası Peter, Oliver, Steven ile Andy; gençliklerinde kasabaları Newton Haven’ın on iki pubının her birine uğramalarını gerektiren büyük bir yolculuğu denemiş ama yolun yarısında sarhoşluktan darmadağın olmuşlardır. Hayat çoğu için bir şekilde devam etmiştir ama Gary için değil. Golden Mile’ı bitirmedikten sonra ciğere çekilen havanın, daha da önemlisi orda burda yudumlanan sulu biraların ne önemi vardır ki? Tayfanın kalanının evli, çocuklu, göbekli ve maceradan fersah fersah uzak olmasının Gary için çok bir anlamı yoktur. Golden Mile tamamlanmalı, tüm pub’lar gezilip “Dünya’nın Sonu”na ulaşılmalıdır. Gary King’i bu uğurda hiçbir şey durduramaz. Yüksek teknolojili bir robot istilası bile…

The Worlds End2

Uzun zamandır The World’s End kadar kendine has bir film görmedim diyebilirim. Çok ama çok farklı, kolay tasvir edilemez bir durum söz konusu. Uzaylı/robot (artık nasıl tanımlamak isterseniz) istilasının ortasında bir grup kafadarın kasabada inatla tüm pubları dolaşma yarışı kulağa tamamen rezil olmaya mahkum bir proje gibi geliyor, değil mi? Başka bir ekibin elinde bu filmin azıcık kimlik kazanmasına bile imkan olmazdı diyebilirim. Wright-Pegg-Frost’in kanatları altında ise ortaya çıkan şey tartışmasız 2013’ün en iyi filmlerinden birine dönüşüyor. Bu adamların bunu nasıl yaptığını inanın anlamıyorum. Shaun of the Dead’de de anlamamıştım, Hot Fuzz’da biraz anlar gibi olmuştum ama belli ki orada da pek aşama katetmemişim. İyi ki de katetmemişim. Filmi seyrederken “Dünyanın Sonu” hiç gelmesin istedim (yüzünüzü buruşturmayın, bence güzel kelime oyunu, sempatik gibi).

Cornetto Üçlemesi’nin vitamin kaynağı sosu, şüphesiz ekibin bir tür sinemasını alıp kendilerince yeniden üretmelerinde saklı. The World’s End de Uzaylı İstilası konulu bilimkurguların hepsini alıp kendi hikayesine zekice serpiştirmeyi biliyor. Mesela Invasion of the Body Snatchers’tan üç tutam, Standford Wives’tan bir tutam alın, üzerine bir çay kaşığı Hobbit ekleyin (evet bunu yapın). Hem hikaye hem de atmosfer için sakın The Day the Earth Stood Still dokundurmayı unutmayın. Bunu siz yapabilir misiniz? Ben yapamam, yapmaya çalışsam tarihe geçecek bir şekilde batırırım. Bu ekip ise muhteşem bir şekilde göze batmadan ama öğelerin gözden kaçmasına da izin vermeden yapıyor. Hele ki ortalardaki The Thing göndermeli kısma geldiğimde aklımı yitirecektim. Her şey çok yerinde, her şey tapılası bir ölçüde tutturulmuş. Bilimkurguseverlerin hayran kalmaması elde değil.

The Worlds End4

Hobbit kısmına gelince “mesele sadece Martin Freeman meselesi değil” demek istiyorum. Tamam Martin Freeman eski filmlerde küçük cameolara sahipti ve bu filmdeki daha yüklü rolünü Hobbit’e borçlu (karakterini çok sevdim o ayrı). Gene de bunun haricinde The World’s End’de çok bariz bir fantastik yolculuk teması hakim. Yani karakter adlarına bakıyoruz değil mi? Gary “King”, Andy “Knightley”, Steven “Prince”… Filmin bu ortaçağ göndermelerini kendi modern hikayesine yedirişi çok hoş olmuş. Herkes kendi adının karakterini bir şekilde taşıyor ama asla abartıya kaçmıyor.

Bunun yanında The World’s End’de Shaun of the Dead’te hafif hissettirilen sistem eleştirisi alabildiğine artmış vaziyette. Hatta filmin tüm konusu zaten bunun üzerine kurulu. Her yerin Steven’ın deyimiyle “starbuckslaşması” size doğal geliyor mu? Ya da insanların buna ses çıkarmaması? Haydi bunları geçtim, biz insanlar tembel ve umursamaz canlılar değil miyiz? Tüm bu düzenli hayat ne ara çıktı? Tamam The World’s End kitleleri sokaklara dökecek sistem eleştirisi yapmıyor ama sokağa zaten dökülmüş kitle bu filmi gururla seyredecektir, o kesin. Gene Shaun of the Dead’te karşımıza çıkan bir olay filmin tüm absürt vaziyetine rağmen çok dramatik anlar (mesela Winchester’da herkesin birbirine silah tuttuğu sahne) yaşatabilmesiydi ki bu durum The World’s End’de de mevcut. Daha yukarıda da dediğim gibi başka bir filmde bu anlar mide kaldırıcı bir bayağılıkta geçebilirdi ama Pegg ve Frost artık ailemizin çocukları, onlar kardeş kavgası ile birbirine sarılıp ağlayınca bizim de gözümüz yaşarıyor.

The Worlds End6

Söylemeye gerek var mı bilmem ama The World’s End’in pub tuvaletindeki kavga sahnesi ile 2013’ün en muhteşem dövüş kareografilerinden birini tecrübe edeceksiniz. Hatta daha iyisini bulma şansınız yok, boşuna kıyasla uğraşmayın. Dövüşlerin her biri büyük bir itinayla Jackie Chan’in ekibindeki isimler tarafından hazırlanmış ve zaten büyük ustanın Drunken Master filminden de ilhamla yola çıkılmış. Bir de akılalmaz güzellikteki soundtrack eklenince, hele o şarkılar en doğru yerde girince inanın yerinizde duramıyorsunuz. Shaun of the Dead’te Queen’in Don’t Stop Me Now’ı eşliğinde ıstakayla zombi dövme sahnesini sevmiş miydiniz? The World’s End size bunun gibi pek çok dakika vadediyor.

Filmin benim gözümdeki tek kusuru final jeneriği girmeden önceki şarkı seçimi oldu, o kadar. Evet, pek çoklarının aksine ilk yarım saatin yavaşlığı, esprilerin “yeterince güldürmemesi” gibi şeyler problem değil hiç de olmadı. Ben Cornetto Üçlemesi’ni bana gülme kaslarım acıyana kadar kahkaha attırması için seyretmiyorum, seri bana çok iyi hikayeler ve yıllar boyu unutamadığım pek çok sahne sunduğu için değerli. Herhangi bir kıyas yapmayacağım, bir film diğerlerinden inkar edilemez ölçüde kötü ya da iyi olsa kıyas manalı kaçar ama burada herkes kazanıyor herkes en birinci. The World’s End, seriye yakışan bir film. İlk iki filmi sevip bunu sevmeyen seyirci bulmak güç, The World’s End ile Cornetto Üçlemesi’nin bitmiş olduğunu kabullenmek daha güç. Keşke yeni bir üçleme yapsalar demekten kendini alamıyor insan. Öte yandan belki de efsaneyi efsane olarak bırakmak gerek. On yılımıza bu ekip gibi çizgisini hiç bozmadan dokunmayı bilen çok fazla seri olmadı.

Ve tabii bira… The World’s End’de arpanın sarısı bir başka ışıldıyor… Seyredin, tek seyredin, sevgilinizle seyredin, tayfanızla seyredin, defalarca seyredin. Seyretmedikçe kaybedeceksiniz.

the_worlds_end_Banner_frost_wright_pegg

Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Shocker (1989)

Bazı günler sizlere hangi filmi tanıtsam diye uzun uzun düşünüyorum.
blank

Outland (1981)

2010 (1984) ve TimeCop‘un (1994) yönetmeni Peter Hyams‘dan, Predator (1987)