Bilmiyorum hiç senaryo yazmayı denediniz mi ama eğer denerseniz, şunu fark edeceksiniz ki bir senaryoda orijinal, çarpıcı bir konu bulmaktan sonra en zor iki şey, sıkı bir final yazmak ile karakterlerin özelliklerini senaryodan rahatlıkla anlaşılacak şekilde yazmaktır. Kanımca karakterleri bir-iki sahneyle tanıtmak, diyalog yazmaktan bile zor. Diyelim, baş karakteriniz akıllı, zeki, başarılı ama bencil, ailevi sorunları olan, maymun iştahlı, hayatta ne istediğine henüz karar vermemiş, zihinsel olana fiziksel olandan daha çok değer veren, genelde kararsız (ve hatta “sıkıya gelemeyen”) biri ve siz de açılıştan itibaren bu bilinsin istiyorsunuz. Bunu “kısa” olarak kabul edilebilecek bir zaman diliminde seyircinize anlatmak bir hayli zordur. Joachim Trier böyle güçlü bir sekansla filmine başlıyor ve Julie’nin nasıl biri olduğunu büyük ölçüde anlıyorsunuz. Yazının bundan sonrası -tıpkı diğer tüm yazılarım gibi- spoiler (sürprizbozan) içermektedir; zaten sürprizbozan içermeyen bir analiz ne demeye yazılır, onu da oldum olası anlamamışımdır.
Açılıştan itibaren Julie nasıl biridir, yakından tanıyorsunuz. Rahatlıkla cerrah olabilecekken, psikolog olmak için tıp eğitimini yarıda bırakan, ardından başladığı psikoloji eğitimine ise fotoğrafçı olmak için son veren, iyi bir fotoğrafçı olabilecekken ondan da sıkılıp bir anda yarım bırakan biri bu. Sonunda kitapçıda çalışan sıradan biri olmayı seçiyor Julie. Hayatı birbiri içine geçen iki kırılımla beraber şekilleniyor. Önce Aksel adında başarılı bir çizgi romancıyla uzun bir birliktelik yaşıyor. Kendisinden 15 yaş büyük, görece olgun, nazik bir erkek. Çocuk yapıp aile sahibi olmayı arzulayan biri. Ama Julie’nin en büyük korkusu çocuk sahibi olmak. Bazen bununla ilgili kâbuslar bile görüyor. Bunun nedeni de ailesinin kadınlarının (annesi, anneannesi, büyükannesi vs.) çektiği çileler. Julie’nin derdi özgür olmak, herhangi bir sınırla çevrelenmemiş olmak. İş o raddeye geldi mi, kaçışçı (escapist) bir tavır sergiliyor. Çizgi romancı popüler, entelektüel ve başarılı bir sanatçı ama belirli açılardan biraz muhafazakâr. Kararlı, azimli, çalışkan, tecrübeli ve anlayışlı biri ama farkında olmayarak da olsa Julie’ye sınırlar çiziyor, onun hareket alanını kısıtlıyor. Sonuç belli: Julie bunalıyor ve her zaman yaptığı gibi kaçıyor.
Julie’nin sonraki sevgilisi Elkind de yaşadığı ilişkiden bunalmış biri, o da bir kaçış arıyor. Bu kaçışı Julie’de bulması şaşırtıcı değil. Elkind entelektüel biri değil, daha sıradan daha düz biri. Ama eğlenceli, zarif, elindekilerle yetinmesini bilen, uzun boylu, yakışıklı bir erkek. Aksel gibi kompleks bir karakter değil. Elkind -Aksel’in aksine- kontrollü biri sayılmaz, kendini zamanın akışına bırakabiliyor, yeniliklere açık. Başlarda Julie’nin hoşuna giden de bu oluyor ama zamanla ona karşı da hisleri karmaşıklaşıyor. Elkind’den -istemeden- hamile kalınca onu terk ediyor. Film, sarkacın bu iki ayrı tarafına salınım yapan Julie’yi anlatıyor. Birçok noktası bana inandırıcı gelmeyen bu gelgitlerin ilgimi çok çektiğini söylersem yalan söylemiş olurum. Ben bu filmdeki bir repliğe meftun oldum, bana bu yazıyı Aksel’in ağzından dökülen replikler yazdırdı. Niye? Bana beni (hayatımı) anlattığı için. Kimi zaman his(settik)lerimi neredeyse birebir yansıttığı için.
Aksel pankreas kanserine yakalanmıştır ve durum pek parlak değildir. Yakında öleceğini anlarız. Kurtuluş yoktur. Karakter de bunun bilincindedir. Ve şu minvalde bir şeyler söyler:
“…Ben artık yaşlı bir adamım. Başıma geleni bir bakıma bekliyordum. Hastalanmadan çok önce pes etmiştim. Ciddiyim. En sevdiğim eski filmleri tekrar tekrar izliyorum. Lynch filmleri, Godfather II… Dog Day Afternoon’u kaç kere izleyebilirsin ki? Bazı dinlediğim müzikleri hiç duymamış oluyorum. Ama aynı zamanda eski şarkılar da oluyorlar. Ben büyürken çıkan ama hiç bilmediğim tarzda müzikler. Sanki (hayattan) çoktan vazgeçmiş gibiydim. Ben internet ve cep telefonlarının olmadığı bir çağda büyüdüm. Hayır ama cidden… Eski kafalı moruklar gibi konuştum. Ama bunun hakkında çok düşünüyorum. Benim bildiğim dünya kayboldu gitti. Benim için bütün olay dükkânlara gitmekti. Müzik dükkânlarına. Tramvaya binip Grünerløkka’daki Voices’a giderdim. Pretty Price’daki ikinci el çizgi romanlara bakardım. Gözlerimi kapattığımda Majorstua’daki Video Nova’nın reyonlarını görebiliyorum. Ben kültürün nesneler aracılığıyla aktarıldığı bir zamanda büyüdüm. Çok ilginç geliyorlardı çünkü o nesnelerle beraber yaşıyorduk. Onları tutup kaldırabiliyorduk. Elimizde tutabiliyorduk. Karşılaştırabiliyorduk. Sahip olduğum tek şey bu. Ben hayatımı bunu yaparak geçirdim. O tarz şeylerin koleksiyonunu yaparak; çizgi romanlar, kitaplar…
Ve bunu 20’li yaşlarımın başında artık bana güçlü duygular vermese de yine de yapmaya devam ettim. Ve… Şimdi elimde kalan tek şey bu. Kimsenin umurunda olmayan aptal saptal şeylerin bilgi birikimi ve hatıraları…”
Aksel benim akranım. Ben de kültürün nesneler aracılığıyla aktarıldığı bir zamanda büyüdüm. Video kaset, kitap, poster, anahtarlık, pul, para koleksiyonları vs. Sayısız nesneyle örülü/çevrili bir çağın çocuğuyum ben. Ömrüm sahaflarda, eskicilerde geçmişimi toplamakla geçti. “Bir ata bir krallık veriyorum” diyordu ya Richard; cebimdeki ve banka hesabımdaki tüm parayı bir anahtarlığa vermiş biriyim ben. Pişman da değilim. Geçenlerde Aslıhan Pasajı’ndan sahaf Sıtkı Hoca’nın ölüm haberini aldığımda gözlerim doldu, 20 küsur yıl önceye ışınlandım. Anlatsam kimse anlamaz. Anlamaları da önemli değil. Taşınmak üzere olan emekli bir millî eğitim müfettişi, ben ve arkadaşlarımı evine davet edip bu evden istediğiniz her şeyi alabilirsiniz dediğinde ben iki ciltlik eski bir Türk Şiiri Antolojisi ile İbni Haldun’un Mukaddime’sini almıştım. Nesnelerle çevriliyim ben. Hep öyleydim. Hâlâ da öyle. Yarım yüzyıl önce yazılmış bir David Shipman bir Roger Manvell kitabı aldığımda, mutluluktan geberiyorum. Bazen tıpkı Aksel gibi, dönemimin geçtiği hissine kapılıyorum. Mehmet Akif’in dediği gibi “gölgemle silinip gitmeme bakmam” gerektiğini düşünüyorum, yalan yok. Filmi seyrettiğimde, Aksel’in Julie’ye duyduğu sevginin/bağlılığın, onun bir bakıma yaşama tutunmasını sağladığını hemen fark ettim. Niye çocuk yapmak istediğini de hemen anladım. Aksel’in Julie’den sonra (ilişkileri bittikten sonra) kanser olup ölmesinin sebebi bu. Yaşama duyduğu bağlılığı, yaşamının anlamını yitirdi Aksel. Onu anlıyorum…
Hayatta bazen öyle anlar vardır. Artık iş işten geçmiştir, onun ayırdına varırsın. Attila İlhan o durumu şöyle özetliyor “An Gelir” adlı şiirinde:
an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet o eski heyecan ölür an gelir biter muhabbet çalgılar susar heves kalmaz şatârâbân ölür
Bütünüyle geçmişe (ait olanlara) yöneldiğini itiraf eden Aksel’de bu heves yitimini gözlemliyoruz, yine de ödü patlıyor ölmekten. İçinde geleceğe dair hâlâ bir umut olduğunu anlıyoruz. Kemal Tahir’in anılarında okumuştum sanırım. Çankırı Cezaevi’ndeyken bir gece Kemal Tahir’i uyandırıyorlar. Gardiyan diyor ki, idamlık koğuşunda biri var, yarın sabah idam edilecek, son isteği seni görmek oldu. “Burada bir yazar varmış, son gecemi onunla geçirmek istiyorum.” Tamam diyor Kemal Tahir, son geceyi hiç tanımadığı idamlık mahkûmla onun hücresinde geçiriyor. Sonrasını aşağı yukarı şöyle aktarır büyük yazar: “Sabaha kadar tek kelime konuşmadık, ne o bir konu açabildi ne ben. Çünkü geleceği olmayan biriyle konuşulacak hiçbir şey yoktur.” Bu beni çok etkilemişti. Aynı (tanıdık) hissi Trier’in film bana verdi. Aksel gelecekten konuşamayacağını çünkü artık bir geleceği olmadığını söylüyordu.
Aksel’in ölmekten korktuğunu cesurca ifade ettiği o son konuşması biraz da bana o yüzden çok etkileyici geldi. Yaşama duyduğu heyecanını yitirdiğini söylüyordu (itiraf ediyordu) Aksel, “Hastalanmadan çok önce pes etmiştim” diyerek. Bazen -bir noktada- öyle oluyor insan; pes ediyor.
The Worst Person in The World (Dünyanın En Kötü İnsanı), biraz da bu pes etmenin filmi bana göre. Julie pes ediyor, Aksel pes ediyor. Filmin açılışında Julie için şöyle diyor dış ses: “Tutkusu hep ruha yönelikti” ve Julie de bunu şöyle diyerek teyit ediyor: “Tutkum her zaman insanın içinde olup bitenler, düşünceler ve duygular olmuştur.” Duyguların/hislerin peşinde olan bir insanın hikâyesini anlatıyor film. Peki Julie’nin öyküsünü anlatan filmin adı niye “Dünyanın En Kötü İnsanı”? Bir insanın ölümüne yol açtığı için mi? Bence ondan değil. Muhtemelen, düşük yaptığına (karnındaki bebeği öldüğüne) sevindiği için. Özgürlüğün bedeli ne olursa olsun, tekrar ediyorum, “bedeli ne olursa olsun” onu ödemeye hazır bir modern birey var karşımızda. Elkind’i, çocuğu ve o çocuğun annesiyle görünce gülümseyebilen biri Julie. İlginç ve üzerine düşünülmesi gereken bir film bu. Kaçırmayın derim ben.
İyi seyirler…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç