“Atları da vururlar, değil mi?”
1929 yılında dünya, Wall Street’in çöküşüyle birlikte uzun yıllar sürecek bir ekonomik bunalımın içine girdi. Amerika’da 20’li yıllar boyunca yaşanan teknolojik ilerlemeler ve üretim patlaması, 1. Dünya savaşı sonrası yaşanan gelişmelerin bir sonucuydu. Refah dönemi ile liberal politikalar çerçevesinde ekonomi hızla büyürken, zamanla değişen gidişat 1929 senesinde sadece Amerika’yı değil, tüm dünyayı ve bilhassa sanayileşmiş ülkeleri etkisi altına alacak olan bir ekonomik krize yol açtı. Borsa’nın çöküşü, bankaların batması zamanla tüm sektörleri vurarak önce ABD’de, daha sonra da dünyanın birçok ülkesinde işsizler yığınını oluşturdu. Milyonlarca insanın işten çıkarılması ise Büyük Bunalım adı verilen bir dönemi de beraberinde getirdi. Tam da böyle bir süreci arka planına alarak; insanların yaşadığı mali sıkıntıları ve büyük darboğazı They Shoot Horses, Don’t They? filmiyle göstermeye çalışan Sydney Pollack, harika bir kapitalist sistem eleştirisiyle karşımıza çıkıyor.
Başrollerinde Jane Fonda ve Michael Sarrazin’i gördüğümüz They Shoot Horses, Don’t They?, Büyük Bunalım döneminde, işsiz kalan milyonlarca insanın gelir elde edebilmek adına nelere katlanmak zorunda kaldıklarını oldukça eleştirel bir şekilde seyircisine aktarıyor. Amerika’da, sırf para kazanabilmek uğruna dans maratonuna katılan insanlardan biri olan Gloria (Jane Fonda) ile tesadüf eseri yolları kesişen Robert’ın (Michael Sarrazin) yarışmayı kazanabilmek için verdikleri mücadele insanlık dışı bir drama dönüşüyor ve film boyunca yaşananları dehşetle izliyorsunuz. 1500$ ödül için hamile bir kadından, yaşlı bir denizciye kadar onlarca insan günlerce uykusuzluğa ve yorgunluğa karşı ayakta kalmaya çalışıyor; onların yaşadıkları sefillik, izleyenler için eğlence haline ve para kazanma aracına dönüştürülüyor. Yarışmanın sorumluları izleyici çekebilmek adına yarışmacıları, birer sirk hayvanı konumuna getirerek acımasızca sömürüyor ve zaten zor olan koşulları onlar için daha da dayanılmaz hale getiriyorlar. Uykusuzluk, yorgunluk ve sefillik içinde günler geçtikçe zayıf düşen partnerler, birbirlerine tutunarak yarışmaya devam etmeye çalışıyorlar.
Film boyunca hemen hiçbir karaktere derinlemesine inilmezken, Gloria’nın yarışma sırasında anlattığı kısa hikayelerinden hayatı hakkında az da olsa bilgi sahibi oluyoruz. Robert’ın ise güneş ışığına olan sevgisi, filmin başında çok küçük yaşta yaşadığı bir olayla birleştirilerek, umutsuzluğun olduğu yerde artık hiçbir şeyin öneminin kalmadığını bizlere net bir şekilde gösteriyor. Nitekim filmin en vurucu sahneleri de, Jane Fonda ve Michael Sarrazin ile birlikte başrolleri paylaşan Susannah York’un (Alice) içine düştüğü durum ve filmin kapanış sahnesi oluyor. Böylece umudun insanları ayakta tutma gücüne şahit olurken, aynı oranda umutsuzluğun da yıkıcı etkisiyle karşılaşıyoruz. Bu yolla film, sistemi sert bir şekilde eleştirmekten geri kalmıyor.
ABD’li yazar Horace McCoy tarafından 1930’lu yıllardan yazılmış bir eserden sinemaya uyarlanan They Shoot Horses, Don’t They?, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen ve daha birçok dalda Oscar’a aday gösterilirken; bu yapımla sadece Gig Young, en iyi yardımcı oyuncu ödülünü Rocky rolüyle kazandı. Sydney Pollack’ın The Electric Horseman ile ikinci kez birlikte çalıştığı Jane Fonda için bu yapım kariyerinde oldukça önemli bir yere sahipken, filmden sonra oyuncu, Klute (1971) ve Coming Home (1978) filmleriyle Oscar’ın sahibi oldu.
They Shoot Horses, Don’t They? filmiyle, var olan sistemin güçlü olamayanı saf dışı bırakan özelliğini bir dans maratonu üzerinden anlatmaya çalışan yönetmen, yaşanan ekonomik bunalımı ve 1930’ların dünyasını da gözler önüne seriyor. Mali krizlerin çokça yaşandığı bugünün dünyasında, medyada verilen işsizlik değerlerini kayıtsızca izleyen bizlere aslında arka planda neler yaşandığını, insanların hayatlarına devam edebilmek adına nelere katlandıklarını göstermesi açısından They Shoot Horses, Don’t They? oldukça önemli bir yapım. Filmin son sahnesinde gördüğümüz üzere, insan umudunun bir araç haline dönüştürülmesi ve bireyin maruz kaldıkları, tıpkı atların ayakları kırıldığında yaşanan acı duruma benzer bir sonu hazırlıyor. Biz nefesimizi tutmuşken, Robert’ın dudaklarından dökülen şu sözler hafızalarımıza kazınıyor: “Atları da vururlar, değil mi?”
en sevdiğim filmlerdendir, burada görmek ayrı bir mutlu etti:)