Vampir Rahip hasta ruhlu kıza aşık olursa…
Chan-wook Park Oldboy ile bitirdiği intikam üçlemesi ile Güney Kore’nin en bilinen yönetmenlerinden biri olmuştur. Farklı görsel dili ile de her filminde kendinden söz ettiren bir dahi olarak görülüyor. Ancak filmlerini seyretmek hiç de kolay değildir. Yarattığı dünyalar piskolojik olarak çok yıpratıcı olduğundan onu ya seversiniz ya da verdiği ızdıraptan dolayı nefretinizi kazanır.
Ülkemizde Filmekimi ile görücüye çıkan son filmi Bakjwi ise biraz kafa dinlemek, eğlenmek için çekilmiş görüntüsü veren absürd bir romantik vampir hikayesi. Aslen Émile Zola’nın Thérèse Raquin romanından serbest bir uyarlama. Romanın hikayesine vampir sosu eklenmiş diyebiliriz.
Rahip Sang-hyeon (Song Kang-ho) Güney Kore’de bir hastanede hastalara dua etmekte ve günah çıkarmalarını dinlemektedir. Hayatındaki boşluğu doldurmak için daha büyük bir görevde bulunmak ister. Böylece sadece bekar erkeklerde görülen öldürücü cüzzamımsı bir hastalıkda kobay olmak için kullanılmak üzere Afrika’ya doğru yola çıkar.
Hastalık diğer 500 kobayı öldürmüştür ancak Sang-hyeon öldü denilirken birden dua ederek tekrar yaşayanların arasına katılacaktır. Bir mucize gerçekleştiren rahip sargılar içinde ülkesine döner ve bir kurtarıcı olarak karşılanır. Burada Hz.İsa’nın cüzzamli mesih(bu satırları Metallica: Leper Messiah eşliğinde okuyunuz) olarak anılmasına bir gönderme yapıldığı kanaatindeyim. Zaten filmde özellikle Hristiyanlık ve Güney Kore’deki misyonerlik faaliyetleri üzerine saptamalar bulmak mümkün.
Hastalığı sırasında rahibe verilen kan onu bir şekilde vampire dönüştürmüştür. Bir dindar olarak bu yeni günahkar hali ile başa çıkmaya çalan Sang-hyeon sessiz sedasız eski yaşantısına dönmeye hazırlanırken hastalar peşini bırakmaz. İlginç bir şekilde kutsadığı, dua ettiği hastalar iyileşmekte ve adı tüm ülkeye yayılmaktadır. Bir çocukluk arkadaşının annesi yardım etmesi için yalvardığında dostunun kanserine çare olur. Ailenin yanına bırakılmış eskiden arkadaşının kardeşi sandığı oysa büyüyüp güzelleşince karısı olan utangaç kız Tae-joo (Kim Ok-vin) ile aralarında kısa zamanda bir aşk filizlenir.
Tae-joo ile dünyevi zevkleri tadacak olan Sang-hyeon ona korkunç sırrını açıklarken kızın piskolojik durumunun onu mutlak sona sürükleyeceğinden habersizdir. Aşktan körleşen rahip kıza sahip olmak için her tür kötülüğü yapmaya hazırdır artık.
Sang-hyeon ve Tae-joo’nun yasak aşkını olay örgüsünün ortasına koyan filmimiz bunun yanında tanrının yarattığı her varlığa yaşaması için yol da göstereceğinin altını çiziyor. Bu durum bana Richard Bach’ın Mavi Tüy’deki bir hikayesini hatırlattı. Bir vampirle karşılaşan ikilinin özgürlükle ilgili görüşlerinin ne kadar sığ olduğunu gösteren bu hikayede açlıktan ölmek üzere olan vampir, kahramanlarımızın kanını içmek ister. Onun da yaşama özgürlüğü olduğunu ve bunu ellerinden almamaları gerektiğini söylerdi. Aynı ikilemi filmde de rahip yaşıyor. Ancak insan öldürmemek için besinini komadaki hastalardan karşılama yolunu seçiyor.
Varlığından dolayı kişisel bir çatışmanın ortasındaki rahip vampir Sang-hyeon rolünde The Good, the Bad, the Weird(2008), The Host (2006) ve yine bir Park filmi olan Sympathy for Mr. Vengeance(2002) ile tanıdığımız son yılların gözde oyuncusu Song Kang-ho oldukça iyi bir iş çıkarmış. Özellikle rahibin geçirdiği değişimi vermekte başarılı. Başlardaki hali biraz Matrix’in Neosunu hatırlatsa da çaresizliğe düştüğü bölümlerde açıldığını söyleyebilirim.
Kim Ok-vin ise karakterin iç savaşını nakletmekte yetersiz kalıyor. Yılların vermiş olduğu hor görülmüşlüğü uzun uzun diyaloglar içinde verilirken bir anda nasıl bir değişime uğruyor anlamak pek mümkün değil. Yine de güzelliği ve şirinliği ile bir şekilde rolünün üstesinden geliyor.
Filmde komedi unsurunun da yerinde kullanıldığını söyleyebilrim. Ancak bazı sahneler özellikle güldürsün diye mi çekilmiş yoksa aslında ciddi bir sahne de saçma mı kaçmış pek belli olmuyor. Özellikle filmin iyice absürdleştiği bölümde biten ilişkinin sevgililerin arasına girmesinin ölü kocağın yataklarına girmesi şeklinde gösterilmesi uzun süre güldürdü beni.
Bakjwi, teknik olarak her Park filminde olduğu gibi kusursuz olsa da oldukça uzun tutulmuş bir film. Bazı sahnelerin sarktığı açıkca belli oluyor. Özellikle iki sevgilinin ilk sevişmelerinin gösterildiği sahne, bir süre insanda “Fransız filmi mi seyrediyorum?” hissiyatı yaratıyor. Gördüğüm en uzun ve film içinde gereksiz seks sahnelerinden biriydi. Bunu ergenlik yıllarında “Vivid Interactive ve Şahin K. filmlerinin dünya sineması üzerindeki etkileri ve genç dimağlarda bıraktığı tahribat” konusunda tez yazmış bir insan olarak söylüyorum. Park’ın vampir sevişmesi ile ilgili True Blood ekibinden biraz ders alması gerektiğini düşünüyorum. Bunun dışında en uzun sahnelerden biri de final bölümü. Ancak uzun olsa da sinemasal anlatım olarak oldukça başarılı olduğu için filmi toparlıyor.
Bakjwi Cannes’da Altın Palmiye için yarıştı ve Jüri özel ödülünü kaptı. Twilight seven bünyelere romantik vampir filmi böyle olur diyen bir asya çığlığı olarak düşünülebilir. Park’ın diğer işlerine nazaran daha rahat bir seyirlik sunan film, yönetmenin vasat bir iş yapsa bile yine de takip edilmesi gerektiğini gösteriyor. Ancak Bakjwi ne bir Oldboy ne de bir Joint Security Area. Yine de klişeleşmiş bir konuda farklı anlatımı ile adından söz ettirecek bir seyirlik.
Bu filmdeki seks sahnesi çok uzun süredir beni en etkileyen seks sahnesiydi doğrusu
Bende de tam tersi etki yaptı Can. Çok gereksiz ve uzun buldum.
Uzak Doğu filmlerindeki vampirleri asla tam vampir olarak göremiyorum. Avrupa sinemasındaki vampirlerin bıraktığı etkileri bırakamıyorlar. mitolojilerinden dolayı olsa gerek şahsen bizde de güzel durmuyor vampirler…
copy-paste ahmet konuştu :)
Guzel bir yazi olmus ama bastaki ‘biraz eglenmek, kafa dinlenmek icin cekilmis’ ibaresi beni biraz rahatsiz etti.
Chan-Wook Park sirf eglenmek icin bir film cektigi zaman bile cikan sonuc ilginc ve garip oluyor – ornek: ‘I’m A Cyborg But That’s Ok’. Bu belki benim Park’in en az sevdigim filmi olsa bile yine de ilginc yanlari oldugunu kabul etmemek elde degil.
‘Thirst’ aslinda vampirlik mitini oldukca ilginc bir eksen ustune oturtuyor: burada vampirism bir hastalik gibi ve hep ikinci planda. Park’in Sang-hyeon’un vampir guclerini gosterdigi zamanlar gayet nadir ve bu az kullanilmadan dolayi hep gerkcekustu ve etkileyen bir iz yaratiyor.
Bu vampir temasi aslinda Chan-Wook Park’in asil islemek istedigi konuya bir destek kolonu gibi – Park aslinda sorumluluk ustune bir bakis atiyor.
Filmde ki karakterler hep sucu baskasinin ustune atiyorlar – kimse yaptigi hareketler adina sorumluluk kabul etmiyor. Sang-Hyeon ki kendisi filmin sonunda sorumlulugu ilk ve son kez kabul ediyor , film boyunca hep Tanri’ya sucu atiyor.
Ayni motivler diger karakterler icin de gecerli – filmde bir bulundugu konumu kabul etmeme yada edememek sahip.
Tae-Joo’nun dususude bu cerceve icin de gerceklesiyor. Film her ne kadar Therese Raquin olsada ayni zamanda bir o kadar da ‘Postman Always Rings Twice’ bir o kadar da ‘Chinatown’. Park ile kisa bir zaman once bir roportaj yapma yansim oldu ve o da bu noir etkilenmesini acik acik soyledi – her ne kadar kendisi klasik noir’lari yapay buldugunu ve daha cok neo noir’lardan etkilenediginin ustune bassada.
Bir noir cercevesi icinde bu sorumluluk kavrami gayet ciddi bir kavram. Cunku noir dunyasinda cevresine olan sorumlulugu kabul etmeyen insanlar yuzunden dogan bir problemler silsilesi var. Park ‘Thirst’tede bunu inceliyor.
Ayrica ‘Thirst’ Park’in epik filmi gibi – bir suru kisiye uzun gelsede, ben film bittikten sonra keske daha uzun olsaydi dedim. (neyseki daha uzun bir versiyonu’da varmis – her ne kadar daha izleyemesekde director’s cut 35-40 dakika daha uzunmus. Kisa bir sure once Londra’da Kore Film Festivalinde gosterildi). Cunku film suresi boyunca, Park degisik genre’larda calisip elindeki temayi bastan asagi inceliyor. Filmdeki ciddi start, Sang-Hyeon’un Tee-Joo ile iliski yasamaya baslamasinda sonra daha garip bir boyut aliyor. Hatta hafif komediye kayiyor. Son kisimda ise gayet ciddi bir dram ve hatta inanilmaz bir minimalism yer aliyor.
Filmdeki seks sahneleri yine bir disa-vurumculuk ornegi: Park’in gozunde bu iki her zaman dis dunyaya kapanik insan icin seks bir kendini ifade etme yontemi ve bu yuzden de gayet fetissel bir durum haline geliyor. Seks seks olmaktan cikip ayni zamanda hayvani bir bosalma haline geliyor.
Butun bunlarin isiginda ‘Thirst’i Park’in ‘vasat’ isleri arasina koymak bence gayet yanlis. ‘Oldboy’ daki gosterdigi yetenigi alip daha da olgunlastirarak bir yonetmen var karsimizda oldugu kanisindayim. Oradaki ‘manga’-esque ligin yerine daha sade ve lirik bir anlatimla karakterlerine guvenerek ilerlemeye calismasi, bundan sonra cikaracagi islerin bizim tahmin edebilecegimizden de daha zengin olacaginin bir gostergesi bence.
Sayın Evrim Ersoy,
Çok güzel anlatmışsınız. Değişik fikirler yazıya renk katıyor ve filmin tartışılmasını sağlıyor bence. Sizi rahatsız edebildiysem de mutluluk duyarım. Zaten ben de komediye kaçan kısım için kullandım bu tabiri. Filmin genelinde bir absürdlük olduğunu kabul edersiniz sanırım.
Düşüncelerinizi bizle paylaştığınız için teşekkürler. Eğer yaptığınız röportajın bir linki varsa okumak isterim.
Sayin Usenmez;
Roportaj HMV websitesi icin kamera ile cekildi – su anda alt yazilandiriliyor sanirim. Siteye konur konmaz buraya link’ini koyacagimdan emin olabilirsiniz.
Filmde ki uçma sahneleri, vampirlik oyunları bana çok yapmacık geldi. True Blood benzetmesine büyük ölçüde katılıyorum. Anlamadığım bir nokta var. Rahip neden çadırdaki kıza tecavüz ediyor? Burası bir soru işareti olarak kaldı.En beğendiğim ve beni güldüren sahneler, kadının bıçağı kocasının ağzına doğru indirip kaldırması, ve kocasının düşlerine girmesi, sevişirken aralarına girmesi. Ölünün burnundan akan beyaz sıvı da bir hayli ilgimi çekti.
Filmi vasat üstü olarak değerlendiriyorum. Park’ın diğer filmlerine baktığımızda bu filme kötü bile diyebiliriz. Yine de izlemesi eğlenceliydi.
@depressive:
filmi seyredeli epey oldu, zihnim bulanık, ama o sahneyi izlerken iki farklı yorum getirilebileceğini düşündüğümü hatırlıyorum:
1) Sang-hyeon film boyuna rahip doğası ile vampir doğasının çatışmasını yaşıyor. Tae-joo’nun vampir doğasını (eski ezilmişliğinin de etkisiyle) bütünüyle sahiplenmesi Sang-hyeon’un zaman zaman susuzluğuna kulak vermesiyle birleşince günah işlememek için duyularından, hatta yaşamından bile kurtulmak isteyen rahip doğasından sapmasına neden oluyor.
2-a) Çadırlarla kapısında yolunu gözleyen grup Sang-hyeon’u dogmatik bir biçimde azizlik mertebesine yükseltiyor. oysa Sang-hyeon, her ne kadar karşı koymaya çalışsa da, gittikçe vampir doğasına teslim olduğunu görüyor. kendisini yücelten insanların varlığı bu durumu daha da belirginleştirerek ruhsal çarpışmalarını daha da şiddetlendiriyor. Bundan bir an önce kurtulması gerekiyor.
2-b) bu dogmatik bir inanca kapılan grup hiçbir izahı, hatta Sang-hyeon’un inkarlarını bile kabul etmeyecek kadar körleşmiş durumda. onları bu çarpık inanıştan kurtarmanın tek yolu bir azizin tam zıddı şekilde hareket etmek.
Deniz Akhan 2-b şıkkını filmi izlerken düşündüğümü anımsadım bir anda. hatırlattığınız için teşekkür ediyorum size.En mantıklı argüman bu olsa gerek.
Soz verdigim gibi Chan-Wook Park ile yaptigim roportaj: ne yazik ki Turkce altyazisi yok.
https://www.youtube.com/watch?v=6-9vG-9TSM8
https://www.youtube.com/watch?v=9g_8_qx5eI8
“Filmde komedi unsurunun da yerinde kullanıldığını söyleyebilrim. Ancak bazı sahneler özellikle güldürsün diye mi çekilmiş yoksa aslında ciddi bir sahne de saçma mı kaçmış pek belli olmuyor”
çok doğru bir tespit ve bu tespitin kesin bir yanıtı var. bu durum çoğunlukla yerel-lokal-bölgesel özellikler taşıyan filmlerde oluyor. mesela yabancı seyirci, vizontele filminin neden bu kadar yüksek seyirciye sahip olduğunu çözememişti. hatta bu filmde izleyecek ne bulmuşlar diye soruyorlardı.
gael garcia bernal’in el crimen del padre amaro-günah filmi, meksikanın en çok izlenen filmiydi. buna da biz anlam verememiştik.
benim tecrübem mahsun kırmzıgül’ün güneşi gördüm filmindeydi. mahsunun oynadığı erkek çocuk isteyen karakteri, mahsunun kötü oyunculuğun katkısıyla komik olmaya mı çalışıyordu, kara mizah mı yapıyordu yoksa tamamen mahsunun kötü oyunculuğundan dolayı sahne zaten hiç bir şey anlatamıyor muydu çözememiştim.
Chan-wook Park çok talihsiz bir yönetmen…şayamalan ve bırayn singere oranla daha kaliteli olsa da ikisinin kaderini paylaşıyor
3 yönetmenin ortak noktası ilk filmlerinde kurgu oyunları ve sürpriz final yaparak hem üst düzey hem de sinemanın çoğunluğunu oluşturan alt düzey izleyiciyi avuçlarının içine almışlar ve sonraki filmlerinde benzer numaraları yapmayınca-yapamayınca yetenekleri hem tartışılır hale gelmişti hem de alt düzey izleyicinin tamamını ellerinden kaçırmışlardı.
park’ı şanssız yapan nokta ise yeteneksizliği değil tam tersine yeteneklerini filmlerine işlemek istemesiydi. park’ın filmlerinin seyri kolay, izleyiciyi çok zorluyor hatta ağır-tuhaf kurgusuyla da biraz yoruyor; doğrudur. ama izlenmeyi hak eden hangi yönetmen için söylenmiyor ki bu laf…griffit, ayzınştayn, kubrik, tarkovskiy, turufo, godar, haneke, venders(ki filmlerini anladığım halde sinema anlayışını hiç sevmem)… daha da çoğaltmak mümkün.
meşrutiyet döneminde doğanların gözü kara biraz da cahll birer asker olmaları, ramazan ayında erzurumun bilmem hangi köyünde açık lokanta bulamayanların oruç tutanlardan nefret etmesi vb travma yaşayan insanlar gibi park da benzeri bir tıravmaya sahip. park ve diğer tüm güney koreli yönetmenlerin yaşadığı ama türk izleyicisi dahil hiç bir dünya insanın bilmediği-umursamadığı korenin bölünmüşlüğünden duydukları acı. işte bu tıracmayı görmezden gelirseniz ne park’ın filmlerini ne de o çok bayıldığınızı iddia ettiğiniz my sassy girl vb romantik komedileri gerçekten anlabilirsiniz, sevebilirsiniz.
hani türkiyede, ne demekse aptalca bir geyik vardır: islamiyet, bu coğrafyada insanları birleştiren bir harçtır(hani çimento+su+kireçten yapılan) geyik olmayan benzeri bir düşünce güney kore sineması için geçerlidir. ikiye bölünmüşlükten acı duymayan tek bir koreli yoktur.
çoğu kore romantik komedisi ayrılan aşıklarla başlar ve zorlu bir aşka yelken açar. amerikan sömürüsüne alışmış apolitik cahil türk izleyicisi “oh be, ayrılıkla başladı ama güzel bir aşkla bitti” tesellisiyle kendini avutur. oysa ayrılan aşıklar da bölünen kore vardır; o zorlu yeni aşkta ise zor olduğu bilinen birleşme düşüncesi vardır.
bırayn singer 16 yıldır sinema yapmıyor sadece seyredilebilir filmler yapıyor. şayamalan işaretler de yönetmenliğinin doruğuna çıktı. köy ile battı, sudaki kız ile yerinde saydı, hava bükücü ile bir anda örneği görülmemiş bir dip yaptı. ama park hep iyi işler yaptı. anlamak isteyen çıkmadı. herkes ondan dinamik bir kurgu ve sürpriz son bekliyor ve kendine sinema izleyicisi diyor.
anlamak istiyorsan seyretmesini bileceksin. söz meclisten dışarı, park’ın filmlerini aşağılarken kendinizi aşağıladığınızı unutmayın sakın