This is The End poster“World’s End seyretsem de kan şekerim normale dönse” dediğim şu günlerde yolum Seth Rogen’in yeni filmi This is the End ile kesişti. Sanırım ikimiz için de ilginç bir deneyim oldu bu, zira Rogen’ın mizahının hedef kitlesi olmaktan fazlasıyla uzak biriyim. Yanlış anlaşılmasın, bu tamamen benimle alakalı bir durum, Cornetto Üçlemesi’ni saymazsak yakın dönemden ne İngiliz ne Amerikan komedi filmlerine ilgim vardır (En son seyrettiği yabancı sitcom Fraiser olan bir adamım ben). Gene de “kıyamet koptu dediler geldik” hesabı This is the End’e bir el atayım dedim, fena da olmadı hani. Seyredilesi, hatta bazı noktalarda gerçekten kahkaha atılası bir film olmuş Rogen’in son çalışması. Buna rağmen pek çok noktada “daha iyi olabilirdi” dedirten bir hamlığa, bir oturmamışlığa da sahip. Hakkında kesin yargıya varılması kolay bir film değil elimizdeki.

Filmimiz Jay Baruchel’in Los Angeles’a Seth Rogen’i ziyarete gelmesi ile başlıyor. Kadim ancak son zamanlarda araları biraz açılmış iki dost, biraz sosyalleşmek için James Franco’nun evindeki çılgın partiye gitmeye karar verir. Daha doğrusu Seth, Jay’i zorla götürür. Yarım saatlik Hollywood tipi villa partisi görüntülerinin ardından ise bir anda kıyamet kopar (Aynen yazdığım netlikte kopuverir kıyamet, şaşırmayın). Rihanna’nın ve Michael Cera’nın cehennem ağzında yutulmasının ardından Jay, Seth, Jonah (Hill), Craig (Robinson) ve teasdüf eseri Danny McBride; James Franco’nun çatısının altına sığınırlar. Sonuçta kriz ne kadar büyük olursa olsun Hollywood’un ünlülerini elbet birileri kurtarmak zorundadır, onlara öğretilen budur. Sonuç olarak altı kafadar birkaç şişe su ve kilolarca esrar ile kapandıkları malikanede kıyameti “yaşamaya” başlar, biz de bir buçuk saat onları seyrederiz.

This is the End’de her oyuncunun kendi kurgu versiyonunu canlandırması filme eğlenceli bir hava katmış ki film mizahını bundan besliyor. Yani Jonah Hill’in Moneyland’da aldığı Oscar adaylığı ile ikide bir böbürlenmesi, James Franco’nun zengin yakışıklı playboy imajının tepetaklak olması, tayfanın yapacak iş yokmuş gibi “Pineapple Express 2 çekelim yahu” demesi gibi olaylar hep bu “sahnede kendini oynama” ilüzyonunun filme kazandırdıkları. Ne var ki film bu yapısına fazla güvenip kaliteyi biraz alçakta tutuyor. Filmin belki de ilk yarım saati sadece partideki ünlüleri göstermek üzerine kurulu ki çoğu isme hakim olmayan biri olarak bu girizgah bana fazla uzun geldi. Aksiyona hemen ilk üç dakikada girilmesini tutturan biri değilimdir ancak “ünlü yüzleri gösterdiğimiz sürece seyirci sunduğumuzu hazmeder ses çıkarmaz” mantığının da bu kadar gözüme sokulmasını istemem. Hele ki birazcık yeni nesil Hollywood isimlerinden uzaksanız bu ilk yarı size gerçekten hiç bir şey ifade etmeyecektir.

This is The End orta

Ama ilk yarım saati atlatıp kıyamet gününe merhaba diyebilirseniz size garanti veririm film kalan süresini taşımasını bilecektir. Espriler muhteşem olmasa da bazı yerlerde (özellikle Emma Watson yan odada uyurken geçen tecavüz tartışmasında) katıla katıla gülmeniz garanti. Onun dışında biraz erkek yatakhanesi ya da kışla mizahına hazırlıklı olun, eğer bunları göze alır hatta hoş bulursanız filmi gerçekten memnun bitirirsiniz. This is the End’in mizahı çok zeki değil ama bir Amerikan Recep İvedik’i ile de karşı karşıya değiliz şükürler olsun.

Açıkçası bu filmin, Wright-Pegg-Frost’un World’s End’inin kaçınılmaz başarısı öngörülerek yapıldığını görmek zor değil (This is the End’in tohumları ilk olarak 2007 tarihinde Jay and Seth verus the Apocalypse adlı kısa filmde atılsa da filizlenmenin bugünü bulması tesadüf olamaz). İngilizlerin ısıtacağı divanda  Hollywood da doğal olarak uzanmak istemiş ve This is the End doğmuş. Ben doğrusunu söylemek gerekirse daha az özgünlük beklediğimden filmden memnun ayrıldım. Kadroda da tek ilgimi çeken oyuncu 2009 Kanada yapımı The Trotsky ile kalbimi çalan Jay Baruchel’di ki o da zaten başrolü taşıyordu, şikayet edeceğim çok bir nokta kalmadı bu yüzden. Beni tatmin eden, ortanın biraz üstü bir film diyebilirim This is the End için. Ancak şurası bir gerçek ki fazla günü kurtarmaya, toplayabildiği kadar hasılatı bir seferde toplamaya yönelik esprileri ve ünlü yüz şovundan ötürü ileride unutulmaya mahkum bir filmle karşı karşıyayız. Belki yirmi sene sonranın retro tutkunları bugünü merak edip This is the End’e dönüp bakarlar ama açıkçası hiçkimsenin bir beş sene sonra bu filmi seyredesi gelmeyecek. Bu sebeple seyredecekseniz şimdi seyredin, ileriki tarihe ertelemeyin.

Yigilante Kocagöz

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Across the Universe (2007)

Across the Universe, Hair ile The Wall arasında bir yerde.
blank

ATM (2012)

Yönetmen David Brooks ilk uzun metrajı ATM filminde “büyük fikirden