Martin McDonagh; “In Bruges” (2008) ve “Seven Psychopaths”ten (Yedi Psikopat, 2012) sonraki üçüncü uzun metrajı olan Three Billboards Outside Ebbing, Missouri‘de yine formunda. Önce Adana Uluslararası Film Festivali’ndeki Türkiye galasında, sonra da Filmekimi İzmir’de izleme fırsatı bulduğum film, son zamanlardan gördüğüm en ince, en zarif senaryolardan birine sahip. [Yazının bundan sonraki kısmında film için “Three Billboards” adı kullanılacaktır.]
McDonagh; Oscar’lı kısa filmi “Six Shooter”dan (2004) beri kendine has bir tarz inşa ediyor. “In Bruges”de kusursuz bir forma bürünen bu üslup, öteden beri, baş edilmesi güç bir acıyı/kaybı merkeze alan yapısıyla John Woo filmlerini ve beklenmedik/ani şiddet gösterileriyle çıkış arayan yapısıyla kısmen Coen Kardeşler sinemasını andırır. “Three Billboards”da ise bu Coen’lere benzeme hâli, (şimdilik) en mükemmel biçimini almış durumda. Çok hoşuma giden bir benzetmedir, “La donna del lago” (1965) hakkındaki yazımda da bahsetmiştim. Edward Dmytryk’in “Mirage” (1965) filmi için “Best Hitchcock out-Hitchcock” tanımını kullanırlar, yani Hitchcock olmayan (Alfred Hitchcock tarafından yönetilmemiş) en iyi Hitchcock tarzı film. “Three Billboards” için de (şimdilik) “Best Coens out-Coens” diyebiliriz.
McDonagh’ın kılı kırk yaran senaryolarının omurgasında, bir insanın kaybından duyulan acı ve pişmanlık yatar. (Acaba gerçek hayatında kendi kimi kaybetti?) İncil terminolojisiyle hareket eden filmlerinde; merak duygusunu körükleyen, “acaba şimdi ne olacak?” dedirten en önemli şey odur. Bu katlanılmaz/dayanılmaz acı, Hristiyan inancında kurtuluş (salvation) gerektiren pişmanlık ve o kurtuluş için ödenmesi gereken bedel/kefaret (redemption) tüm filmlerinin üstünü adeta tül bir perde gibi usulca örter. “Six Shooter”da karısını kaybeden Donnelly (Brendan Gleeson) ile bebeklerini kaybeden karı-koca (Aisling O’Sullivan ve David Wilmot), “In Bruges”de yanlışlıkla küçük bir çocuğu öldüren kiralık katil Ray (Colin Farrell), “Seven Psychopaths”te kızını kaybeden “Quaker” (“Şapkalı Adam” da diyebiliriz) ve “Three Billboards”da da kızını kaybetmiş olan Mildred (Frances McDormand) aslında benzer acıların zindanında hapsolmuş gibidirler. Özellikle evladını yitirme teması, McDonagh’ın filmlerinde sıklıklı kendini yineler. (Gerçek hayatında kendi de mi evladını yitirdi yoksa?)
“Three Billboards”u ustanın önceki filmlerinden ayıran en önemli şey ise belirgin bir şekilde Coen-vari bir film olması. McDonagh, bu etkiyi verdiği röportajlarda da dile getiriyor zaten. Hatta senaryoyu kafasında Frances McDormand’ı düşünerek yazdığını da söylüyor. Üstelik, McDormand’a Mildred rolü geldiğinde çekinmiş ve reddetmeyi düşünmüş, onu ikna eden de senaryoyu çok beğenen 30 küsur yıllık eşi Joel Coen olmuş, “Kapa çeneni ve yap şunu” diye. Niye ilk etapta rolü kabul etmek istemediği konusuna birazdan tekrar döneceğim. Gelelim filme…
***Yazının bundan sonrası “sürprizbozan” (spoiler) içermektedir***
“Three Billboards”un senaryosu tıpkı “In Bruges”de olduğu gibi, her biri hikâyeye hizmet eden sayısız detayla örülü. En ufak bir nokta bile ihmal edilmiyor ve zamanla anlam kazanıyor. Yani “In Bruges”deki “çıkışmayan bozukluk”un yarattığı etkiye benzer şeyler bu filmde de bolca var. Jerome’la Dixon’ın geçmişi, Mildred’ın eski kocasının treyleri, Willoughby’nin mektuplarındaki ayrıntılar, Mildred’a dişçide yapılan iğnenin sonucu, Dixon’ın ırkçılığını kimden aldığı, Mildred’ın kızının nasıl öldüğü gibi. Her ayrıntı filmin ilk yarısına daha sonra taşların yerine oturması için ustaca serpiştiriliyor. Hatta Willoughby’nin kızlarını uyuturken yaptığı sevgi dolu hareketin/jestin bir benzerini Dixon’ın Idaho’ya doğru yola çıkmadan önce annesine yaptığını görünce tebessüm ediyorsunuz. Benim favorim ise Mildred’ın kızının dosyasının yangından nasıl kurtarıldığı oldu.
McDonagh film boyunca hikâyeye sürükleyiciliğini kazandıran sürprizleri, farklı sekanslar arasında elden ele dolaştırıp, genellikle olaya farklı bir boyut kazandıran ikinci bazen üçüncü bir sürprizle noktalıyor hatta ve hatta kimi zaman o sürprizleri, başka gelişmelerle bağlıyor, ilişkilendiriyor. Bu sayede, örneğin, sadece tabelaların yakılmış olmasına değil, kimin yaktığına da şaşırıyorsunuz. Tabelalar kimliği belirsiz bir kişi tarafından yakılıyor. Şaşırıyorsunuz. Başka bir sahnede, bu kişinin kim olabileceğine dair kuvvetli bir emare görüyorsunuz. Şaşırıyorsunuz. Sonlara doğru tamamen alakasız bir sahnede aslında tabelayı kimin yaktığını öğreniyorsunuz. Tekrar şaşırıyorsunuz. Ama tüm bunlardan sonra asıl şaşırdığınız şey, o tabelalar yakıldıktan sonra Mildred’ın karakolu yakmış olduğu ve Dixon’ın da o yangında ağır yaralanmış olduğu gerçeğinin ortaya çıkmış olması oluyor. Üstelik bu da yetmiyor, McDonagh asıl sürprizini son sahneye saklıyor. Filmde hikâyenin gidişatında köklü değişikliklere yol açan buna benzer çok sayıda ayrıntı (mektuplar, James’in Mildred’a karşı hisleri, Dixon’ın Willoughby’ye duyduğu sevgi ve bağlılık vb.) mevcut.
“Three Billboards”un, biraz da “bilmesine rağmen yine de öyle davranmak” kabilinden nihilist bir alt metin içerdiğini söyleyebiliriz, filmi Coen-vari tonlara taşıyan özelliği kanımca bu. Filmde; reklamcı Welby’nin hastanedeki oda arkadaşının gerçek kimliğini öğrendikten sonra yine de ona portakal suyu ikram etmesi, filmin finalinde arabada geçen sohbet, Mildred’ın Willoughby’nin kanser olduğunu ve üstelik hastalığının terminal aşamada olduğunu biliyor olmasına rağmen tabelaları kiralayıp onu itham eden yazılar yazdırması, James’in neler döndüğünü biliyor olmasına rağmen Mildred’ı kollaması, Robbie’nin kız kardeşi hakkındaki şaşırtıcı bir gerçeği biliyor olmasına rağmen bunu annesinden gizlemesi, Willoughby’nin eşine ve Mildred’a yazdığı mektupların içeriği gibi çok sayıda detay, o karanlık ve nihilist tonun tesadüf olmadığını gösteriyor. Hatta filmin final cümlesi, bu anlamda bir zirve: “Orada karar veririz”.
Filmi ikinci defa seyredince büyük takdir toplayan senaryosunda ne gibi boşluklar yakalayabilirim diye kendi kendime sordum, biraz da araştırdım. Bir tanesini, ilk etapta role uygun olmadığını düşünen Frances McDormand bizzat yakalamış. Senaryo iki yıl önce kendisine geldiğinde 58 yaşındaymış. Mildred karakterinin liseye giden oğlunun ablası birkaç ay önce öldürüldüğüne göre demiş McDormand, bu kadın hamile olduğunda (en az) 38 yaşındadır. Öyle bir kasabada o sosyal statüdeki bir kadın çocuk sahibi olmak için o kadar beklemez. Aslında haklı. Ama hepimiz Martin McDonagh’ın Frances McDormand’ı seçmesinin asıl nedeninin onun Coen Kardeşler filmlerindeki rolü ve önemi olduğunu biliyoruz, bilhassa “Blood Simple” (1984) ve “Fargo”daki (1996). O yüzden bu durumu görmezden gelebiliriz. Benim yakaladığım nokta ise, kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki üç reklam tabelasının (billboard) aylık ücretinin nasıl o denli yüksek olduğu. Aylık 5.000 dolar, kasabayı gördüğümüz kadarıyla öyle bir yerdeki görece kullanım dışı olan tabelalar için manasız yükseklikte. Ama aylık ücret eğer o kadar yüksek olmasaydı, Mildred ödeme güçlüğü çekmez, Willoughby’nin yaptığı güzellik de (mektupla verdiği destek) anlamlı olmazdı. Tabelaların bulunduğu yer, o denli ıssız bir nokta olmasaydı, bu sefer de Mildred’ın kızının evine birkaç yüz metre kala saldırıya uğrayıp tecavüz edilmesi ve ardından da cayır cayır yakılması mantıksız olurdu. Bence McDonagh’ın senaryonun yazım aşamasında bir türlü işin içinden çıkamadığı, tıkanıp durduğu şey bu olmuştur. Senaryoyla ilgili içime sinmeyen, yegâne olumsuz eleştirim budur. Yönetmene tek bir soru sorma hakkım olsaydı, bunu sorardım.
Son tahlilde; “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”, iyi yazılmış, iyi çekilmiş, atmosferi çok güçlü bir film, böyle olunca diğer bazı özellikleri de kendiliğinden öne çıkıyor. Carter Burwell’ın müzikleri, Jon Gregory’nin kurgusu ve Ben Davis’in görüntü çalışması yakında birçok önemli ödül kazanırsa şaşırmayın. Ama asıl alkışı hak eden filmin muhteşem oyuncu kadrosu. Frances McDormand (Mildred Hayes) sinema tarihine unutulmaz bir portre daha hediye etmiş, açıkçası “Seven Psychopaths”te biraz zayıf kalan Sam Rockwell (Dixon) gizli bilimkurgu hazinesi “Moon”daki (Ay, 2009) gibi yakıcı bir performans sergilemiş, ona ayrıca bayıldım. Öteden beri hastası olduğum Woody Harrelson (Willoughby) da çok çarpıcı ve akılda kalıcı bir karakter yaratmış, başta ailesiyle birlikte olduğu sahneler olmak üzere yer aldığı bütün sahnelerde inandırıcılığı had safhada. Bu üçlüden en az ikisi Oscar’a aday olacaktır diye düşünüyorum. Beni şaşırtan bir aktör de kısa süresine rağmen etkileyici bir yan rol ortaya koyan John Hawkes oldu. “The Sessions”daki (Aşk Seansları, 2012) rolüyle aklımıza kazınan Hawkes adeta küllerinden doğmuş. Filmin birbirinden güzel iki aktrisi, Samara Weaving ve Abbie Cornish’i de daha uzun yıllar seyredeceğimize eminim.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç