İyilik neye yarar,
Öldürülürse iyiler çarçabuk,
ya da iyilik görenler?
Özgürlük neye yarar,
yaşarsa bir arada
özgürlerle tutsaklar?
Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese,
akıl neye yarar?
İyi insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
iyilik beklenmesin!
Özgür insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
özgürlük sevgisi geçersiz olsun!
Akıllı insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
akılsızlık zararlı olsun! (Bertolt Brecht)
Bertolt Brecht’in şiirini okuduğumuzda “dünyayı nereye götüreceği” anlaşılan Recep İvedik’ten ancak üçüncü filmden sonra haberim oldu. Üçüncü filmi sinemada, ilk iki filmi ise evde izledim. Filmleri izledikten sonra özellikle ilk filmdeki argo “esprileri” hızla benimseyen ve bunu günlük yaşantısında kullanan geniş bir kitlenin de farkına varmış oldum. İzlerken gülmedim desem yalan olur ancak insanın insanileşmesi mücadelesinde taraf olmaktan kaçınan filmin ağlanacak haline üzüldüğüm anların, güldüğüm anlardan fazla olduğunu söylemeliyim. Bilgiye, estetiğe, haysiyete, dayanışmaya, ahlaka ve eleştirel akla böylesine düşman bir tiplemenin bir “halk kahramanı” olarak görülmesinin ve sevilmesinin acı verici olduğunu düşünüyorum.
Üçüncü filmden sonra kısa bir yazı yazdım. Ne var ki bu yazı beklediğimden farklı tepkilere yol açtı. Yukarıda sözünü ettiğim kitleden bazıları “işte bu, harika yazı” diyerek sahiplenirken, karşıtları ise “böyle yazı mı olur” diyerek karşı çıkıyordu. Kısaca, yazımdaki ironi kimseleri tatmin etmemişti. Geniş kapsamlı bir yazı hazırlamaya karar vermem o günlere rastlar ancak ne zaman yazmaya başlasam bunalıp vazgeçtiğim için şimdi bitirebildim.
Aradan yıllar geçti, iki film daha piyasaya sürüldü, sonuncunun çıkması da an meselesidir. İlk film 2008 yılında, 200’ün üzerinde kopyayla gösterime girmiş ve dört milyon seyirciye ulaşmıştır. Sonraki her film bir öncekinin rekorunu kırmış, tüm zamanların en çok izlenen on Türk filminin dördünü Recep İvedik filmleri oluşturmuştur. Beş filmin toplam seyirci sayısı ise 30 milyona yaklaşmıştır. Son on yılın seyirci ortalamasının 50 milyon olduğu ve yaklaşık 3.000 civarında yeni filmin gösterime girdiği göz önüne alındığında Recep İvedik filmlerini sinemada izleyen seyirci sayısının ne kadar yüksek olduğu çok net bir şekilde görülecektir.
“Uexküll, sık sık, belli bir hayvan öznenin, bulunduğu çevredeki şeylerle kurduğu ilişkinin, bizim insani dünyamıza bağlı nesnelerle kurduğumuz ilişkiyle aynı zaman ve mekânda gerçekleştiğini düşündüğümüzü belirtir. Bu yanılsama, bütün canlıların bulunduğu tek bir dünya olduğu kanısına dayanmaktadır. Uexküll ise, bu şekilde tek bir dünyanın ve bütün canlılar için tek bir zaman ve mekânın olmadığını göstermiştir. Güneşli bir günde yanımızda uçuştuğunu gördüğümüz arı, yusufçuk böceği ya da sinek bizim onları gözlemlediğimiz şekilde hareket etmemektedirler ve bizimle aynı zaman ve mekânı paylaşmazlar.” (Giorgio Agamben, Açıklık)
Geçtiğimiz günlerde, yerli filmlerin gişesinde yüzde 50’ye yakın bir düşüş yaşandığı, 12 milyon seyircinin salonlardan uzaklaştığına ilişkin haberler okudum. Benim için asıl şaşırtıcı olan “kendi hikâyemizi anlatamadığımız” için yerli filmlere ilginin azaldığı söyleyen bazı naif insanların olduğunu görmekti. Günümüzde hâlâ böyle düşünen birilerinin kaldığını görmenin beni hüzünlendirdiğini söylemeliyim. Bu dostlara, yakında yeni bir Recep İvedik filminin gösterime gireceğini, söz konusu farkın hızla kapanacağını ve böylece üzerinde düşünecek sorun kalmayacağını hatırlatmak isterim. Yine de yeri gelmişken bu konuda birkaç söz etmek gereklidir.
“Yaklaşık iki yüz yıl önce geleneksel sanat kavramının yazgısını tayin edecek bir bölünme gerçekleşti. Beceri ve zarafetle icra edilen her türlü insan etkinliğini iki bin yılı aşkın bir süredir ifade eden sanat kavramı ikiye ayrıldı: Bir tarafta yeni güzel sanatlar kategorisi (şiir, resim, heykelcilik, mimarlık, müzik ve diğerleri), bunun karşısında ise zanaatlar ve popüler sanatlar (ayakkabıcılık, nakışçılık, hikâye anlatıcılığı, popüler şarkılar, vesaire). Artık, güzel sanatlar diye adlandırılan şey, esin ve deha ile ilgili bir meseleydi, bunlar incelmiş zevkler yaratarak kendi kendilerini amaç olarak sunan şeylerdi. Oysa modern sanat sistemi bir öz ya da yazgı değil, yalnızca bizim ürettiğimiz bir şeydir ve bir Avrupa icadıdır. Aydınlanmayla ortaya çıkan diğer pek çok şey gibi, Avrupalı güzel sanat düşüncesinin de evrensel olduğuna inanılıyordu. Avrupalı ve Amerikalı ordular, misyonerler, girişimciler ve entelektüeller, en başından beri bunu evrenselleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.” (Larry Shiner, Sanatın İcadı)
Kendini şair ilan eden bir zavallı, gençliğinde –ilk gençliği mi acaba?- katıldığı bir söyleşiye konuk olarak çağrılan bir başka zavallıya “niçin şiir yazdığını” sorduğunu, onun “nedenini bilmeden yazdığını” söylemesinden çok “etkilendiğini” ve bu etkiyle şiir yazmaya başladığını anlatıyordu. Nedenini bilmeden şiir yazmayı hiçbir zaman anlayamayacağım. Bir insan, niçin yazdığını bilmiyorsa “niçin” yazmaktadır? İnsanın yapıp ettiği her şey bir üretimdir ve şiir de buna dâhildir. Niçin yazdığını bilmeyen, esin ve dehayla dolu, incelmiş zevklere sahip, yaratıcı “şairler” üzüleceklerdir ancak kötü haberi vermek isterim. Şair, kutsal bir insan değildir ve bir “şey” yazabildiği için diğer insanlara üstünlüğü yoktur. Bir kadın veya bir adam çıkıp da, “ben bir şey yazdım ama nasıl yazdığımı ve niçin yazdığımı bilmiyorum, bu ilahi bir esinle oluştu” derse, bu modern zamanların sözüdür diye düşünürüm ve bu sözde esine sahip olduğunu iddia eden insanların çokluğu karşısında şaşkınlığa düşerim. Halkından kopuk, isimleri yalnızca okunmayan dergilerde ve küçük bir kesim tarafından bilinen, şiirleri şarkılara, türkülere, öykülere, romanlara, oyunlara hatta filmlere dönüştürülmemiş, sevdaya, hüzne, acıya katık edilmemiş ve insanın insanileşme mücadelesinde insana taraf olmamış bir “şey” asla şiir değildir.
“Avrupa’da dine dayalı bir kültürden bıkılarak din dışı bir medeniyete karşı derin bir arzu ve istek doğduğu zaman Avrupalılar bu din dışı medeniyeti Eski Yunanlılarda buldular. Onların edebiyatları, kendi kendine doğmuş ve aynı seviyede, düzenli bir gelişme göstermişti. Sonra o edebiyatlarda hâkim olan alışılmış hususiyetler görülüyor ki milletlerarası sanatın esaslarını teşkil ediyor. Bu milletlerarası esaslar, tabiatiyle, herhangi başka bir millet tarafından da kolaylıkla alınabilir ve bunları almakla o milletin milli zevki zarar görmez, zedelenmez. Çünkü bu hususiyetler sadece sanatın şekline aittir ve bu şekillerin kullanılması, ruhun milli olmasına engel teşkil etmez.”(Ziya Gökalp’ten aktaran: Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki)
Ziya Gökalp’in böyle düşünmesine çok şaşırdığımı baştan söylemeliyim. İçinde bulunduğumuz hali görebilse hâlâ aynı şekilde düşünmeye devam edebilir miydi acaba? Ülkemizde eli kalem tutanların çoğunluğu daha Yunan “sanatını” taklit etmeyi becerememişken karşımıza bir de ilahi esinler alan, derin katmanlar arasında yolculuk yapan, kudretli ve yaratıcı kutsal yazar çıkıyor. Bu denli kafa karışıklığının olduğu bir yerde sanatı özüne döndürmek hayli zorlu mücadele gerektiriyor. Balkan Harbi sırasında cephede bulunan Fransız gazeteci Georges Remond, anılarında, cephede “gördüğü feci ve dehşet verici olayları hakkıyla tasvir edemeyeceğini” söyler ancak “Beyoğlu sokaklarında karnaval âlemleri olanca şaşaasıyla devam ediyor, maskeli adamlar Beyoğlu caddesinde dolaşıyorlardı” der. Yazacak çok şey var ancak kısa kesmek gerekirse Balkan Harbi üzerine kaç şiir, kaç öykü, kaç roman yazılmıştır. Balkanlardan ülkemize göç etmek zorunda kalanların hem oradaki hem de buradaki dramlarını kaç eser anlatmıştır. Anadolu’da Yunanlıların yaptıkları zulümleri yerinde görmek için 1922 yılında Mustafa Kemal tarafından kurulan “Tahkik-i Fecayi Heyeti” raporları henüz bütünüyle açıklanmamış olmasına karşın kaç “sanatçımız” bunları merak etmektedir acaba? İstiklal Harbi için kaç şiir, öykü, roman yazılmış, kaç film çekilmiş, kaç tiyatro oynanmıştır, bir elin parmaklarını geçmez herhalde. Bizim “sanatçılarımız” Yunan sanatını kopyalamaktan veya ilahi esinlerini aldıkları yüce göklerde dolaşmaktan fırsat bulamamış olmalılar.
“Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayımladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz; Mevlâna, Dante’den küçüktü; Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti, o kadar ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk Genç bir ozan hatırlıyorum: yumruğunu göğsüne vura vura; “Ben” demişti, “Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve batılı bir ortama aitim ben.” Bir başkası: Daha yaşlı, basbayağı ünlü, üç aşağı beş yukarı, buna benzer şeyler söylemiş; içi sıra haçlar, Hıristiyan duaları, Tevrat ya da İncil hikâyeleri kımıldanan birkaç şiir okumuştu. İlki Ege Ernard diğeri İlhan Berk’tir. Yeni Türk sanatçısı, kendisini batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Büyük şehirlerimizin o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur. Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara “Sizin klasikleriniz nedir?” diye sorunca, “Bizim klasiklerimiz yoktur” cevabını alır. Yani, Yunus Emre yok, Bedreddin-i Simavî yok, Pir Sultan Abdal yok; Chanson de Roland var, Campanella var, Villon var; Şeyh Galib, Baki, Nedim beş para etmez, var mı Vigny, var mı Ronsard, var mı Poe? İşte bu kafadır ki, buraya Devlet Tiyatrosu’nu Kral Oidipus’la, ya da On İkinci Gece’yle gönderiyor, bu sayede de maaşlı eleştirmecilerin dışında gelip gittiğinden kimsenin haberi olmuyor. Biraz Karagöz, biraz ortaoyunu, biraz ulusal piyesle çok daha Türk ve batılı olacağımızı kime anlatırsınız. Bizim klasiklerimiz yok diyen de Melih Cevdet Anday’dır.” (Attila İlhan, Hangi Batı)
Agâh Özgüç 1969 yılında “Türk Toplumundan Kopmuşlar ya da Kaçış Sineması Üzerine” başlıklı bir yazı yayımlamış, Batı sinemasını örnek alma kaygısının yerleştiğini ve bunun da yabancılaşmaya yol açtığını söylemiştir. “Bu, aydın kişinin Türk toplumundan kopuşu ve bunaltısıdır. Bu kopmalar yalnızca sinemada değil aynı dönemde Türk edebiyatında da boy göstermiştir” diyerek Türk sanatının Türk halkından elbirliğiyle koparıldığını iddia etmiştir. Her kelimesine katıldığım bu yazı, geçmişte, halkın sırtından geçinenlerin değil de toplumun temel sorunlarını dile getirmeye çalışan eleştirmenlerin olduğunu göstermek bakımından hayli şaşırtıcı.
“Yüzyıllar boyunca sanatçılar “ilhamdan” söz etmişler, Tanrı’nın veya meleklerin onlarla konuştuğunu itiraf etmişlerdir. Şimdiki zamanda temel yaratıcı deneyim gizemlidir. Yapılması gerekene ruhumuzu açtığımızda Yaratanımız ile buluşuruz. Yaratıcı gücümüzün keşfedilmesi ve yeniden kazanılması için Yüce Yaratan harekete geçirildiğinde engellerin eridiğine, yaşamların dönüştüğüne tanık oluyorum. Sanatçılar Manhattan’ın her yerinde hücrelerinde didinirler. Çalışmamıza bir keşiş gibi bağlıyız- ve keşişler gibi, bazılarımıza vahiy gelecek ve bazılarımız, zaferi sadece uzaktan izleyerek, bir Tony ödülüne, bir Oscar ödülüne, bir Kitap Ödülüne sahip olamadan tapınakta çömelerek ve didinerek günlerini geçirecek.” (Julia Cameron, Sanatçının Yolu)
Julia Cameron’un yukarıdaki paragrafını okuyunca bir ödül için derin katmanlar arasında “Yüce Yaratıcısıyla” diz dize oturarak “vahiy” bekleyenleri düşündüm ve aslında tam da istedikleri kişi olan Enis Behiç’in nasıl unutulduğuna şaşırdım. “Derin akışın gerçekleştiği sanatçılar bu katmanlar halindeki akışın en üst seviyesinde, kendisi bile anlamadan bu akışın etkisiyle yazarlar ancak eser bittikten sonra ne yaptığını anlar ve yarattıklarına hayranlık duyarlar” cümlesi de başka bir süslü anlatım örneği. Hay bin kunduz demek geçiyor içimden, bu tam da Taylan Kara’nın “Edebiyatla Ahmaklaştırma” dediği şey değil mi? Öyle süslü anlatıyorlar ki, fare gibi üfleye üfleye uyuşturuyorlar ve en beklenmedik anda kulağınızı, burnunuzu hatta beyninizi yemiş bitirmiş oluyorlar.
“Ormanlardan, çalılıktan köpeğiyle birlikte sıklıkla geçen kırsal sakini, insan ya da hayvan kurbanının üstüne atlamak ve kurbanının kanını emmek üzere bir dalın üstünde avını bekleyen mini minnacık hayvanı illa ki tanır… O, yumurtadan çıktığında, henüz tam olarak oluşmamıştır: Bir çift bacağı ve cinsel organı eksiktir daha. Ama gene de, çimlere yerleşip kertenkele gibi soğukkanlı hayvanlara hücum edebilecek durumdadır. Çeşitli değişim aşamalarından geçtikten sonra, eksik olan organları tamamlanır ve böylelikle sıcakkanlı hayvanları avlamaya yönelebilir. Dişi olanı döllendikten sonra, sekiz ayağıyla, bir dalın en ucuna kadar tırmanır ki yoldan geçen küçük memelilerin üstüne doğru yükseklikten atlayabilsin ya da daha büyük hayvanların geçerken kendisine değmesini sağlasın.” (Jakob von Uexküll’den aktaran: Giorgio Agamben, Açıklık)
Recep İvedik filmlerinde, Beyaz Türk tabir edilen elitlerin, yükselen ve kendi yerini almaya çalışan yeni orta sınıfa duyduğu nefretin anlatıldığını ve bunun halktan olduğu izlenimini verilen bir tiplemenin ağzından dile getirildiğini düşünüyorum. Orta sınıfın yükselişinin, kendilerinin çöküşü olacağından korkan ve Batı ile olan ilişkilerinde zemin kaybetmeye başlayan kesim, “batılaşma” hedefleri ile çelişebilecek böylesine ucuz bir eleştiriyi açıktan yapmayı kendilerine yakıştıramadıklarından, sözde “halk kahramanının” ağzından yapılmış, halkın geleneğine, kültürüne, diline, dinine duyulan ve yıllarca biriktirilen nefret hızla ortaya dökülmüştür.
Beyaz Türk kavramı kentli –aslında kendilerine kentsoylu demeyi pek severler- eğitimli, seküler, çok kazanan ve dolayısıyla çok tüketen, arabesk dinlemeyen, belirli bir yaşam tarzına sahip kesimi ifade etmek için kullanılır. Beyaz Türk etnik olarak Türk olmayı göstermez. Zengin, diplomalı, şarap seçmeyi bilen, Fransız şairlerinden şiirler okuyabilen, rafine zevklere sahip, modern yani Batılı, modaya uyan, tarz sahibi, en iyiyi, en nadir olanı tüketmeyi yücelten kesimdir. “Avrupai, bakımlı, kültürlü, değişime açık, demokrat, “ülkenin geleceğinin teminatı” olarak yansıtılan bu kesim, dergiler, gazeteler, televizyonlar aracılığıyla bıkmadan, usanmadan kitlelere ulaştırılmıştır. Bir nevi Türk rüyası…
“Türkiye’nin yarınları zengin çocuklarınındır. Çünkü bugün Amerika’da çocuk okutabilmenin yıllık faturası en az 25-30 bin dolardır. Bu parayı ancak sınırlı aileler verebilir. Bu parayı verecek ailelerin Amerikan üniversitelerinde okuma şansına sahip olacak çocukları, yarın Türkiye’nin elitini oluşturacaktır. Çünkü bu şansa kavuşmamış ve Türkiye’nin kısır imkânları ile eğitim görmüş olanlar aralarında dağlar kadar bilgi farkı bulunacağından, elitler önde koşacak, ülkenin dümenine onlar geçecektir. Bu böyle biline ve de bu gerçek yüreklere sindirile…” (Güngör Uras’tan aktaran: Rifat N. Bali, Life Style’dan Hayat Tarzına)
Bu satırları yazacak cüreti gösterebilen Güngör Uras’ın söyleşilerinin “Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu” isimli bir kitapta toplanmasının büyük bir ironi olduğunu düşünüyorum. Bu satırları yazan kişi ne kadar saf ve bakir Anadolu çocuğuysa Recep İvedik de o kadar halk kahramanıdır, diyebilirim. Reklamlar, TV programları, gazeteler, filmler, diziler gibi hemen her yerde Beyaz Türkler övülmüş, el üstünde tutulmuş ve örnek gösterilmiştir. Onlar kadar bakımlı, onlar kadar tüketen, onlar kadar sevimli, onlar kadar güzel, onlar kadar yakışıklı, onlar kadar seküler, onlar kadar kültürlü kısaca onlar gibi olmak nerdeyse imkânsız olduğundan uzunca bir süre herhangi bir tehditle karşılaşmamışlardır. Zamanla bir zemin bulan ve yükselmeye başlayan yeni orta sınıf, onların yerini almaya hatta onları tasfiye etmeye başlamıştır. Böylece egemenlikleri sarsılmaya başlamış ve kriz baş göstermiştir. Çatışmanın kaynağı budur. Oysa Recep İvedik çatışmanın halk ile yeni orta sınıf arasında olduğunu iddia etmekte, “hakaretlerini” halkın arkasına gizlenerek ve aynı zamanda halkı aşağılayarak yapmaktadır. Oysa Pareto’nun bir cümlesinde belirttiği gibi, tek değişen “koyun kırkma” yöntemlerinin modernleşmesi olduğundan halk için seçkinlerin kim olduğunun hiçbir önemi yoktur.
“İnsanlığın tarihi, seçkinlerin sürekli yer değiştirmesinin tarihidir. Biri yükselirken biri çöker.” (Vilfredo Pareto)
Afişlere “halk kahramanı” yazılması ve “Şaban” karakteri ile özdeşlik kurma çabaları yapımcıların gayreti sonucu ortaya çıkmış, kitleler böyle bir kıyaslama yapması için teşvik edilmiş hatta buna zorlanmışlardır. Şaban filmleri dönemin silah ambargosu, muhtıra, sokak çatışmaları, sol düşüncenin yükselişi, haşhaş ekimi ve Amerikan karşıtlığının artması üzerine içten içe kaynayan kitlelerin “biz senin ne kadar zeki ve uyanık olduğunu biliyoruz” denilerek kontrol altında tutulması çabası olarak görülebilir. Arada birkaç iyi film olsa da, çoğunun supap görevi gördüğünü düşünüyorum. Melodramlar, Şaban filmleri ve arabesk derken kitleler hızla erotik hatta porno filmlere kurban edilmiş, o da yetmeyince bütün gücüyle Eylül ayı gelmiştir. Bu burjuvazinin halkına duyduğu nefretin ve kinin son aşamasıdır.
Bir halk kahramanı etiketiyle pazarlanan, gecekondularda yaşayanlara, ezilenlere, yoksullara, çaresizlere hitap ediyor gözüken Recep İvedik, ekmek, adalet, haysiyet, özgürlük kavramlarından hiç söz etmeyerek kitleleri bağımlı kılma ve cahilleştirme politikasının bir ürünü olduğunu ortaya koymuştur. Zengin her geçen gün zenginleşirken, kitleleri kaderine uygun davranmaya ve sabretmeye çağıran, halkı ezen, parçalayan, yabancılaştıran sömürü düzeni görmezden gelinmiştir. Adorno’nun söylediği gibi, “300 temel sözcük çağında doğru ile yanlış arasındaki ayrım” sürekli kaybolurken, Recep İvedik filmleri de bu çizgiyi daha da silikleştirmektedir. Recep İvedik’in önüne geleni aşağılaması ve arsızlığı birçoklarında hastalıklı bir “katharsise” yol açtığı, bu “halk kahramanının” dilinden dökülen şu sözlerle ortaya konmaktadır.
“Ben aslında anama babama kızıyorum. Madem genetik yapınız bozuk arkadaş. O zaman neden beni dünyaya bıraktırıyorsun ya? Neden beni dünyaya getirttiriyorsun, ürüyorsun sen? Ben mecbur muyum senin kromozomunun pisliğini temizlemeye ya.” (filmden)
Halkı “batılaşmanın” önünde engel olarak gören burjuvazi ve onun hizmetindeki aydınlar, modadan ve renk uyumundan habersiz, beyaz etle hangi şarabın içileceğini bilmeyen, eski Yunan’a övgüler düzemeyen “cahil” kitlelerin, kendilerinin “ince” zevklerinin “taklitçisi” olmasını beklemişler ancak bu gerçekleşmeyince halkı yetiştirdiği evcil hayvanlarla kıyaslayarak günümüzde de göbeğini kaşıyan, kıllı, kısa bacaklı, lahmacun kokulu ve bidon kafalı gibi tabirlerle damgalamışlardır. Kişiyi değersiz ve yetersiz hissettiren kapitalizm, çaresiz, ümitsiz ve ezilen insanların kibar olmamalarını en büyük kusurları saymakta, “lütfen” demeyi unutanları asla affetmemektedir. Ülkemiz burjuvazisinin de, gelir adaletsizliği, yolsuzluk ve cehaletten değil de “yemek masasına dirseğini dayayanlardan” rahatsız olduğunu bilmek, bu açıdan anlamlıdır.
Bu film serisinde kapitalizm, yoksullaştıran, aşağılayan ve sömüren değil tesadüflerin de yardımıyla kısa sürede şan, şöhret ve servete kavuşmak için fırsatlar yaratan bir sistem olarak yansıtılmaktadır. Recep İvedik’in iş olarak reklamcılığı benimsemesi bunun göstergesi sayılabilir. Yoz bir karakter olan ve insanileşme hedefi gütmeyen Recep İvedik sömürüye karşı çıkmamış, hakaret etmeyi hak aramak olarak göstermiştir. Çalışmayan, üretmeyen kitleler, Recep aç kalmıyorsa ve nasıl her zaman bir yolunu buluyorsa bizler de bulabiliriz yanılgısına düşürülmüştür. Sermaye düzeni emekçinin okumasını, öğrenmesini, eleştirmesini, sorgulamasını ve hakkını aramasını teşvik etmeyeceğine göre gülüp eğlenmelerini teşvik edecektir. Kitle iletişim araçlarının korkunç propagandasına maruz kalan insanlar, fikir ve idealden yoksun bu ürünlere maruz kalırken bir yandan da bu ürünleri “talep ettikleri ve istedikleri” öne sürülerek aşağılanmaktadır. Oysa gerçekler hiç de öyle değildir.
“Bu hayvanın gözleri yoktur ve pusu yerini, derisinin ışığa olan duyarlılığı sayesinde bulabilir ancak. Bu sokak haydudu, tamamen kör ve dilsizdir ve avının yaklaştığını sadece koku duyusu aracılığıyla algılar. Bütün memelilerin sebum foliküllerinden yayılan butirik asidin kokusu, kenenin yerini terk edip avına doğru atlamasına yönelik bir işaret görevi görür. Talih kenenin yüzüne gülerse kene sıcak bir şeyin üstüne düşer ve bu, amacına ulaştığı, sıcakkanlı bir hayvan bulduğu anlamına gelir; mümkün mertebe tüysüz bir yer bulmak ve başına dek hayvanın derisine girmek üzere artık sadece dokunma duyusuna ihtiyacı kalır. İşte şimdi sıcacık kanı ağır ağır emebilir.” (Jakob von Uexküll’den aktaran: Giorgio Agamben, Açıklık)
Geçtiğimiz günlerde çocukluğumun geçtiği ve otuz yıldır gitmediğim topraklara gittim. Komşular, akrabalar, hayal meyal hatırlanan çocukluk arkadaşları derken birçok eve girip çıktım. Bu evlerin çoğunda, bir köşede kendine yer bulabilmiş birer ikişer kitap olduğu dikkatimi çekti. Baktığımda istisnasız hepsinin basım tarihlerinin 60’lı ve 70’li yıllara ait olduğunu gördüm. Şehre uzak, ıssız ve sakin bu köylere kırk yıl önce kitap giriyormuş demek ki. Bir ülkeye yapılan en büyük düşmanlık, halkın okuma, araştırma ve sorgulama isteğini sistemli ve geri döndürülemez bir şekilde yok etmektir. Bu evlere yeni kitap girmiyor oluşu bunun en açık göstergesidir. Her dört kişiye bir otomobil düşmekteyken otuz kişiye sadece bir kitap düşmekte, bu kitaplar da sorgulamayı değil boyun eğmeyi, dayanışmayı değil tüketmeyi, mücadele etmeyi değil kaçışı aşılayan kültür endüstrisi ürünleridir.
Recep İvedik’in dış görünüşü iddia edildiği gibi halktan bir tiplemeye benzetilmeye çalışılmış olsa da hakaret ve nefretinin kaynağının elitlere ait olduğunu düşünüyorum. Böylesine ahlaksız ve haysiyetsiz bir tipi halk ile özdeşleştirmek utanç vericidir. Halk kahramanı denilen bu aşağılık tip, sömürüden, yoksulluktan, gelir adaletsizliğinden, açlıktan, sefaletten değil de “dirseklerini yemek masasına dayayanlardan” nefret eden burjuvazinin kahramanı olabilir ancak çünkü burjuvazi becerikli şekilde hırsızlık yapabilse de silahlı soygun yapmaya cesaret edemez. Kirli işlerini yaptıracak maşalara ihtiyacı vardır. Recep İvedik bilerek veya bilmeyerek burjuvazinin kirli işlerini yapmıştır. Burjuvazi böylece hem kendi eleştirilerini halktan olduğunu söylenen bu tipe söyleterek ellerini temiz tutmayı başarmış hem de bu filmleri izleyenleri aşağılayarak bir taşla iki kuş vurmayı başarmıştır.
Daha ilk filmde “Ayol şunun haline bak. Maymundan beş dakika önce doğmuş yaratık. Senin bu havuzda ne işin var? Sen doğru yalağa git” sözleri, yoga kurslarına, Çin lokantalarına, kahve zincirlerine, tatil köylerine dadanması hatta 300 çeşit balık yaşayan Zeus’un Artemis’i kutsadığı seçkin yerlere gelecek cüreti bulması üzerine dalış yaptığı koyda ölüme terk edilmesi, kendisine duyulan nefreti gösterir. Bir yandan da ninesinin “Ahlaksız, sende ne şeref kalmış ne haysiyet” dediği Recep İvedik, önüne gelene hakaret yağdırırken, kendisi de hakaretlerden kurtulamaz. Eleştiri ve hakaretler hep çift taraflıdır.
İlk filmde, sokaklarda başıboş bir şekilde dolaşırken görülen Recep İvedik, bir adamın cüzdanını düşürdüğünü ancak bunu fark etmeyerek arabaya binip uzaklaştığını görür. Aynı anda, kılık kıyafeti kötü bir adam da yerdeki cüzdanı görmüş ve almak için hamle yapmıştır. Tam cüzdanı almak üzereyken adamın elini tutan Recep İvedik “Ne yapacaksın cüzdanı sen, kira vermezsin, bir şey vermezsin” diyerek müdahale eder. Bu sahne ile açıkça, kılık kıyafetine bakarak insanların “hırsız” oldukları iddia edilir. Oysa bu bir algıdır. Adamın ne yapacağı belli değildir tıpkı cüzdan sahibini tesadüfen televizyonda görene kadar polise götürmeyen Recep İvedik gibi… Adamı televizyonda görmese cüzdanı ne yapacaktı acaba? Evsizleri, dilencileri, üstü başı kirli olanları “hırsızlıkla” itham eden filmde, Recep İvedik’in cüzdan sahibini televizyonda görene dek hiçbir şey yapmamasının izahı yoktur.
Adamın Antalya’nın önde gelen turizmcilerinden olduğunu öğrenir ve cüzdanı teslim etmek için yola çıkar. Çeşitli maceralar yaşayan Recep İvedik Antalya’ya ulaşmayı ve cüzdanı sahibine teslim etmeyi başarır. Adamın tüm ısrarlarına karşın “iyilik” kabul etmeyen Recep İvedik tam ayrılmak üzereyken, otele gelen bir kafilede çocukluk aşkını görmesiyle kalmaya karar verir. Düşürülen cüzdan, dürüst otel sahibi, çocukluk aşkı gibi sahneler, çeşitli toplumsal davranış şekillerinin ortaya konulması için değil Recep İvedik’in Antalya’ya gidebilmesi için kurgulanmıştır. Bu maceraların Antalya’da geçiyor olmasının maksadı filmin senaristlerinden biri tarafından şöyle ifade edilmiştir.
“Bu bağlamda ilk filmin öyküsünün bir tatil köyünde geçmesinin yapımcının isteği olup olmadığına dair sorumuzu, filmin senaristlerinden Serkan Altuniğne, senaryosu nedeniyle tatil köyünde çekildiğini söyleyerek yanıtlamıştır. Fakat öykünün tatil köyünde geçmesinin yapımcıyı cezbetmiş olma ihtimaline değinmiştir: “…Belki de Faruk Ağabey bu yüzden ikna oldu. Bilmiyorum tatil köyü filan. Onun yazdırdığı senaryo tamamen öyle bir senaryoydu. Kızlar gelir, sürekli bikinili kızlar, onun bikinisi açılır diğerinin memesi gözükür. Öyle şeyler vardı. Onun istediği senaryoyu yapsaydık bambaşka bir film olabilirdi. Gerçi bizim yazdığımız senaryoda Recep’in aküyü verdiği kızlar filan hep vardı. Ama tabi o kızları hep Faruk Aksoy seçti. Nasıl deyim daha iddialı, memeli kızlar.” (Serkan Altuniğne’den aktaran: Selin Tüzün, Küresel-Yerel Tartışmaları Bağlamında Recep İvedik (yayımlanmamış doktora tezi))
Antalya’da otel zincirine sahip, vergi rekortmeni bir kişidir cüzdanın sahibi. Muhabirin “Bunun sırrını söyler misiniz?” sözlerine “Başarıyı kimsenin hakkını yememeye, çalmamaya ve dürüst olmaya borçluyum. Benim için çok önemli olan bazı manevi değerler var. Haksızlık etmemek, vefasızlık etmemek, en önemlisi de dürüst olmak” diyerek yanıtlar. Adamın konuşmasından etkilenen Recep İvedik kendi kendine “Bravo! Helal olsun ulan! Yemin ediyorum, aynı benim gibi bir adamsın.” der. Henüz ilk sahnede tuhaf bir durumla karşı karşıya kalırız. Otel sahibinin dile getirdiği meziyetlerin Recep İvedik’te olmadığını biliriz. Öyleyse niçin bu sözlere gerek duyulmuştur. Kendisini otel sahibi ile özdeşleştiren Recep İvedik üzerinden, yükselen yeni orta sınıfın kendilerini Beyaz Türklerle özdeşleştirmeye çalışsalar da aslında kıllı, kısa bacaklı, bidon kafalı birer “Recep İvedik” oldukları mesajı incelikle verilir.
“Bu olayı sadece bir sinema başarısı olarak değil, toplumun yüzüne tutulan bir ayna olarak görmekte yarar var. Türk toplumu, Recep İvedik filminde kendisini seyrediyor. Özellikle büyük şehirlerde sokağa çıktığınızda karşılaştığınız on kişinin sekizi ona benziyor. Bu açıdan “toplumsal bir fenomen karşısındayız!” demek herhalde yanlış olmaz. Otuz yılı aşkın bir süredir, medya başta olmak üzere birçok kurum ‘Recep’leşmeyi’, yani lümpenleşmeyi destekledi.” (Zülfü Livaneli’den aktaran: Selin Tüzün, Küresel-Yerel Tartışmaları Bağlamında Recep İvedik (yayımlanmamış doktora tezi))
“Recep İvedikleşmeyi” toplumsal bir fenomen ve lümpenlik olarak gören Zülfü Livaneli’nin sözlerinde haklılık payı yok değil ancak kendisinin de dile getirdiği gibi, bu durum medyanın hatta sanatın ve aydınların halkın yanında yer almak yerine onu aşağılayacak ve lümpenleşmeyi destekleyecek şekilde konum almalarının doğal sonucu değil midir? Yeri gelmişken, birkaç gün önce Şeyma Subaşı bir kitap çıkardı. Böyle yazınca tanıyormuşum gibi algılanabilir oysa hepimize ezberletilen malum “boşanmasına” kadar adını duymadığımı söylemeliyim. Bilinçli bir şekilde televizyon ve magazinden uzak kalmaya çalışsam da ellerinden kurtulmayı tam olarak başaramamışım demek ki… Neyse, konumuz bu değil zaten. Bu kitabın on binlerce sattığından hareketle, kerli ferli adamlardan klavye başındaki ergenlere kadar kendisiyle alay etme teşebbüsünde bulunmayan kimseler kalmadı. Yıllarca besleme romancılara, öykücülere, şairlere, ressamlara, yönetmenlere sesini çıkaramayan bu kitlede, birdenbire ortaya çıkan bu cesarete şaşırdığımı söylemeliyim. Böyle bir medya, böyle bir sanat dünyası, böyle bir eleştirmen camiası oldukça Recep İvedik’lerin halk kahramanı olarak piyasaya sürülmesi doğal bir sonuç olmuyor mu?
Karakterin yaratıcısı Şahan Gökbakar, Recep İvedik’i, insanların zamanla kaybettiği ya da bastırmaya çalıştığı iyi taraflarıyla özdeşleştirmiş ve “Aslında herkesin içinde Recep İvedik var, herkes dünyaya Recep İvedik’in duygularıyla geliyor. Sonra onları kaybediyor veya nedense çoğu kişi onu özellikle saklıyor. Hatta öldürmek isteyenler bile var. Haydi, bir kampanya başlatalım, herkes içindeki Recep İvedik’i çıkarsın” demiştir. Zülfü Livaneli’nin sözlerini dikkate alırsak, her 10 kişiden 8’i “içindeki Recep İvedik”i dışarı çıkarmış vaziyette gezdiğine ve bundan utanmadığına göre, Şahan Gökbakar’ın çağrısının “sokaktakilere” değil kapalı kapılar ardında İvedikleşen ancak kamuoyu karşısında halka duyduğu nefreti saklayan Beyaz Türklere yapıldığını iddia edebiliriz.
“Bu noktada, kenenin kan tadından zevk almasını ya da hiç olmazsa kan tadını algılamasına yarayan bir duyuya sahip olmasını bekleriz. Oysa durum böyle değildir. Uexküll, her nevi sıvıyla doldurulmuş suni zarlarla laboratuvarda yaptığı deneylerin sonucunda kenenin kesinlikle tat duyusuna sahip olmadığını bildirmiştir bize. Kene doğru ısıdaki, yani memelilerin kan ısısına denk gelen 37 derecedeki her sıvıyı kana kana içine çeker. Ve kenenin kan ziyafeti her halükârda kendi cenaze törenidir de aynı zamanda, çünkü kanı emdikten sonra kenenin, yere düşüp de yumurtalarını bırakmaktan ve ölmekten başka yapacak bir şeyi kalmaz.” (Giorgio Agamben, Açıklık)
Recep İvedik, kadınlara duyduğu nefreti ve düşmanlığı dizginlemeye gerek duymuyor ve her fırsatta dile getiriyor. Kadınlara “şişko patates, camış, şişman, itici, göbeğinin derisi gerilmiş davul gibi, gergedan” sözleriyle hakaret yağdırmaktan hiç çekinmiyor. Aşağılanması gereken bir tip nasıl olmuş da benimsenmiş, halkın basireti nasıl bu kadar bağlanmış, anlayamıyorum. Sanat ve kültür dünyamıza bir atom bombası atılmış olmalı. İlk filmde çocukluk aşkının annesi ile tartışırken “Bak benim bir tane büyükannem vardı, o da senin gibi etine dolgun ayı gibi bir kadındı. Gitti yatağına yattı, başım ağrıyor dedi, gece gebermiş, leşi böyle şişmiş davul gibi, domuz gibi olmuş mosmor kadın” der. Bir insan, kendisini seven, yemek yediren, büyüten bir akrabasının ardından nasıl bu kadar utanç verici bir benzetme yapar ve buna nasıl gülünebilir, anlayamıyorum.
İkinci filmde ise, tek akrabası olan ninesi işe girmesini, toplumda saygın bir insan olmasını ve evlenmesini istemektedir. İş aramaya çıkan Recep İvedik çoğunlukla beceri, eğitim ve yetenek gerektirmeyen birçok farklı işe girse de hepsinden kovulur. Bu iş arama, işe girme ve işten kovulma maceraları gençlerin manipüle edildiği anlardır. “Çalışmak istemeyen” birçok kişi bu sahneleri izlerken Recep İvedik’i haklı bulmakta ve üretmeden tüketmeyi meşrulaştırmaktadır. Bu sahnelerde işsizlik, düşük maaş, yetersiz alım gücü, gelir adaletsizliği veya ağır çalışma saatleri değil de hosteslerin yolcuların emniyetine yönelik ikazları, pilotların aksanlı konuşması, psikoloğun papyonu gibi ucuz, sıradan ve genelgeçer tavırların sözde eleştirilmesi acıklıdır. En sonunda dedesinin kurduğu ve başında kuzeninin bulunduğu reklam ajansına giderek kaba kuvvetle kendisini “patron yarısı” olarak ilan ettirir. Böylece çalışmadan, üretmeden ve alın teri dökmeden bir iş sahibi olmayı başarır.
Bir başka filmde, ninesinin ölümünden sonra tek başına kalan Recep İvedik depresyona girmiştir. Geceler boyunca kâbuslar görür. Bu sıkıntısından kurtulabilmek için cinci hocadan psikoloğa kadar her yolu denese de derdine çare bulamaz. Bir arkadaşının üniversitede okuyan ve yurttan atıldığı için kalacak yeri olmayan kızı Zeynep’in hayatına girmesiyle yabancısı olduğu birçok ortama girecek ve işler değişecektir. Böylece Recep İvedik yeni orta sınıfı ve kendisi gibi, onların da değişmeye başlayan yaşam tarzını hedef almaya başlar. Yoga kurslarına giden, tatil köyünü keşfeden, kahve içmek için bile başka bir dil kullanmaya başlayan kitle ile alay etmiş ve onları yıkıma uğratmıştır. Ayrıca bu “halk kahramanına” ninesini vasiyeti olsa bile hiçbir kadın yakıştırılmaz ve bir erkeği kadın kılığına sokarak, ninesini aldatmak zorunda kalır.
Arkadaşının kızı Zeynep’in, “Recep Amca, her şey için teşekkürler. Seni koşulsuz sevebilecek bir dost bırakıyorum sana. Kendine iyi bak. Görüşürüz.” diye mektup yazdığı Recep İvedik’e, kendisine arkadaşlık etmesi için bir keçi bırakır. Bu keçi bırakılması manidardı. Oryantalist literatürün en büyük metaforu Doğu’yu deve, koyun, keçi veya maymunla temsil etmek ve özdeşleştirmektir. Bir başka sahnede “egzersiz yok, spor yapmıyorsun. Hiçbir sosyal aktiviten yok. Yuvarlanan kaya gibi yaşıyorsun. Böyle olmaz ki!” sözleri yüzüne karşı söylenir. Bu eleştirilerin bir halk kahramanına söylemek aslında halka söylemektir. Bu filmde sorununun psikolojik olduğu ve psikoloğa gitmesi gerektiği tavsiye edilir. Recep İvedik’in “cinci hoca” yerine bir Beyaz Türk gibi psikoloğa gitmek istemesi bardağı taşıran damlalardan biri olur. Elinde tatlısıyla gittiği psikoloğu dinlemez ancak bu sahnenin devamında ise ayı veya domuz zannedilerek vurulur. Böylece bir kez daha itlaf edilmesi gerektiği vurgulanır.
“Bununla birlikte tam da bu aşamada, Uexküll bir kenenin Rostock’taki laboratuvarda on sekiz yıl hiç beslenmeden, bir diğer deyişle kendi çevresinden tamamen soyutlanmış olarak tutulmuş olduğunu bildirir bize. Bu çok özel olay hakkında bize hiçbir açıklama vermez, kenenin bu “bekleme dönemi” boyunca “bizim geceleyin yaşadığımıza benzer bir nevi uyku halinde” bulunmuş olduğunu varsaymakla yetinir. Bundan “Yaşayan bir özne olmaksızın zaman varolamaz” sonucunu çıkarır.” (Giorgio Agamben, Açıklık)
Filmlerde Recep İvedik’in karşısına eğitim seviyesi yüksek, saygın meslekler olan pilot, doktor, psikolog, profesör, sporcu gibi karakterler özenti ve ukala oldukları ima edilerek çıkarılmıştır. Yapılan eleştirilerin hiç kimsenin özdeşlik kurmayacağı yoz ve aşağılık bir tiplemenin ağzından dökülmesi manidar değil midir? Filmin senaristlerinden birisinin “Evet, yüceltme var orada. Bizim geleneksel değerlerimiz daha iyi. Çünkü öbürü de tam batılı değil ya. Git bir reklam ajansına çok havalılar filan. Konyak içen patron var. Ama bir tek görüntüde, yüzeyde Batılı, altı yine Türk, altı yine tamtakır… Bildiğimiz olması gereken ahlak kurallarından yoksun.” dediğini aktarıyor Selin Tüzün, doktora tezinde. Geleneksel olan iyiyse, onu Recep İvedik simgeliyorsa ve o da Türk ise, altını kazıdığımız insanların altında yine Türk çıkıyor olması ne anlama geliyor. Hepiniz aslında Recep İvediksiniz, biz sizi biliyoruz demek değil midir? İlk filmin hemen başında dilencileri, evsizleri, sokakta yaşayanları doğrudan hırsızlıkla itham eden Recep İvedik tam da Ali Şimşek’in iddialarının ete kemiğe bürünmüş hali olmuyor mu? Peki, ne diyor Ali Şimşek?
“Bu tiplemenin her macerasında baba oğlunu alt-orta sınıfların gündelik rutinleri arasında dolaştırarak (piknik, iş dünyası, eğlence) bütün ayrıntılarıyla hayat dersleri verir”, ama oğul çok kayıtsız ve “cool”dur, ilgilenmez, “çünkü biliyordur.” İşte Türkiye’de yeni orta sınıf kültürünün ve aktörün yuvarlandığı en net konum budur. Ayrıntıları kodlayan bir dil, ama sonuçta ortaya çıkan bir “boşunalığı”, ben sizi çözdüm” özgüvenini ve cüretini veren son vuruş! Halk kültürü içinde yaşayan “kendiyle dalga geçme” ayrıcalığı, 90‟lı yıllarda yavaş yavaş onun elinden alınmış ve “gizli bir göz” eşliğinde bu kez “ona” yöneltilmeye başlamıştır.” (Ali Gradiva Şimşek’tan aktaran: Selin Tüzün, Küresel-Yerel Tartışmaları Bağlamında Recep İvedik (yayımlanmamış doktora tezi))
Recep İvedik sırf canı istediği için karşısındakini rahatsız eden hastalıklı bir yapıya sahiptir. Bir tür kanser hücresi olduğunu söyleyebiliriz. Zorlukla yürüyen yaşlı adamı kucaklayıp karşı kaldırıma götürmesi, merdiven üzerinde boya yapan adamın pantolonunu aşağı indirmesi, sokakta top oynayan çocukların oyunlarını bozması, ilaç veya prezervatif almaya çalışanları utandırması, insanların kiloları ve diğer fiziksel özellikleriyle alay etmesi bunlardan birkaçıdır. Her tarafından fışkıran kılları, alamet-i farikası çizgili turuncu gömleği ile gündelik yaşamda görgüsüz, arsız ve terbiyesiz bir karakterdir. Bu da yeni orta sınıfın kıllı, kısa bacaklı, bidon kafalı olduğu iddialarıyla uyumludur. Bütün bu olumsuz özelliklerine karşın aslında doğal olduğu, dürüst davrandığı hatta delikanlı bir karakter olduğu da dile getirilebilmiştir. En fazla şaşırdığım iddia da bu olmuştur. Bu büyük bir sapmadır ve aklın yıkımıdır diyebilirim.
“Türkiye nüfusunun çoğunluğunu gençler oluşturuyor. Ancak onlara hitap eden film sayısı çok az. Bizim filmimiz her filme benzetilebilir. Çünkü gençlik filmlerinin konusu bellidir. Ya okulda, ya kampta, ya tatilde geçer. Günlük hayatımızda karşılaştığımız gençlerin yaşantılarını ve diyaloglarını da filme ekledik. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Sonuçta gençlik filmleri eksikti ve biz Türkiye için bir film yaptık. Gençliği sinemaya çekmek için Çılgın Dersane’yi yaptık. Gençler de bizi sevdi. Filmdeki karakterleri kendisine örnek aldı.” (Ayşe Germen’den aktaran: Selin Tüzün, Küresel-Yerel Tartışmaları Bağlamında Recep İvedik (yayımlanmamış doktora tezi))
TÜİK’in 2011 yılı sonu itibarıyla ortaya koyduğu Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, ülkemizde 63 milyon kişinin tatil yapamadığını, 30 milyon insanın sızdıran çatı, nemli duvarlar ve çürümüş pencerelerle oturduğunu ve 30 milyon insanın yeterince ısınamadığını ortaya konduğuna göre niçin gençlik filmlerinin maksadı salt eğlence oluyor. Bu gençler hiçbir şeye katkıda bulunmayacak mıdır? Sokaktaki yaralı, aç veya susuz bir hayvana el uzatmayacak mıdır? Daha çok okuyup, daha çok çalışıp, daha çok üretip halkına faydalı olmayacak mıdır? Ülke bu durumdayken gençlere yakıştırılan sorumsuzluk fikrini anlayamadığımı söylemeliyim ve gençlerin koşa koşa bu filmi sinemalarda izlemiş olmasının acı verici olduğunu düşünüyorum.
“Vay koçum benim! Akşama güreş mi var len? Çift kale maç mı var akşam? Kaçak et mi keseceksin akşam? Kız var mı desen ortada? Yok! Ne yapıyor bu kadar şeyi bilmiyorum. Geçen gün görmüşler, balon yapıp atıyormuş.” (filmden)
Seksenli yılların sonuna doğru “gecekonduda seks” konusunu gündeme getiren cahil “aktrisler” türemişti. Dönemin popüler gazetelerinde açıklamalar yapıyor, gecekondularda oturanların nasıl seks yaptıklarını anlayamadıklarını söylüyorlar ve bu insanları handiyse hayvanlarla özdeşleştiriyorlardı. “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde muhtarın güzel kızının köye yakıştırılamaması da, Recep İvedik’in “prezervatiften balon mu yapıyorsun” diyerek insanlarla alay etmesi de aynı zihniyetin ürünüdür. Bu topraklarda doğmuş olmaktan dolayı utanan gençlik, anne babalarıyla alay eden filmler izlemekle, onlardan farklı giyinmekle, onlardan farklı yemekle, onlardan farklı davranmakla onlardan ayrı olduğunu gösterme gayreti içindedir ancak bunun boşuna bir çaba olduğu unutulmamalıdır.
Meseleye ne tarafından bakarsanız bakın, ne tarafından yanaşırsanız yanaşın hep gelip aynı neticeye dayanmaktadır: Türk sinemacılığı bir bataklık halindedir. Bu bataklığın kurutulması için vakit geçmektedir. Bu bataklık yeni değerlerin yetişmeden çürümesine sebep olmakta, bünyesinde gelişen geriliği, zevksizliği, sorumsuzluğu ve düşüncesizliği salgın hastalıklar gibi çevresine de bulaştırmaktadır. (Halit Refiğ, 1958)
Bu topluma reva görülen çirkinliklerin en büyüklerinden olan Recep İvedik yozlaşmadır, çöküştür, halk ile hiçbir ilgisi yoktur ve onu halkın bir parçası görmek halktan ümidi kesmek demektir. Her gün ayakta durabilmek, insanca yaşayabilmek veya çocuğunu okutabilmek için alın teriyle çalışan insanları böylesine aşağılık bir tiplemeyle resmetmek ve aslında kendi içinden geçenleri “onursuz” bir karaktere söyletmek hangi maksada hizmet etmektedir? Her zaman olduğu gibi burjuvazi kendisini gizlemeyi başarmış ve bütün kötülükler aynı sepete atılmış ve bütün suç, aslında mağdurların üzerine atılmıştır çünkü Cengis Asiltürk hocanın da dediği gibi “bir kene, bir karıncanın mücadelesine akıl erdiremez.”
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay