“Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz.” (Henry Kissinger)
Gıdanın endüstriyel hale getirilerek birkaç şirketin ellerine teslim edilmesini ve bu şirketlerin handiyse hiç denetlenmemesini eleştiren Robert Kenner’in Food Inc. (2008) isimli filmi, alışveriş deyince ilk akla gelen yer olan süpermarketlerde, mevsimlerden bağımsız olarak istediğimiz her an domates bulabileceğimizi söyleyerek başlıyor. Dünyanın öteki ucunda yetiştirilen ve henüz kızarmadan toplanarak etilen gazıyla olgunlaştırılan “şeylerin” domates gibi gözükse de, aslında domates olmadığını, tabağımızdakinin “gıda” değil para peşinde koşan şirketlerin bizlere dayattığı yapay ürünler olduğunu iddia ediyor.
“Gizlemek sahip olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak, simüle etmek ise sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır. Birincisi bir varlığa diğeri ise bir yokluğa göndermedir. Simülasyon “gerçekle”, “sahte” arasındaki farkı yok etmeye çalışır.” (Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon)
Kapitalizmle birlikte, tarım ve hayvancılık endüstrileşmiş olmasına karşın şirketler sanki öyle değilmiş hatta gıda, toprak, bitki, hayvan ve insan arasında hala bir bağlantı varmış gibi davranmakta yani doğallık da “simüle” edilmektedir. Bu durumu, “bir süpermarkete girersiniz, ürünlerin üzerinde çiftçi resimleri görürsünüz; büyük bir çiftlik evi, tahta çitler, gezinen mutlu hayvanlar, yemyeşil çimler” diyerek özetleyen film, “bir doğallık imgeleminin sürüp gittiğini” söyler. Ortadaki ürünler tamamen yapaydır ancak endüstri, insanlığın binlerce yılda oluşturduğu imgeleri çalıp kullanmaktan asla çekinmez. Her şeyi “modern” hale getirdiğini iddia eden ve bununla övünen kapitalizmin, “gerçek” fabrika görüntülerini değil de, “pastoral” imgeleri tercih etmesi sömürüye hizmet eder.
“Eğer plastik ambalajda satın aldığınız gıdanın geldiği yolu takip ederseniz umduğunuzdan çok farklı şeyler görürsünüz. Bir fabrika. Bir çiftlik değil. Bir fabrika. Yediklerinizi işleyen şirketlerin çiftliklerle, çiftçilerle alakası yoktur. Yediğimiz yemek artık hem hayvanların hem de çalışanların suiistimal edildiği muazzam üretim hatlarından geçerek geliyor.” (filmden)
Gıda endüstrisinin bilgileri saklamakla kalmayıp endüstrinin yöntemlerini eleştirmeyi de yasadışı hale getirmeye çalıştığını iddia eden filmin, “bunlar söylememize ve bilmemize izin verilenlerle ilgilidir” demesi manidardır. Endüstrinin büyük bir avukat ordusuna sahip olduğunu ve insanları korkutmak için kazanamayacak olsalar dahi dava açmaktan çekinmediklerini söyleyen filmde de birçok şeyi söyleyemediğini tahmin edebiliriz. Yine de “sözün tamamı aptala söylenir” atasözünden hareketle, eğer söylenenler bu denli korkunç ise “söylenemeyenlerin” çok daha korkunç olduğunu anlayabiliriz.
“Endüstriyel yemek sistemi artık gürültülü, pis kokulu ve insan sevmeyen bir yer oldu. Öyle ki, fabrika sahipleri kimseyi orada istemiyor.” (filmden)
Filmin danışmanlarından Michael Pollan “Yediklerimiz bizi tanımlar” der ve “Etobur-Otobur İkilemi” isimli kitabında, “endüstriyel gıda zincirinin, gıdaların tabağımıza ulaşmasına kadar geçen süreci gizlice yürüttüğünün ve bağlantıları görünmez hale getirdiğinin” altını çizer. “Ne yediğimizin” peşinde koşmamız gerektiğini söyleyen Pollan, gıda endüstrisini araştırmaya başladığında amacının basit olduğunu, sadece “yediği yemeğin kaynağını” araştırmak istediğini ve “bizlere seçenek gibi görünen şeyin bir aldatmaca, bir çeşitlilik yanılsaması olduğunu, ortada sadece birkaç şirket ve birkaç hammadde olduğunu” ekledikten sonra şöyle yazar. “Yemeğin kaynağını araştırdıkça beni en çok şaşırtan hep aynı yere gidiyor olmak oldu: Iowa’da bir mısır tarlası. Sanayiden çıkma gıdanın çoğu mısırın değişik biçimlerde sunuluşu. Mısır, dünyayı birçok alanda ele geçirmiş durumda. Günümüzde, Amerikan tarım arazilerinin %30’unda mısır ekili.”
“İnsanlar kötü gerçeği görürlerse gıda endüstrisi itibarını ve güvenilirliğini kaybetmiş olur. Yemeği olabildiğince ucuza almak istiyoruz. Ama bunun maliyetini göremiyoruz. Gıda endüstrisinin, ucuz yemek hayalini bize yutturmasına izin verdik. Gerçekte ise doğa tahribatını, toplumsal sonuçları ve sağlığı da eklersek bu yemek çok ama çok pahalı.” (filmden)
“Endüstrinin, raf ömrü uzun ve kolay bayatlamayan yemekler tasarladığını” ve “satın aldığımız ürünlerin %90’ının ya mısır ya da soya içerdiğini” söyleyen Pollan, ketçaptan peynire, fıstık ezmesinden bebek bezine, kalem pilden meyve suyuna kadar birçok şeyin hammaddesinin mısır olduğunu hatta mısırın hayvan yemlerinin ana ürünü olduğunu iddia eder. “Tavuklara, domuzlara, ineklere hatta balıklara bile mısır vermeye başladık. İnekler, ot yemek için evrimleşmiştir, mısır yemek için değil. Onlara mısır yedirmemizin tek nedeni mısırın çok ucuz olması ve onları çabucak şişmanlatması.”
“Dünyanın ekilebilir alanlarının yıllık kalori üretimi sınırlıdır. Endüstriyel ürünler bu enerjinin insafsız bir miktarını harcamaktadır. Mısırı doğrudan tüketmek onda bulunan bütün enerjiyi almak demektir. Bu mısırla bir sığırı ya da tavuğu beslerseniz bu enerjinin %90’ı kaybolur; kemik, tüy ve kanat yapımında kullanılır.” (filmden)
“Gıdayı işlemek için harcanan enerjiyle, örneğin tavuk nugget üretimi için harcanan enerjiyle yalnızca benim çocuğum değil birçok çocuk doyurulabilir” diyen Pollan, mısırın ekilmesi, gübrelenmesi ve hasat edilmesi gibi aşamalarda teknolojiyi çok iyi kullandığımızı ancak hiç kimsenin “İnek mısır yemeli mi?” diye sormadığını, hepimizin teknisyen mantığıyla düşünmeye başladığını söyler. “Bir şeyin sadece “nasıl” olacağını düşünüyoruz. Hiçbirimiz “neden” demiyoruz” diyen Pollan’dan hareketle, ekosistem için akıllı olmaktan çok ahlaklı insanlara ihtiyaç duyulduğunu söyleyebiliriz.
“Bir bütün olarak bakıldığında bu sistem mükemmel bir makineydi; tohum ve fosil yakıt girdisini karbonhidrat ve protein çıktısına dönüştürüyordu. Ne var ki, bütün makineler gibi bu sistem de atık nehirlerine yol açıyordu: Mısır tarlalarından süzülen nitrojenler ve tarım ilaçları; besi ünitelerinin havuzlarını dolduran dışkılar; makinenin içinde yer alan bütün makinelerin -traktörlerin, kamyonların ve biçerdöverlerin- ürettiği ısılar ve egzozlar.” (filmden)
Ekolojik Emperyalizm ve Tohum
“Toprağı zehirliyoruz, bitkileri zehirliyoruz, hayvanları zehirliyoruz ve kendimizi zehirliyoruz. Yediğimiz yemek artık çok daha tehlikeli ve bu tehlikeler bizden saklanıyor. Bir avuç çok uluslu şirket tüm endüstriyi kontrol ediyor. Tohumdan başlayıp dizildikleri raflara kadar her şey onların kontrolüne geçiyor.” (filmden)
Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçen insan türü, yemek peşinde koşmak yerine kendi yiyeceğini üretmeye başlamıştır. Çiftçiler, binlerce yıldan beri farklı iklim koşulları ve kültürler için en uygun ve en verimli bitki çeşitlerini doğayla işbirliği içerisinde evrimleştirmiştir. Evrimleştirilen ve sonraki yıl yeniden ekilmek maksadıyla saklanmaya başlanan tohumlar böylece yalnızca bitki türlerinin değil kültürlerin de taşıyıcısı haline gelmiştir.
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişini ve gıda arzının temelini oluşturan bu muazzam çeşitlilik günümüzde şirketlerin tahakkümü ve “gen korsanlığının” tehdidi altındadır. Doğanın ve tarım kültürlerinin zengin tohum kaynakları, mono-kültürü dayatan şirketler tarafından yok edilmekle karşı karşıyadır. Günümüzde mevcut 250-300 bin bitki türü içinde yaklaşık 7 bin tür gıda olarak kullanılabilmesine karşın şirket tahakkümü sonucu, sadece 30 tür dünya kalori tüketiminin %90’ını karşılamakta ve bunların içinden de yalnızca 4 tanesi -pirinç, mısır, buğday ve soya fasulyesi- tüketilen kalori ve proteinin çok büyük bir kısmını sağlamaktadır.
“Küresel pazarlar, yerel pazarların yerini aldıkça mono-kültürler de çeşitliliğin yerini almaktadır. Çin’de geleneksel olarak 10 bin buğday çeşidi üretilmekteydi. Bu sayı 1970’lerde sadece 1.000’e düştü. Meksika mısır çeşitlerinin yalnızca %20’si bugün varlığını korumaktadır. Bir zamanlar ABD’de 7 bin çeşit elma üretilirdi. Şimdi bunların 6 binden fazlası yok olmuş durumdadır. Küçük çiftçilerin geleneksel olarak binlerce pirinç çeşidi yetiştirdiği Filipinler’de, 1980’lerin ortalarından itibaren tüm pirinç arazilerinin %98’ini sadece iki tane tür kaplamaya başladı.” (Vandana Shiva, Çalınmış Hasat)
Tohumlara sahip çıkmayı, biyo-çeşitliliği korumayı ve tarımı şirketlerden kurtarmayı amaçlayan bir harekete öncülük eden Vandana Shiva, “küresel şirketlerin gıda ve tarım sistemlerini yok edişinin olduğu kadar buna direnen halk hareketlerinin de hikâyesini” anlatmak için yazdığı Çalınmış Hasat-Küresel Gıda Soygunu kitabında, endüstrinin “büyüme” dediği şeyin aslında doğa, hayvanlar ve insanlar aleyhine bir hırsızlıktan başka bir şey olmadığını iddia eder. Endüstriyel tarımın açlığı azaltmak için gerekli olduğunun şirketler tarafından üretilen bir safsata olduğunu söyleyen Shiva, bu “büyüme” yanılsamasının doğaya, hayvanlara ve yoksullara yapılan soygunu gizlediğini söyler.
“Küreselleşmiş ekonominin yaygınlaşmaya başlamasıyla bu soygun daha da şiddetlenmiştir. Gümrükler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulması, büyük şirketlerin doğadan ve insanlardan hasat çalmaya dayalı büyümelerini kurumsallaştırmış ve yasallaştırmıştır. DTÖ’nün dayattığı Fikri Mülkiyet Haklan Anlaşması, tohum saklama ve tohum paylaşmayı suç haline getirmektedir.” (Vandana Shiva, Çalınmış Hasat)
Çiftçilere dayatılan anlaşmalar biyolojik ve kültürel çeşitliliğin korunmasına yönelik eylemleri suç olarak kabul etmekte, çiftçileri üretici olmaktan çıkarıp şirketlerin “işçisi” haline getirmekte, çiftçilerin kendi tohumlarının yerini şirketlerin mülkiyet hakkını patentlediği kısır tohumlar almaktadır diyen Shiva’ya göre, “Şirket tohumları daha fazla pestisit ihtiyacı yaratmakta böylece yoksul çiftçiler hem tohum hem de kimyasalları satın almaya zorlanmakta, böylece çiftçilerin üretecekleri bitkiyi seçme özgürlükleri ellerinden alınmaktadır.”
“Endüstriyel tarım, inekleri ve toprak solucanlarını bizim gıda üretimindeki yardımcılarımız olarak görmek yerine gıda tüketimindeki rakiplerimiz olarak görür, onları beslenme haklarından mahrum bırakmayı insanlar için bir kazanç kabul eder. Böylece, tane gıda üretimindeki artış, sap ve samanın eksilmesi pahasına; insan gıdasındaki artış, inek ve solucanların aç kalması pahasına gerçekleşir.” (Vandana Shiva, Çalınmış Hasat)
Kendilerini, “yaşam bilimleri” olarak adlandıran şirketlerin, kendileri ve sahip oldukları patentli ürünler olmasa dünyanın aç kalacağını öne çıkardığını söyleyen Shiva, endüstriyel tarımın daha fazla gıda üretmediğini, hatta aksine çeşitli gıda kaynaklarını tükettiğini, kirli ürünleri piyasaya sürebilmek için diğer türlerin gıdalarını çaldığını ve bunu yaparken aşırı miktarlarda fosil yakıt, su ve zehirli kimyasal kullandığını iddia eder ve şöyle der.
“Modern endüstriyel tarım bitkinin büyümesini sap kısmından tanelerine kaydırarak daha fazla tane üretir. Bu “ayrıştırma” bitkileri cüceleştirmek suretiyle başarılmıştır. Fakat daha az sap, daha az hayvan yemi ve toprağa, kendisini oluşturan ve yeniden canlandıran milyonlarca organizmayı beslemesi için daha az organik madde kalması anlamına gelmektedir. Yani yüksek buğday ve mısır verimi, çiftlik hayvanlarından ve toprak organizmalarından çalınan gıdalar sayesinde mümkün olabilmiştir. Endüstriyel tarımla birlikte buğday ve mısır verimlerinde gözlenen artış aynı zamanda küçük çiftliklerde üretilen fasulye, baklagiller ve birçok meyve ve sebze türlerinden vazgeçilmesi pahasına gerçekleşmiştir.” (Vandana Shiva, Çalınmış Hasat)
“Ulusal ve uluslararası pazarlara daha fazla mısır ve soya ulaşacak diye çiftçi aileleri ve yoksullar daha az gıda ile yetinmek durumunda kalmıştır” diyen Shiva, yazar Geri Guidetti’nin; “İnsan türü, daha önce hiç geçim kaynaklarını, gıda arzını ve gezegendeki tüm insanların yaşamını kontrol edebilecek bu denli sinsi, korkunç ve tehlikeli bir plan yapmamıştı” dediğini aktarır. Şirketler bu sinsi ve korkunç uygulamalarına devam ettikçe, bizler buna karşı çıkmazsak ve çiftçiler tohumlarını saklayamaz hale geldikçe gelecek nesil bitkiler büyümeyecekler. “Bezelyenin tohum zarfları, domatesler, biberler, buğday başları ve mısır kulakları birer tohum morguna dönüşecektir. Böylece bu sistem, çiftçileri her sene tohum şirketlerinden tohum almaya mecbur kılacaktır.”
“Büyük tarım şirketlerinin yaşam karşıtı görüşlerine göreyse doğayı yenilemek ve korumak hırsızlıktır. Bu dünya görüşünde bolluğun yerine kıtlık, doğurganlığın yerine kısırlık hakimdir.” (Vandana Shiva, Çalınmış Hasat)
“Genetiği değiştirilmiş bitki yetiştirmek yüksek tohum maliyeti, teknoloji harcamaları ve daha fazla kimyasal kullanma gereksinimi nedeniyle geleneksel bitkilerden daha pahalıdır. Organik tarımda tohumlar saklanır ve bir sonraki sezon ekilir, tohum ekimi için gerekli olan diğer girdiler de çiftlikten sağlanır. Genetiği değiştirilmiş tohumlar ekildiğindeyse tüm bu girdiler için harcama yapılması gerekir ve çiftçiler kaçınılmaz olarak ağır bir mali yükün altına girer” diyen Shiva, tohum satan şirketlerin çiftçileri taciz etmek için ajanlar tuttuğunu söyler.
“Bir çiftçi şirket tohumunu kullanmazsa ne olur?” diye soran film, Monsanto ve diğer tohum şirketlerinin ajan ve müfettişlerinin tohum saklayan çiftçileri patent ihlali için denetleme hakkına sahip olduğunu, tohumda Monsanto “geni” tespit edilirse, çiftçinin onu çalmadığını kanıtlamak zorunda olduğunu ve şirketlere tazminat ödemek zorunda olduğunu iddia eder ve şöyle devam eder. “Eğer bir bitkinin genetiğiyle oynarsan, o bitki senin oluyor. Tarımda böyle bir şey hiç yoktu eskiden.”
“Kamuya açık bitki türleri geçmişte kaldı. Artık neredeyse hiç kamuya açık bitki türü yok.” (filmden)
Monsanto müfettişlerinin, sözü geçen çiftçilerden birini bulup çiftliğine baskın yaptıklarını, birisini mahvedince, diğerlerinin de korkup “hizaya girmeye” başladığını iddia eden film, “patent ihlali” suçlamasıyla dava edilen bir çiftçinin, “Daha ilk celse bile yapılmadı ama ben çok masraf yaptım, Eskiden arkadaşım olan insanlar, artık benimle konuşmaya çekiniyorlar. Benim gözümde adalet şöyle işliyor. Adalet tanrıçasının terazisi var. Siz bu terazinin kollarına parayı dolduruyorsunuz. Kimin tarafında daha çok para olursa kim daha çok yalan söylemeye hazırsa, davayı o kazanıyor” sözleri durumun vahametinin göstergesidir.
“Kırsal topluluklarımız büyük şirketlerin polis devletlerine, çiftçilerimiz de suçlulara dönüşmektedir. Çiftçilerin iyi ve güvenli gıda üretmeleri ve satmaları kanunla yasaklanmaktadır. ABD Tarım Bakanlığı, çiftçiler ve tüketiciler için organik seçeneği tümüyle yok etmeye çalışmaktadır. Eğer benimsenir ve uygulanırsa USDA stratejisi, gerçek organik üretimi tüm dünyada yasadışı ilan edecektir.” (filmden)
Sağlık
“Büyük hazır yemek zincirleri büyük satıcılarla çalışıyor. Bunun sonucu olarak da, ne yediğimizi belirleyen birkaç şirket kalıyor. 1970’lerde en büyük beş yemek şirketi, piyasanın %25’ine sahipti. Bugün ise piyasanın %80’inden fazlasına sahipler. Etiketlere bakınca şu markanın, bu çiftçinin adını görüyorsunuz. Gerçekte ise toplam 3-4 şirket var. Tarihte hiçbir zaman bu kadar büyük, bu kadar güçlü yemek üreticileri olmamıştı.” (filmden)
“Sağlıklı beslenme hakkında düşünmedik bile. Her şey sağlıklı zannediyorduk” diyen yoksul bir aileye yer veren filmde, bu ailenin sebze alamadığı ancak cips veya hamburger alabildiği çarpıcı bir sahne vardır. Biraz sebze veya meyve alamayan bu aile, aynı fiyata hatta daha ucuza “yiyecek” bir şeyler alabiliyorlar ve şöyle diyorlardı. “Neden 99 sent’i olan bir insan McDonald’s’a gidip bir “double cheeseburger” alabilirken, bir tane göbek marul bile alamıyor?” Ucuzcu denilen marketler dört yanımızı sardığı andan itibaren bizde de durumun benzer hale geldiğini ve daha da kötüye gideceğini söylemek mümkün. Meyve veya sebze alamayan kitlelerin aynı paraya endüstri ürünü “gıda” alabilmesi nasıl mümkün olabiliyor? Bu durumu “gıda emperyalizmi” olarak niteleyen Osman Nuri Koçtürk henüz 1960’lı yıllarda şöyle yazmıştır.
“Halk tabakaları ne bulurlarsa onunla beslenmeye, bu suretle karınlarını şişirip kendilerini doymuş farz etmeye çok alışıktırlar. İnsanları midelerinden yakalayarak sömürme politikası olarak isimlendirebileceğimiz bu modern istismarcılık bugün ileri memleketler tarafından birçok geri kalmış toplum üzerinde başarı ile uygulanıyor.” (Osman Nuri Koçtürk, Gıda Emperyalizmi)
“Paketlenmiş gıda tüketimi zenginlerin gıda kültürü olarak öne çıkarılmıştır ancak zenginler taze, paketlenmemiş gıda tüketir. Yoğun bir şekilde işlenmiş ve paketlenmiş gıdayı tüketmeye zorlananlar yoksullardır” diyen Shiva, gıdanın tazelik, yerel tedarik, düşük maliyet, düşük çevresel etki, yüksek besin değeri gibi olumlu özelliklerinin yok edilerek bayatlık, uzun mesafeli tedarik, yüksek maliyet, yüksek çevresel etki ve aşırı işlemeden kaynaklanan düşük besin değeri ile yer değiştirmesinin ve insanların bunu kabullenmesinin tuhaf olduğunu söyler.
“Yemek sistemimizi kötü tarafa doğru kaydırdık ve bu yanlışlıkla olmadı. O kalorilerin ucuz olmasının tek nedeni onları destekliyor olmamız. Atıştırmalıkların tüm kalorileri, endüstriyel ekinlerden yani buğday, mısır ve soyadan geliyor.” (filmden)
Filmdeki aile, paralarının önemli bir kısmının yiyeceğe gittiğini, düzgün ve sağlıklı beslenmek” için paralarının olmadığını söylüyor ve şöyle soruyorlardı; “Hangisini yapalım?” Ne var ki, adına beslenme denilen bu ucubeliğin “yüksek fruktozlu mısır şurubu ve işlemiş karbonhidrat tüketiminin insülini artırdığını” söyleyen film, “Yemeği olabildiğince ucuza almak istiyoruz ama bunun maliyetini göremiyoruz” diyerek ortaya çıkan sağlık sorunlarını bir örnekle şöyle ifade ediyor. “Eskiden tip 2 diyabet sadece yetişkinlerde olurdu. Şimdi çocuklarımızda da yaygın olarak görülüyor. 2000 sonrasında doğan üç çocuktan biri, erken yaşta şeker hastası olacak, bu oran azınlıklarda ise %50.”
Sonuç
“Sistemi değiştirmek için oy hakkınız var. Günde üç tane. İşçilere, hayvanlara, çevreye saygıyla davranan şirketlerden alışveriş yapın. Alışverişe gittiğinizde mevsimi gelmiş ürünleri seçin. Organik ürünler alın. Yerel gıda tüketin. Ailenizle beraber yemek yapın. Okulunuzdan sağlıklı yemek talep edin. Yemeğinizde neler olduğunu öğrenin. Etiketleri okuyun, ne aldığınızı bilin.” (filmden)
Bir avuç şirket, tüm gıda zincirini kontrol altına almak ve diğer alternatifleri yok etmek için uğraşmaktadır. Doğaya, hayvana ve insana düşman bu şirketler için amaç, insanların beslenmesi değil kazanacakları paradır. Film, “müşterinin, seçme şansının olmadığını düşünmesini” yanlış bulmakta ve “İnsanlar, önlerine ne konuluyorsa, onu almak zorunda gibi hissediyorlar. Aslında durum tam tersi. Bir ürünü kasadan her geçirdiğimizde aslında oy vermiş oluyoruz. Satılan yemek yerel ya da organik olacak mı, karar veriyoruz” diyerek bu durumun değişebileceğini iddia etmekte ve “İnsanların kaliteli, sağlıklı ve besleyici yemeği talep etmesi” gerektiğini vurgulamaktadır.
“İşçi sınıfının içinde bulunduğu sefaletin kaynağını kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır. Uygar toplumu, bir tarafta birkaç Rothschild’e ve Vanderbilt’e yani tüm üretim araçlarının sahibi olanlara diğer tarafta ise emek güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olamayan büyük işçi kitlelerine bölen sistemin temeli budur. Ve bu durumun kaynağı çeşitli münferit sıkıntılar değil sistemin kendisidir.” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu)
“Dünyayı değiştirebilirsiniz. Her lokmanızla. Değişime aç mısınız?” diyen film, ne yazık ki asıl soruyu sormaktan kaçınmakta, kapitalizmin sorumluluğunu birkaç şirkete daha da çoğunu çiftçilere ve insanlara yüklemektedir. Bir şeyleri “değiştirebilirsiniz” demek kapitalizmin kendini düzeltebileceğini, “çürük elma” diyebileceğimiz birkaç şirkete çeki düzen verdirerek işlerin yoluna girebileceğini ümit etmek demektir. “Walmart’a gitmeyin” demek yerine “Walmart’a gidin ama organik ürün alın” demek kötü niyetli değilse bile gerçek sorunu gözden kaçırmak demektir. Oysa bu, Engels’in sözlerinden hareketle, yanılsamaların en büyüğüdür.
Hükümetin insanları korumaktan kaçınmasının, şirketlerin gıda üzerinde tahakküm kurmasının ve gıdayı bir silah olarak kullanmasının sorumlusu kapitalizmdir. Belgesel ekibi, kendilerini saran zincirlerin farkında olmadıklarından içinde bulundukları durumu anlayamamış ve anlatamamıştır. Gıdanın tahakküm altına alınması, kapitalizmin dolaysız bir sonucu olmasına karşın bunun sorumlusunun birkaç senatör, birkaç şirket, birkaç seçim olduğunu iddia etmek safdilliktir. Kapitalizmin özü sömürüdür ve sömürü olmadan kapitalizm ayakta duramaz. Eğer şirketler çok para kazanıyorsa, bu doğa, hayvan ve insanlar sömürüldüğü için olanaklıdır.
Doğanın pestisitlerle zehirlenmesi, hayvanların doğalarına aykırı şekilde kafeslere tıkılması, genetikleriyle oynanan canlı varlıkların mülkiyetinin gasp edilmesi, daha fazla üretim vaadine karşın yoksulluk, kıtlık ve eşitsizliğin sürekli artması, doğrudan tüketilse yeryüzündeki açlığı bitirecek tarımsal ürünlerin ve içme suyunun yalnızca et endüstrisinin hizmetine sunulması, ekolojik emperyalizmin yani kapitalizmin sebep olduğu yıkıcı sonuçlardan yalnızca birkaçıdır.
Sorunların, kapitalizmden çok kapitalizmin “yanlış” uygulanmasından kaynaklandığını ve yanlış uygulamaların kapitalist sistem içerisinde kalarak çözülebileceğini, “bu şirketler çok büyük, onları asla yenemeyiz” düşüncesinin yanlış olduğunu söyleyen film, “isterseniz endüstriyi değiştirebilirsiniz” demekte ve tütün endüstrisini örnek göstermektedir. “Birilerinin kasıtlı olarak bizden gizlediği bir dünya var” diyen film, sorunun asıl kaynağının kapitalizm olduğunu söylemekten kaçınmış olsa da, endüstrinin içyüzünü ortaya koyması bakımından çok değerli olsa da, asıl sorun gözden kaçırıldığı takdirde, birkaç şirketin belki yola geleceği ancak yarın birçoklarının daha da güçlenerek ortaya çıkacağı unutulmamalıdır.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay