Oyuncu kimliği ile tanıdığımız Onur Saylak’ın yönetmen koltuğunda oturduğu Daha, 24.Uluslararası Adana Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaparak, izleyicisine merhaba dedi. Hakan Günday’ın romanından uyarlama olan senaryo, vurucu hikayesiyle dikkat çekerken, yabana atılmayacak derecede etkileyici biçimiyle de fark yaratmayı başarıyor. Ahmet Mümtaz Taylan ve Hayat Van Eck’in başrollerini paylaştığı Daha, tam anlamıyla usta işi olarak lanse edebileceğimiz yapısıyla uzun süre adından söz ettirmeye aday.
İlk elfen filmin senaryosuna bakarak, birçok farklı konuyu başarıyla harmanlandığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Günümüz Türkiye’sinin gündemdeki hadiselerinden biri olan mülteci meselesi, baba-oğul ilişkisine getirdiği özgün bakış açısı ve hayata tutunma evresindeki bir çocuğun nasıl körelebileceği gibi hususlar, filmin ana başlıklarını oluşturmakta. Tabii bu hikayelerin Hakan Günday tedrisatından geçerek izleyici karşısına ulaştığını düşünürsek, bütün bir şekilde etkileyiciliğini hissetmesi de kaçınılmaz bir süreç halini almaktadır.
Tabii, film bir Hakan Günday romanından uyarlandığı için, herkesin dikkatini ilk olarak çekecek husus senaryo…Onur Saylak, ilk uzun metrajında yıllardır yönetmenlik yapıyormuşçasına güçlü bir performansın altına imzasını atıyor. Gerek hikayenin vuruculuğunu maksimum seviyeye çıkarması, gerek konu başlıkları arasındaki ustaca manevralar derken, Daha için tam anlamıyla bir yönetmen sineması yakıştırmasını yapmak hayli mümkün hale geliyor.
Filmi etkileyici kılan detayların başında ise, henüz ilk dakikalarından itibaren izleyene soğuk duş etkisi yaratan anlatımı geliyor. Kötücül bir bakış açısıyla, dünyaya tamamen para odaklı yaklaşan ve hayattaki tek varlığı çocuğunun asla okumasını istemeyen bir babanın tavrı, filmi fazlasıyla sert bir haleti ruhiye içine yerleştiriyor. Ancak bu bahsettiğimiz sertlik, bir an olsun hikâyenin işleyişini yavaşlatmıyor; aksine sürükleyiciliği doruk noktasına çıkarmayı başarıyor. Böylelikle kötülüğün egemen olduğu bir dünyada, inatla masum kalmaya çalışan bir çocuğun git gide değişimi de daha dokunaklı bir hale bürünüyor.
Esasen Daha, muadilleri gibi sabun köpüğü bir drama değil. İnsanı kollarından tutup silkeleyen ve her bir sekansında tokat edasıyla çarpan anlatım dili, filme karşı büyük bir sempati beslenmesinin de önünü açıyor. Çünkü karşımızda duran anlatının, Türkiye gerçeklerini çarpıcı bir şekilde işleyen şablon üzerine kurulu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Geleceğe dair umutla bakan bir çocuğun, bilinçsiz bir ebeveyn tarafından karanlığa hapsedilmesi, esasen ülkemizin de en büyük kara deliklerinden biri. Okumanın, okuyabilmenin önemini kavrayamamış ve tek derdi cebini daha fazla doldurmak olan art niyetli insanların varlığı, ne yazık ki toplumumuzda yadsınamaz bir gerçek. İşte açgözlülük kavramını ve bunun neticesinde olabilecekleri nokta atışı tercihlerle işleyen Daha, böylelikle vuruculuğunu da doruk noktasına çıkarmayı başarıyor.
Filmin odak noktasına aldığı konulardan biri de, mülteci meselesi. Evini terk etmek zorunda olan insanların, hangi koşullarda buna katlandığını dramatize etmeden anlatan Daha, bir takdiri de burada hak ediyor. Her ne kadar temas ettiği konu, ajite etmeye fazlasıyla müsait olsa da bundan kaçınan ve realist üslubuyla bu insanlık dramını izleyicisine aktaran film, nefes alan her bir bireyin içini derinden sızlatmayı da vadediyor.
Burada parantez açılması gereken noktalardan biri de oyunculuklar. Filmin başrolü olarak göze çarpan Ahmet Mümtaz Taylan, adının büyüklüğüne yaraşır şekilde oldukça başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Nitekim çizdiği kötü adam profili, inandırıcılığını top noktasında vererek, hikâyenin vuruculuğuna birebir katkı sağlıyor. Ancak filmin asıl yıldızının ise genç oyuncu, Hayat Van Eck olduğunu rahatlıkla dile getirebiliriz. Henüz göründüğü ilk sekansta gümbür gümbür geldiğinin sinyallerini veren Van Eck, finale doğru iyiden iyiye tavan yapan performansıyla gönülleri fethetmeyi başarıyor. Şunu rahatlıkla dile getirebiliriz ki; uzun yıllar boyunca hayranlıkla izleyeceğimiz bir genç, Daha ile görücüye çıkıyor ve birçok övgüyü de bileğinin hakkıyla kazanmayı başarıyor.
Gelelim filmin bir başka meselesine. Malumunuz Daha, Oscar’a gitmesi tartışılan filmlerden bir tanesiydi. Ancak ne var ki adaylar arasında olsa dahi, bu yıl Türkiye’nin Oscar temsilcisi olamadı ve bu unvanı Ayla’ya kaptırdı. Burada şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, eğer adayımız Daha olsaydı, belki de tarihte ilk defa, ilk beşe kalma konusunda bir şansımız olabilirdi. Nasıl mı? Daha’nın anlatım dili ve hikâyesi, ülke gerçeklerini oryantalist bakış açısından uzak durarak yansıtan, kötücül ve realist bir yapı üzerine kurulu. Keza Oscar jürisinin de, Doğu ülkelerinin kendi gerçeklerine eğildiği filmlere daha ılımlı yaklaştığı su götürmez bir gerçek. Nitekim geçtiğimiz yıllarda Mustang’in özellikle Amerika’da bu denli popüler olmasının birincil sebebi de buydu. Daha, Mustang’den farklı olarak olanı olduğu gibi anlatan, vuruculuğu had safhada hissettiren ve içerik-biçim dengesini muazzam derecede tutturan bir iş olarak, Ayla’dan hatta ve hatta Mustang’den dahi daha fazla ses getirmeye aday bir film olabilirdi. Çünkü karşımızdaki anlatı, sinemamızda eşi benzerine az rastlanacak türden gerçekçi ve yer yer de rahatsız ediciliği yüksek sert bir hikâye etrafına kurulu.
Bu kadar övdükten sonra, filmin tek negatif yönünü de söylemeden geçmeyelim. Onur Saylak’ın, eşi Tuba Büyüküstün’ü filmde oynatma isteği, esasen fazlasıyla göze batıyor. Böylesine karanlık ve realist bir hikâyeye, Büyüküstün’ün aydınlık yüzünün hiç mi hiç gitmediği aşikâr. Hele hele Onur Saylak’ın onun olduğu sekansları fazlasıyla soft ve aşkla çekme isteği de gözle görülür bir gerçek olarak, Daha’yı aşağı çeken yegâne unsur oluyor. Oyunculuk anlamında yıllardır geriye giden ve bir türlü bekleneni veremeyen Tuba Büyüküstün’ün donuk tavrı, Daha’yı zedeleyen en önemli ayrıntılardan biri olarak beliriyor.
Onur Saylak’ın ilk yönetmenlik tecrübesinde, deyim yerindeyse harikalar yarattığı Daha, çarpıcı anlatısıyla dikkatleri üzerine çeken ve izleyicisine tokat gibi çarpan işleyişiyle fark yaratan bir film. Hikâyesini, Feza Çaldıran’ın karanlık sinematografisiyle süsleyen ve Ahmet Mümtaz Taylan ile Hayat Van Eck’in parmak ısırtan performansıyla destekleyen film, adından uzun süre söz ettirmeye aday. Rahatsız eden, ülke gerçeklerine tanıklık ettiren ve bir ebeveynin, kendi öz evladına ne denli kayıp bir birey yapabileceğinin sert anlatısı olan Daha kaçırılmaması gereken bir film olarak dikkat çekmeyi başarmaktadır.