Sanırım ben Tom Wilkinson’ı ilk kez, şaşırtıcı bir kadroya sahip olan Smilla’s Sense of Snow (Smilla ve Karlar, 1997) filminde izledim, kısa bir rolü vardı. Bir gazete, filmin VCD’sini vermişti diye hatırlıyorum. Sonra Michael Douglas’ın o heyecan dolu aslan avı macerası The Ghost and the Darkness (Hayalet ve Karanlık, 1996) ile Jackie Chan ve Chris Tucker’ın o keyifli komedisi Rush Hour’da (Bitirim İkili, 1998) seyretmiş olmalıyım.
Sonra sırasını hatırlamamakla birlikte 2000’lerin başında Sense and Sensibility (Aşk ve Yaşam, 1995), Mel Gibson’lı The Patriot (Vatansever, 2000), o müthiş aile draması In the Bedroom (Yatak Odasında, 2001) gibi filmlerini seyrettiğimi anımsıyorum. Bir tanesi hariç hiçbiri başrol olmayan 5-6 filmdeki rolüyle daha o tarihte dikkatimi çeken bir aktör olmayı başarmıştı. Shakespeare in Love’ı (Âşık Shakespeare, 1998) Akademi Ödülleri’nde büyük bir haksızlığın öznesi hâline geldiği/getirildiği için senelerce seyretmemiştim. Tom Wilkinson -benim biraz geç izlediğim- The Full Monty’deki (Anadan Doğma, 1997) Gerald rolüyle kalbime taht kurdu desem yanlış olmaz. Bugün onu sadece üç filmle anmam gerekseydi, bunlardan biri The Full Monty olurdu.
Geoffrey Thomas Wilkinson 1948 yılında Leeds’te (İngiltere) doğdu. İlk tiyatro oyununu lisede yönetti, Ionesco’nun The Bald Prima Donna’sı. Sakın bu oyunu duymadım demeyin, Zuhal Olcay’la Haluk Bilginer’i yıllar sonra tekrar aynı sahnede buluşturduğu için şu sıralar Türkiye’nin en çok konuşulan oyunlarından biri olan Kel Diva bu. Neyse, Wilkinson liseden sonra Kent Üniversitesi’nde İngiliz ve Amerikan Edebiyatı okudu. Ardından RADA’ya (Royal Academy of Dramatic Art) kabul edildi, sıkı bir klasik tiyatro eğitimi gördü. Hamlet seçmelerindeki olağanüstü performansıyla Nottingham Playhouse’a kabul edildi. Royal Shakespeare Company’de sönük iki yıl geçirir, ardından 1984’ten itibaren Royal Court’taki oyunlarıyla parlar, çeşitli ödüller kazanır ve ufaktan TV’de boy göstermeye başlar. Wilkinson şöhretten nefret eden biri olarak sinemadan uzak durmuş, küçük rollerle yetinip tüm enerjisini tiyatroya vermiş, Ibsen, Çehov ve Shakespeare oyunlarındaki unutulmaz performanslarıyla akıllarda yer etmiştir. Tiyatroda başroller birbirini kovalar ama bir türlü arzu ettiği yaşam standardını yakalayamaz. O yılları “Sahnede Kral Lear’ı oynayıp dışarıda çulsuz geziyordum” şeklinde tarif edecektir. 1990’ların başından itibaren bu konudaki katı yaklaşımını terk eder ve senaryonun iyi olması koşuluyla her türlü TV ve sinema projesine sıcak bakmaya başlar.
BBC’nin Dickens uyarlaması Martin Chuzzlewit’teki başarılı Seth Pecksniff performansı ona Sense and Sensibility’deki (Aşk ve Yaşam, 1995) Dashwood rolünü getirir. The Ghost and the Darkness, The Full Monty, Rush Hour, Shakespeare in Love derken 50’sinden sonra bir Tom Wilkinson efsanesi başlamıştır. Rolleri şaşırtıcı bir yelpazededir. Karakterine pek de iyi olmayan filmlerde bile (Duplicity, The Samaritan, The Green Hornet, Unfinished Business) bir derinlik katmaya çalışan Tom Wilkinson buyurgan birini de (The Patriot, Batman Begins, Valkyrie) hassas ve kırılgan bir karakteri de (Michael Clayton, Normal, The Best Exotic Marigold Hotel) başarıyla canlandırır. Yıllar sonra Normal (2003) filmini izlediğimde Wilkinson’ın oyun gücüne bir kez daha hayran olduğumu hatırlıyorum.
Tom Wilkinson 2002-2014 yılları arasında çok sayıda sağlam filmde ama küçük ama büyük rollerle öne çıkmayı başarır. The Importance of Being Earnest (Aşkın Önemi, 2002), Girl with a Pearl Earring (İnci Küpeli Kız, 2003), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan, 2004), Batman Begins (Batman Başlıyor, 2005), The Exorcism of Emily Rose (Şeytan Çarpması, 2005), Woody Allen’ın şaşırtıcı suç draması Cassandra’s Dream (Cassandra’nın Rüyası, 2007), kariyerinin en iyi performanslarından birini verdiği Michael Clayton (2007), Guy Ritchie’nin tuhaf suç filmi RocknRolla (2008), Tom Cruise’lu Nazi filmi Valkyrie (Valkyrie Operasyonu, 2008), Polanski’nin gizli hazinelerinden The Ghost Writer (Hayalet Yazar, 2010), heyecan dolu bir casusluk filmi olan The Debt (Sır, 2010), Robert Redford’un Abraham Lincoln suikastını eşelediği The Conspirator (Suikast, 2010), Wilkinson’ın dokunaklı bir yan karaktere ruhunu üflediği The Best Exotic Marigold Hotel (Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili, 2011), kısa ama kendinden emin, babacan bir rolde göründüğü Mission: Impossible – Ghost Protocol (2011), Verbinski’nin aksiyon ve şiddet operası The Lone Ranger (Maskeli Süvari, 2013), Wes Anderson’ın biçimci başyapıtlarından The Grand Budapest Hotel (Büyük Budapeşte Oteli, 2014), ABD Başkanı Johnson’ı canlandırdığı, siyahilerin medeni haklar mücadelesi filmi Selma (Özgürlük Yürüyüşü, 2014) bu dönemde öne çıkan filmleri diyebilirim. Büyük övgüler aldığı The Kennedys ve John Adams dizilerini henüz seyredemedim, ha keza Gerald karakterine takrar hayat verdiği The Full Monty dizisini de…
Edward Snowden’i anlatan Oliver Stone filmi Snowden (2016) ve Rupert Everett’in yazıp yönettiği ve Oscar Wilde’e hayat verdiği The Happy Prince (Mutlu Prens, 2018) son yıllarda öne çıkan Wilkinson filmleridir.
Oynadığı In the Name of the Father (Babam İçin, 1993), Sense and Sensibility (1995), The Full Monty (1997), Shakespeare in Love (1998), In the Bedroom (2001), Michael Clayton (2007), Selma (2014) ve The Grand Budapest Hotel (2014) En İyi Film Oscarı’na aday gösterilen Tom Wilkinson In the Bedroom ile En İyi Erkek Oyuncu, Michael Clayton ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında Akademi Ödülü’ne aday gösterilmişti. The Full Monty ile BAFTA’da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Tom Wilkinson, John Adams mini dizisindeki Benjamin Franklin rolüyle de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Altın Küre’yi evine götürmüştü. Rolüne her zaman ciddiyetle yaklaşan, George Clooney’nin deyimiyle “Her projeyi ve her oyuncuyu daha iyi hâle getiren” bir aktördü.
The Full Monty, In the Bedroom ve Michael Clayton filmlerini Tom Wilkinson’ı tanımak isteyen her sinemasevere öneririm. İyi seyirler…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç