Touchez pas au grisbi / Ganimet (1954)

12 Ağustos 2024

Jacques Becker en sevdiğim yönetmenlerden biri. Her filmi ayrı bir yolculuk gibi ele alan, belirli bir teknik stilde ısrar etmeyen, anların, planların, atmosferin özgünlüğüne kafa yoran çok özel bir isim. Bambaşka tarzlarda filmler çeken yönetmenleri (Jules Dassin, Jean-Pierre Melville, François Truffaut, Jean-Luc Godard gibi) etkilemiş olmasını bu özelliklerine bağlıyorum. Üstelik, Becker mizahi yönü güçlü, entelektüel bir sanatçıydı ve görece genç bir yaşta, 53’ünde hayatını kaybetmiş olmasına rağmen ardında benzersiz eserlerden oluşan müthiş bir filmografi bıraktı.

Jacques Becker’in kariyerini tümüyle değiştiren olay, arkadaşı Paul Cezanne (meşhur ressamın oğlu) aracılığıyla yönetmen Jean Renoir’la (evet, bir diğer meşhur ressamın oğlu) tanışması oldu. Ayrı dünyaların insanı olan ikiliyi Erich von Stroheim’ın Greed (Hırs, 1924) filmine duydukları hayranlık yakınlaştırmıştı. Bu tanışma zamanla bir usta-çırak ilişkisine, sonra ev arkadaşlığına ve en sonunda da yedikleri-içtikleri ayrı gitmeyen sıkı bir dostluğa evrildi. Jean Renoir My Life and My Films (Yaşamım ve Filmlerim) adlı kıymetli hatıratında, asistanı Becker için “Jacques’ın öldüğü fikrine bir türlü alışamadım. Kardeşim ve oğlum gibiydi” yazacaktı.

Becker La nuit du carrefour (1932), Sulardan Kurtarılan Boudu (Boudu sauve des eaux, 1932), Chotard et Cie (1933), Madame Bovary (1934), Les bas-fonds (1936), Harp Esirleri (La grande illusion, 1937), La Marseillaise (1938) ve Partie de campagne (1946) filmlerinde Renoir’ın yönetmen yardımcılığını yaptı, birkaç filminde çeşitli rollerde göründü (en bilineni, Harp Esirleri. Hani Almanlar almasın diye saatini kıran asker/tutsak) hatta prodüksiyon amiri olarak görev aldı. Çekmeye başladığı ilk filmlerde Renoir etkisi hissediliyordu (bilhassa mizahi yaklaşımı) ama kısa bir süre sonra Becker kendi özgün dilini yakalamayı başardı ve sinema tarihine birbirinden eşsiz filmler bıraktı: Antoine et Antoinette (1947), Rendez-vous de juillet (1949), Altın Başlık (Casque d’or, 1952), Rue de l’Estrapade (1953), Touchez pas au grisbi (1954), Les amants de Montparnasse (1958) ve Delik (Le trou, 1960). Ne kariyer ama…

blank

Touchez pas au grisbi (1954), Jacques Becker’in çektiği ilk ve tek gangster filmi, ama öyle bildiğiniz diğer organize suç filmlerine benzemeyen, daha çok varoluşsal krizler yaşayan ana karakterlerin yer aldığı klasik kara filmleri andıran özgün bir çalışma bu. Ama özgünlüğü konusuna borçlu değil, Becker’in o tarihe kadar Fransız sinemasında eşi benzeri görülmemiş anlatısına borçlu. Çekimleri 1953 sonbaharında tamamlanan Touchez pas au grisbi daha sonra Rififi (1955), Bob le flambeur (Kumarbaz Bob, 1955) ve Le Cercle rouge (Ateş Çemberi, 1970) gibi klasikleri derinden etkileyen, Amerikan Sineması etkisinde olmayan, Fransa’ya özgü ilk Fransız gangster filmi kabul edilmektedir.

Hikâyede son soygununu gerçekleştirmiş, artık emeklilik planları yapan orta yaşlı meşhur bir gangster olan Max’in yaklaşık üç gün içinde yaşadıkları anlatılıyor. Evet, bu filmde klasik bir gangster filminde sıkça karşımıza çıkan lüks yaşam, gece kulüpleri, içki, sigara, uyuşturucu, kadın, gece hayatı, ihanet, araçla takip sahnesi, tuzak kurma, adam kaçırma, silahlı saldırı düzenleme, bombalama, işkence, darp, dayak, yaralama, hatta cinayet sahneleri var ama bütün bunların filmin süresi içindeki ağırlığı yüzde 10 falan. Becker gangster sinemasının olmazsa olmazlarını üstünkörü geçip tümüyle insan ilişkilerine ve detaylı karakter analizine yönelen varoluşçu bir şaheser ortaya koyuyor, filmi ilginç ve özgün kılan bu.

Sinema tarihinde bazı filmler vardır, filmin merkezindeki önemli olayı içeren sahneyi size göstermez, mesela Sidney Lumet’in 12 Öfkeli Adam’ında (12 Angry Men, 1957) ne cinayeti izleriz ne de savcı ve hâkimin söylediklerini. Ha keza, Quentin Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri (Reservoir Dogs, 1992) filminde soygunun gerçekleştirildiği anı izleyemeyiz. Touchez pas au grisbi, filmin adını aldığı (tam tercümesi, “Ganimete/Ganimetime Dokunmayın”) ve uğrunu yarım düzineyi aşkın insanın öldürüldüğü, filmdeki hemen herkesin hayatının mahvolmasına yol açan soygunu bize göstermemeyi tercih eder. Soygunun sonrasında başlar öykümüz.

Daha ilk sahneyle birlikte, tanınan/bilinen, sevilen iki gangsterin ve çevrelerinin hayatına dahil eder bizi Becker. Max’i (Jean Gabin) ve Riton’u (Rene Dary) tanımaya başlarız. Revü kızları Lola (Dora Doll) ve Josy (Jeanne Moreau), genç Marco (Michel Jourdan), restoran sahibi Madam Bouche (Denise Clair)… Becker hikâyesini ilk izlediğinizde fark etmeyeceğiniz sayısız detayla usulca örmeye başlar, ruhunuz bile duymaz. Daha sonra anlam kazanacak müzikler (armonika), güzel kadınlar (Josy, Lola), karizmatik tavırlar (Marco’nun borcunu kapatma, içeride gangsterler varken boş masalara bile müşteri almama), nazik jestler (Josy’nin öne oturtulması, Marco’ya ekstra kredi açtırılması, şoföre bir sigara yakılıp verilmesi), hepsi ve daha fazlası hikâye ilerledikçe yerini/ağırlığını ve anlamını bulacaktır. Yönetmen Jacques Becker açılıştaki restoran sahnesinden gece kulübüne girilen ana kadar altı dakika içinde iki ana ve dört yan karakteriyle başlıca bir mekânı hakkında sayısız bilgiyle sizi gizlice kuşatır.

Sekizinci dakikanın 16. saniyesinde revü şovlarının yapıldığı gece kulübüne girilir. Gece kulübünde geçen 12,5 dakika içinde uyuşturucu işinde olduğunu anladığımız gangster Angelo (Lino Ventura), bizdeki pavyonları andıran bu hafif lüks striptiz kulübünün patronu Pierrot (Paul Frankeur) ile otoriter karısı Marinette’i (Gaby Basset) tanımakla kalmayız, o âna kadar tanıdığımız insanların arasındaki karmaşık ilişkilerin doğasına dair de ciddi fikir sahibi oluruz. Kim kiminle ortak, kimin kiminle arası iyi kiminle nahoş, Angelo’nun Pierrot ile işi ne, Marco kimin yanında işe başlayacak, Josy sevgilisi Riton’u kiminle aldatıyor, genel resim az çok netleşir. 20 dakika içinde hemen hemen tüm önemli karakterleri tanırız. Ama Becker için bunlar tali detaylardır. Sinema tarihinin en hoş sahnelerinden birinde orta yaşlı bir adam hayattaki en yakın dostunu genç bir kadından uzak durması için o kadar hoş yalanlarla manipüle eder ki hayran kalırsınız. Böyle düşünceli, böyle zarif insanlar tanımak isterdim.

Filmin en önemli üç bölümünden ilki 30. dakikada başlıyor. Max, Riton’u son anda “ipten alıyor”, bir yerde buluşuyorlar ve Max yakın dostunun dahi bilmediği gizli evinin kapılarını açıyor. Max önce güven tesis etmek için soygunda elde ettikleri her biri 12 kilo çeken 8 altın külçesini sakladığı yeri gösteriyor yakın dostuna, sonra birlikte daireye çıkıyorlar. Max burada büyük bir misafirperverlik gösteriyor, kaliteli bir şarap açıyor, ezme sürülmüş tost ekmeğini kıyıntı yapıyorlar, tıpkı eski günlerdeki gibi. İkisi de eteklerindeki taşları döküyorlar, böylece hem dostlukları pekişiyor hem de manzara netleşiyor.

blank

Sohbetten sonra Max, Riton’a uyurken giymesi için tertemiz bir pijama takımı veriyor, bir de diş fırçası. Ve çok güzel bir nevresim takımı. Filmin en önemli sahnelerinden biri bence burası çünkü burada bu eserin bir gangster filmi değil, köklü bir dostluğa yakılmış bir ağıt olduğuna dair ilk emareler ortaya çıkıyor. Ama henüz kesin olarak bilmiyoruz, Becker de bilmemizi istemiyor, bizi kasten yanıltıyor. Filmin bir başka önemli sahnesine gelelim.

Max sabah erken kalkıp Riton uyurken amcası Oscar’a altınları teslim etmiş, sonra da eve geri gelmiş. Riton ortada yok. Bir telefon konuşması neticesinde gene bir aptallık ettiğini ve dikkatsizliği yüzünden kaçırıldığını anlıyor, hâliyle karşılığında fidye olarak altınların (“emeklilik hayallerinin” şeklinde okuyunuz) isteneceğini de. Ve 53. dakikada Max’in dış sesinden (ki filmde nadiren kullanılıyor) Riton hakkındaki “samimi” düşüncelerini dinliyoruz:

“Ah, şu Riton. Riton yıllarca başımın belâsı oldu. Her zaman gidip aptalca bir şey yapar. Ne ahmaktır o! Cesareti var diye kendini bir bok sanıyor. Cesur biri olabilir, ama tam bir ahmak! Onun gibi bir angutla hiç işim olmamalıydı. Bana yük olmasaydı, daha ne büyük işler başarırdım ben! Ama hata bende, yalnız çalışmalıydım. Sorun şu ki duygularımı işe karıştırdım. Halt ettim. Ona bunca zaman takılı kalmakla aptallık ettim. 20 yıldır bana maddi külfetini hiç söylemiyorum; avukatlarına para yedir, annesine para yedir. Ağzındaki her bir dişe tomarla para harcamışımdır. Artık kendi başının çaresine bakacak.”

Telefonu çarpıp kapattıktan sonra öfkeli gözlerle dalıp, içten ve sakin bir sesle bu cümleleri söylemeye başlayan bir adamın ne yapmasını beklersiniz? Yok. Onun yerine Max ne yapıyor biliyor musunuz? Kendine alelacele bir sigara sarıyor, mutfağa geçiyor, sigarasını yakıyor, bir fırt çekiyor. Sonra buzdolabından o “harika” şaraplardan bir şişe çıkartıyor, bir kadeh alıyor. Oturma odasına geçiyor. Şarabını dolduruyor, dolaptaki pikabı çalıştırıyor ve filmin bel kemiği statüsündeki o armonikalı/mızıkalı parçayı dinlemeye başlıyoruz. Ve favori parçası çalarken Max kadehinden bir yudum alır. Bir şey olacaktır, ama ne? Netleşmesi için bir sahne daha beklememiz gerekir.

Betty yeni evinden aradığı (demek ki numarayı biliyor) Max’i öğle yemeğine davet eder. Çift sevişir. Dakika 56’dayız. Max giyinip kadının yatak odasından çıkar. Ortam karanlıktır, koyu bir karaltı sarmıştır Max’i. Kritik an gelip çatar. Max sigaraya uzanır ve şöyle der: “Zavallı ihtiyar Riton. Alçağın tekiyim ulan ben.”

Zamanlaması çok çarpıcı bir özeleştiridir bu. Max’in kadınlarla ilgili o ana kadar söylediği her şeyde gerçeklik payı olduğunu anlarız. Artık bu çapkınlıklar ona eskisi gibi zevk vermiyordur. Resmen yaşlanmıştır. Alıkonulmuş arkadaşı canıyla cebelleşirken Max beyefendi gönül eğlendiriyordur. Derken filmin en kritik sorusu çıkagelir. Yatakta uzanmakta olan Betty basit bir soru yöneltir: “Beni seviyor musun Max?”. Max soruyu yanıtlamaktan kaçınır ve konuyu değiştirir. Max suskun kalmıştır, ama aslında cevap çoktan verilmiştir. Max’in kimi yürekten sevdiği ortaya çıkar. İşte o an, gerçek bir dostluğun sadece ölümle son bulacağını anlarız. Dostlukta pes etmek olmaz, dostlar günahıyla sevabıyla vardırlar. Bazı dostluklar uğruna sekiz kişinin feci şekillerde ölebileceğini, geleceğe dair tüm umutların/hayallerin insanın gözü önünde cayır cayır yanabileceğini henüz bilmiyoruz. Ama öğrenmemize az kaldı. Çok az.

blank

Öykünün toparlandığı son bölümü incelemek istemiyorum. Son kertede, Touchez pas au grisbi (1954) eylemler hakkında bir film değil, eylemlerin nedeni/gerekçesi hakkında bir film. Dostluk hakkında, sadakat hakkında, erdemler hakkında bir film. Touchez pas au grisbi her şeyden çok yaşlanmaktan duyulan kaygı hakkında bir film (Marinette, Bouche ve Max’in repliklerine dikkat!). Bu kaygı Jacques Becker’in bir kaygısıydı, o nedenle filmin uyarlandığı romandaki birçok önemli detayı senaryo dışında bıraktı ve büyük ölçüde hislere odaklanan bir film çekti. Genç bedenlere duyulan özlemin, iyi yaşama duyulan hasretin filmidir Touchez pas au grisbi. Hüzünlü bir ağıdı andıran duygusal müziğinin basit bir temadan ziyade, filmin ana omurgasını inşa etme görevini üstlenmesinin yegâne sebebi budur. Dikkat buyurun, bu müziği sadece diegetic (ortam-içi/film-içi) ses olarak duymayız, filmin en üzücü anlarında (“bir şeylere veda edilirken”, diyelim) non-diegetic (filme sonradan eklenen dış ses) olarak da işitiriz. Resmen atmosferi belirler, hatta film bu parçanın çalındığı müzik kutusuna yapılan yakın-çekimle biter. Bu son sahne aynı zamanda öykünün daireselliğinin altını çizer. Açılış sahnesinde ana karakterlerin yanlarında kızlarla neden restoranda boy gösterdiklerini filmin son sahnesinde anlarız ve çember/döngü tamamlanır. Film bunun gibi ilk izlemede fark edemeyeceğiniz sayısız detayla tıka basa doludur.

Ben bu filmi defalarca izledim, Josy’nin arabada uyuşturucu kullandığı birkaç saniyelik kısacık planın örtük anlamına ilk kez bu son seyredişimde uyandım. Gece kulübüne gidildiğinde Angelo Max’i Pierrot’nun ofisinde görmek ister. Sonra daha ağzından çıkan ilk sözlerle beraber Angelo’nun uyuşturucu işindeki bir gangster olduğunu anlarız. Max 10-15 dakika sonra Angelo’yu soyunma odalarının bulunduğu bölümde gördüğünde Riton’un metresi Josy’yle sarmaş dolaş hâlde öpüşmek üzeredirler. Josy’nin söylediklerinden sonra aslında artık Angelo’dan hoşlandığını zannederiz. Ama Riton kaçırılırken Josy de korkup Angelo’nun elinden kaçar, duruma (başından beri kullanıldığına) uyanmıştır. Hemen arabadaki ilk sahneye dönelim. Josy uyuşturucuyu burnuna çeker ama bunu fark eden Riton onu tokatlar ve hemen “Bunu yapmaman konusunda uyarmıştım!”, der. Demek ki Josy bir süredir uyuşturucu kullanıyordur. Belli ki Angelo planına çok önceden başlamıştır, belki sadece Josy’nin tedarikçisidir ama belki de Josy’yi uyuşturucuya alıştırıp müptela yapan odur. Bana kalırsa, ikinci olasılık daha yüksek.

Max’in şarap şişesi açışındaki, bahşiş verişindeki görgü, Riton’un dişlerini fırçaladıktan sonra aynada gözaltı torbalarını, yanağındaki sarkıkları, gıdısını, kazayağını inceleyişi, Max’in ana yatağı misafirine bırakıp salondaki koltuğa yönelmesi, Max’in herkesten gizlediği yakın gözlüğü gibi sayısız jest, mimik ve davranışla zenginleşen bir görsel sanatlar şovudur Touchez pas au grisbi. Hikâyeyi aşan bir stil ve tempo arayışıyla karşı karşıyayızdır. Peki, nedir bunun kaynağı? Tekrar ustası Jean Renoir’a dönelim.

Renoir My Life and My Films kitabında Becker’i tanıdığında müstakbel asistanının henüz 20 yaşında olduğunu ama inanılmaz bir görgüye ve bilgi birikimine sahip olduğunu belirtir. Renoir’a göre Becker modaya hâkim, çok iyi giyinen bir delikanlıdır. Spor arabalara, bar ve gece kulüplerine, caz müziğine düşkündür. Bir tesisatçıyla da yakın dost olabilir, meşhur bir yazarla da… İnsan ayırmaz. Sevilen biridir, çevresi çok geniştir. Çok karizmatiktir. Üstelik entelektüeldir. Renoir onu oturmayı, kalkmayı, garsona nasıl bahşiş verilmesi gerektiğini bilen seçkin biri olarak nitelendirdikten sonra “Çağının en az 10 yıl ilerisindeydi”, der.

Jacques Becker arkadaşlarını satmayan, sadık biriydi, Henri-Georges Clouzot için yaptıkları ortadadır. Jean Renoir ve Erich von Stroheim’a olan saygısında gram eksilme olmamıştır. Jacques Rivette ve Jean-Pierre Melville gibi isimlere sahip çıkmıştır. Bu arada, Becker’in annesi modacı olduğu için ustanın bu alanda hem kurmaca/kurgu hem belgesel çalışmaları mevcut, bunu da not düşeyim. Becker filmleri en ince ayrıntısına kadar dikkat edilmiş kostüm çalışmaları içerir, hatta Casque d’or ve Touchez pas au grisbi moda gösterisi gibidir. Max’in ve Betty’nin kıyafetlerine bakmanız yeterli, bilhassa seçkin karakterlerin giyim-kuşamlarında her türlü detay düşünülmüştür. Max silahlı çatışmaya bile grand tuvalet gider (daha sonra Melville filmlerinde sıkça karşımıza çıkacak olan bir tutum). Lafı uzatmaya gerek yok: Max karakteri yönetmen Jacques Becker’den başkası değildir.

Yönetmen Jacques Becker’in başyapıtı Touchez pas au grisbi (1954), Jean Gabin’in başrolde âdeta devleştiği, unutulmaz bir gangster filmi. Fransız sinemasının nadide örneklerinden, defalarca izlenmeyi hak eden hüzünlü bir şaheser. İyi seyirler…

KAYNAKLAR

Not: Filmin adı olan Touchez pas au grisbi’nin “Haracıma Dokunmayın” şeklinde bir çevirisi mevcut ama vaktizamanında film henüz izlemeden yapılmış bir çeviri olduğu için çok anlamsız. Grisbi (İngilizce’de “loot”), “çalıntı mal” anlamına geliyor. Kastedilen, Max’in soygundan elde ettiği 50 milyon frank değerindeki altın. Yani filmde daha çok belirli bir gelir ya da servet miktarı üzerinden veya koruma ya da yardım karşılığı alınan bir haraç söz konusu değil, çalıntı mal yani “ganimet” söz konusu.

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Drive (2011)

Çoğu eleştirmenden tam not alan, başından sonuna keyifle izlenen Drive,
blank

Ant-Man ve Wasp: Karıncadan Süper Kahraman Olur mu?

Ant-Man ve Wasp, Marvel’ın çocukları hala umursadığını gösteren filmlerden biri.