Transylvania sayesinde bir kez daha bağrımıza basma imkanı bulduğumuz, bugün geldiği noktaya kadar sırra kadem basmış izlenimi yaratan, birilerinin arkasında saklanmış bir çocuk edasıyla yüzünü kuşatan yerel çizgilerin ışığında aydınlanmaya çalıştığımız bir yönetmen Tony Gatlif.
Çok kimlikli olmasının sonucunda, kimliksiz bir bakış açısıyla bir sinema dünyası koyuyor önümüze. Aç çocuklar gibi kaşıklayıp bitiriyoruz onun filmlerini. Sonrasına ilişkin bir doygunsuzluk, şimdiye ait bir doygunlukla. Cezayir doğumlu Fransız yönetmenin dünyası yollarda ve çingenelerin arasındaki coşkuda, acıda, farkındalıkta ve gezgin kafalarında hayat buldu. Onları hedef alan bazı olguların da peşinde olduğunu da belirtmekten çekinmedi. Örneğin onlara karşı dünyada toplu olarak geliştirilen ırkçı önyargıyı kırmaya, yumuşatmaya çalıştı. Kusturica kadar popüler olmadı ama dediğim gibi doygunluk ve doyumsuzluk arasında hep o ince çizgide bıraktı bizi.
Transylvania bir kaybediş, bir arayış, bir bulma öyküsü kabaca. Zaten Gatlif’in yaşamı da bir keşif öyküsünün ana hatları etrafında şekilleniyor. 2004 yılında en İyi Yönetmen Ödülü kazandığı Sürgündekiler de köklerine ulaşmak isteyen bir gencin uzun soluklu yol öyküsüne uzanıyordu. Ulaştığı kültürün etkilerini sonuna kadar içinde hisseden genç böylece bir sesten sesler topluluğuna ve birçok yaşam izine ulaşmış bir halde bulur kendini. Bu çoklu buluş aynı zamanda bir arınmaya dönüşür Gatlif filmlerinde. Ortada kalmazsınız bir duyguya doğru yol alırken onun filmlerinde. Çünkü aranılan ve bulunan şeyin mükemmelliği konusunda derin bir inanca sahiptir yönetmen ve seyirciyi de buna inandırır. Müziğinin coşkusunun tadını çıkarmak için duyduğunuz yoğun coşku ise yönetmenin elinden çıkma bir gül sepeti gibidir. Herkese gül sunar sepetinden. O gülü kulak arkası yapar, bir şal atıp sırtınıza hayatınızın en güzel dansını yapmaya koyulursunuz sinema salonunun karanlık bir köşesinde.
İntikam’da ise kızının ölümünü bir türlü kabullenemeyen ve kederini hafifletmek için müziğe sığınan bir adamın etrafında gelişiyordu öykü. Aynı zamanda iç çatışmaların acısını çeken böyle bir topluluğun öyküsünü de anlatıyordu. Yabani, çingene etkisi taşıyan flamenko müziği de bu trajedi için bir koro olmuştu dinleyenlerin yüreğinde. Yani acının da sevincin de, hüznün de keyfin de kaynağı müzik Gatlif filmlerinde. Ve aynı zamanda çingene kültürünü koruma içgüdüsünün kırılgan altyapısı. Onlar her zaman çok güçlü topluluklar olduğunu düşünüyor Gatlif ve bu bakış açısını sonuna kadar koruyan uzun soluklu işlerle karşımıza çıkıyor.
Sevdiği adamın peşinden Romanya’nın kalbindeki Transilvanya’ya uzanan Zingarina’nın değişime odaklanıyoruz bu kez de. Transilvanya herkesin kendini bulmaya geldiği, kendini soğukla ve zorlu yaşam koşullarıyla sınadığı bir dünyanın karmaşasında soluklanıyor. Kültür karması yaratıyor ama bu karma durumdaki seslenişten benzerlikler yaratmayı da ihmal etmiyor. Arkasında yine muazzam müziklerle. Filmin başrolünde her biri rollerinin içine çok iyi girmiş üç oyuncu dikkat çekiyor. Birol Ünel, Asia Argento ve Amira Casar filme duygusunu veren ‘sınır’ halinden bir hayli nasipleniyorlar. Filmde her şey bir ‘sınır’a gelip dayanıyor aslında… Aşk sınırı, çılgınlık sınırı, absürtlük sınırı, delilik sınırı… Karın içinde bata çıka ilerlerken kahramanlarımız da çingene ruhunun derinliklerinde yitip gitmek için kimliklerini yollarda bırakıp, daha süslü püslü, daha renkli, daha oynak bir havada karşımıza çıkıyorlar. Ruhlar iki cismin çarpışması gibi yumuşuyor, birbirlerine tuttuklarının mum ışığının sıcağında. Duvara Karşı’nın yitik bireyi Binol Ünel, yine fiziğine uygun ‘rolünün adamı’ kuşanmışlığıyla karşımıza çıkıyor. Sorumluluk – sorumsuzluk kavramlarının rahat (sızlığı) sorgulaması sonrasında yine bir değişim rüzgarı çarpıyor Çango’ya. Mekan ve zamandan soyutlanmış bir karakter Çango.
Asia Argento farklı ifadesi ve asiliğin had safhasındaki hal ve tavırlarıyla bu filme sorgusuz oturmuş biri. Kasıklarının üstüne çiziktirdiği melek figürü gibi her an kanatlanıp gitmeye hazır. Bir duygudan bir duyguya, bir yaşamdan bir yaşama. Ama Transilvanya coğrafik modeliyle Argento’nun gizli ruhuna gizli bir merhem çalmış gibi. Amira Casar, daha dengeli bir model olarak karşımızda. O da başka bir yöne savrulsaymış demeden duramıyor insan. Çünkü o toraklar yapısı gereği soğuğu ve başkalaşımı enjekte ediyor insan ruhuna.
Bir çingenenin daha önce içki içen ve bisiklete binen bir çingene kadın görmemesini dillendirmesi gibi biz de Tony Gatlif filmlerinden aldığımız yoğun haz duygusunu dillendirmeden edemeyeceğiz.
Transylvania insan hayatına ‘çingene ruhu’ motivasyonu katan Gatlif’in kaçırılmaması gereken filmlerinden biri. Hayat nerede olursak acıların üzerine ince bir kar tabakası da olsa çekmeyi ihmal etmiyor.