İki yıl kadar önce, En İyi Film Oscarı’na aday gösterilmiş lakin kazanamamış filmleri içeren bir yazı dizisine başlamış, Chinatown (Çin Mahallesi, 1974), Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976) ve Hannah and Her Sisters (Hannah ve Kız Kardeşleri, 1986) yazılarından sonra başka projeler çıkınca ara vermek durumunda kalmıştım. Bu konuda seçtiğim filmlerle ilgili notlarımdan oluşan küçük bir klasörüm olduğu için kaldığım yerden aynen devam ediyorum, gecikme için özür dilerim. Yazı dizimizin bugünkü durağı, John Huston’ın ülkemizde Sierra Madre Hazineleri ya da Altın Hazineleri adıyla bilinen western klasiği The Treasure of the Sierra Madre (1948).

John Huston anılarında, B. Traven’in (Berwick Traven Torsvan) romanından uyarlanacak olan The Treasure of the Sierra Madre’yi aslında çok daha önce çekeceğini (1941’de) ama savaş ilan edilince orduya alındığını yazar. Hatta stüdyo yetkilisi Henry Blanke’ye de filmi askıda tuttuğu için yani kendisi için özel olarak beklettiğinden dolayı hem kitabında hem de Oscar töreninde yaptığı konuşmasında isim vererek bizzat teşekkür eder. Bunun sebebi, bu filmi çekmeyi ölesiye istiyor oluşuydu. Hadi hem bunun nedenini anlatalım hem de John Huston’ın kişiliğini biraz daha yakından tanımış olalım.

blank

1906 yılında doğan John Huston, çok ünlü bir aktörün, Walter Huston’ın oğluydu ama küçüklükten beri delidolu, uçuk birisiydi. Richard Vela “Huston’s Mexico” adlı makalesinde onun Meksika’ya olan tutkusunu ve sinemasına olan etkilerini kaleme alır. Vela’dan aktaralım. John Huston 19 yaşındayken mastoid (kulak arkası çıkıntısı) ameliyatı geçirir. Başını New York’un soğuğundan koruması gerektiği için nekahet dönemini sıcak bir iklimde geçirmesi salık verilir. John Huston babasından 500 dolar alır ve gemiyle Vera Cruz’a gider. O tarihte Meksika Devrimi’nin etkileri devam etmektedir. Vera Cruz’dan trenle Mexico City’ye geçer ve orada bir buçuk yıl kalır. Bu dönemde Albay José Olimbrada’dan at yetiştirme/terbiyesi eğitimi alır, atlara olan o meşhur düşkünlüğünün kökleri bu Meksika seyahatine kadar uzanmaktadır. Meksika’da parası tükenince kalacak yer ve yemek karşılığında Meksika süvari alayında geçici unvanla (hatta bir süre teğmen) görev yapar. Bir buçuk yılın ardından Kaliforniya’ya döner ama beş ay sonra buharlı gemiyle Acapulco’ya gidip katır treniyle Mexico City’ye geçer.

Paul Muni’nin başrolde oynadığı Juarez (1939) filmi için Meksika’ya yaptığı yolculuk ise ustanın üçüncü Meksika seferi olur. Meksika’da geçen üç önemli uyarlama çeken (The Treasure of the Sierra Madre, The Night of the Iguana ve Under the Volcano), hayatının son yıllarını ve son Noel’ini Puerto Vallarta’da geçiren ve Meksika’yı ne kadar çok sevdiğini her fırsatta dile getiren John Huston, anılarında, Warner Bros.’un Juarez projesi için “Daha baştan çıkarıcı bir teklif alamazdım.” der. Huston, B. Traven’in kitabını daha piyasaya çıktığı yıl (1936’da) okumuş ve büyülenmiştir. Ayrıca John Huston, kitabında, Warner Bros.’un tepe yöneticisi Jack Warner The Treasure of the Sierra Madre için olur verince, sanat yönetmeni John Hughes ve Meksikalı prodüksiyon amiri Luis Sanchez Tello ile beraber, filmde kullanılacak yerleri ve mekânları tespit etmek için Meksika’da 8.000 millik (yaklaşık 13 bin kilometre) bir izci seyahatine çıktığını yazıyor. Filmin bu denli inandırıcı olmasının en önemli sebebi, gerçek mekânlarda yapılan çekimlerdir. Stüdyoda gerçekleştirilen gece çekimleri hariç filmin tamamı “yerinde” (on location) çekilmiştir. Dönemine göre hayli yüksek bir rakama mal olan (3 milyon dolar) The Treasure of the Sierra Madre, tamamı ABD dışında çekilen ilk Amerikan filmlerinden biridir.

Hem hikâyeye hem de geçtiği yere yürekten bağlı olan John Huston, The Treasure of the Sierra Madre projesine ayrı bir önem verir. 1941 yılında projeye ilk kez başladıklarında, Warner Bros.’un elinde üç kilit rol için George Raft, Edward G. Robinson ve John Garfield vardır. Savaştan sonraysa Hollywood’da dengeler değişmiştir. Humphrey Bogart, Casablanca’nın (1942) ardından bir anda ülkenin en büyük starı olmuş, peşpeşe çektiği filmlerle milyonların gönlünde taht kurmuştur. Üstelik hem John Huston’ın yakın arkadaşıdır hem de önceki ortak çalışmalarında (The Maltese Falcon, High Sierra, Across the Pacific) bu işbirliğinden çok iyi sonuçlar almışlardır ama Dobbs rolü için onu ikna etmek eskisi kadar kolay olmayacaktır. O artık büyük bir stardır. Huston, 1947 yılında filmin ön-yapım aşamasındayken, büyük umutlar bağladığı yakın dostu Bogart’a senaryoyu verir. Gerisini Bogart’ın oğlunun anılarından okuyalım. Humphrey Bogart’ın oğlu Stephen Bogart, babası hakkında yazdığı kitapta bizzat Sam Jaffe’den duyduğu/öğrendiği ilginç bir bilgi paylaşır. Bogart, kendisinin ve John Huston’ın dostlarından olan aktör Sam Jaffe’ye gider ve ona The Treasure of the Sierra Madre’nin senaryosunu okuyup okumadığını sorar. Jaffe okuduğunu söyler. Bogart, oynaması istenen karakterin biraz geri planda kalmış/bırakılmış olmasından dolayı yani Walter Huston’ın yardımcı oyuncusu gibi olduğu için senaryodan hiç hazzetmemiştir. Teklifi geri çevirmeyi düşünmektedir. Onu “Sen hem John Huston’ın yakın dostusun hem de Walter Huston’a büyük bir saygın var, sen oynamazsan bu film çekilemez, arkadaşlığın da zarar görür. John’ı mahvetmiş olursun.” diyerek ikna eden Sam Jaffe olur. Jaffe’ye müteşekkiriz, eminim Bogart da öyleydi. Bu arada, müteşekkir olduğumuz bir diğer kişi Huston’ın ısrarlarına rağmen (geleceğin Kaliforniya valisi ve Amerikan Başkanı) Ronald Reagan’ın Curtin rolünü almasını engelleyen ve onu başka bir filme (The Voice of the Turtle) gönderen Jack Warner olsa gerek. Eline sağlık sayın abim.

Aslında The Treasure of the Sierra Madre’nin ana konusu basit. Üç kaybeden, ellerinde kalan son parayı Meksika dağlarında altın arama faaliyetine harcıyor. Hepsi o. Tabii hemen her John Huston filminde olduğu gibi kahramanlarımız (protagonist) kaderin onlara ördüğü ağa takılmaktan kurtulamıyorlar. Hem zaten insanın içinde buruk bir tat bırakan hüzünlü bir sonla bitmeyen kaç John Huston filmi vardır ki? Burada da durum aynı. John Huston filmlerinde işler mükemmel gitmez.

blank

Önce filmin kısa bir özetini geçelim. Dobbs, Meksika’da âdeta kapana kısılıp kalmış bir serseridir. Film, onun piyango çekilişinden eli boş döndüğü sahneyle başlar. Artık umudunu tesadüflere bırakmış gibidir. Kendisiyle benzer bir durumda olan Curtin’le yolları kesişir ve güçlerini birleştirirler. Beş para etmez bir hostelde kalırlarken, çevresindekilere iştahlı bir şekilde altın arama işini atlatan ihtiyar Howard’la tanışırlar. Ellerindeki parayı birleştirip bir altın arama ortaklığı kurarlar. Gerekli ekipmanı ve katırları alıp altın aramaya başlarlar.

The Treasure of the Sierra Madre (Altın Hazineleri, 1948), başarısını her şeyden önce bol katmanlı hikâye örgüsüne borçlu. Huston, önce bize -zamanı son derece cömert kullanarak- kahramanlarının çaresizliğini gösterir. Hepsini bir ölçüde tanımamızı sağlamakla yetinmez, onları tehlikeli bir maceraya sürükleyen koşulları da kavramamızı sağlar. Daha sonra altın arama faaliyeti başlar, hemen her şey yolunda gider fakat altın bulmaya başladıkları andan itibaren karakterlerin karanlık yüzleri yavaşça ortaya çıkar, bilhassa Dobbs’ınki. Altına sahip oldukları andan itibaren silahlı çatışmalar, kumpaslar, infazlar, bir insanı öldürüp öldürmemeye karar vermek için yapılan oylamalar gırla gider. John Huston, dışsal etkenlerle (altın, haydutlar, dördüncü bir altın arayıcısı) üçlünün psikolojisini mütemadiyen bozar ve karakterler zamanla değişir, dönüşür, âdeta metamorfoz geçirip başka biri olur. Karakterlerin ruhsal durumlarının fotoğrafını çeker John Huston. Hangi sosyal, iktisadi ve psikolojik koşullar altında hangi gerekçelerle hareket ettiklerini görürüz.

John Huston sinemasında vicdanı tertemiz, erdem abidesi kahramanlar yoktur. O oldum olası, ana karakterlerinde gri noktalar bırakır. Mesela Howard, içlerinde “bilge” tanımına en yakın olan kişidir. Deneyimlerinin ışığında, olacakları ve olasılıkları iyi tahmin ettiği (öngördüğü) bellidir. İhtimal ki geçmişinde bu tip bir altın arama (ve bulma) olayından payına düşen şey, bir cinayetten azı değildir. Dayanıklı, kararlı ama temkinli birisidir. Her ne kadar üçü arasında en faziletli olan kişi oymuş gibi gözükse de çok yüksek ahlaklı olduğu iddia edilemez, o da diğerleri kadar çıkarcı birisidir. Altın aramaya başlamadan önce, kendisinde işe başlamak için eksik olan parayı tamamlayacak tutar olmasına rağmen herkesin taşın altına elini koymasını ister. Yerliler ona küçük çocuğun hayatını kurtardığı için iyi davrandığında ve çeşitli ikramlarla ölçüsüz bir sevgi gösterisinde bulunduklarında onu asıl mutlu eden şey, daha iyi bir refah düzeyine erişeceğini anlaması olur. Cody’yi öldürmek için oylama yaptıklarında çoğunluğa uyar, itirazında ısrar etmez.

Tabii bunlarla yetinmez Huston, birçok filminde olduğu gibi kanlı bir finale doğru sürükler öfke, güvensizlik ve şüphe dolu hikâyesini. Görsel açıdan da boş geçmeyen John Huston’ın, filmlerinde sıklıkla karşımıza çıkan ve Huston’ın o kendine has ahlaki duruşunu eğretileyen su teması da cabası. Açıkçası Tarkovski sinemasından çok daha önce su motifini bir tür hayatiyet, arınma ve saflık göstergesi olarak sunan bir sinema varsa, o da John Huston sinemasıdır.

blank

John Huston’ın kitabında The Treasure of the Sierra Madre’nin çekim aşamasındaki anılarını anlatırken, “Meksikalı ekip harikaydı, işlerine çılgın bir enerjiyle saldırdılar. Cephe aksesuarı olarak kullanılacak kocaman kaktüslerin yerini sanki saksı palmiyesiymiş gibi değiştiriyorlardı.” şeklinde alelâde bir ifade geçer. Öyle tahmin ediyorum ki yazar Lesley Brill, dışarıdan son derece basit bir ifadeymiş gibi gözüken bu cümleyi ciddiye alıp filme bir de o gözle bakar ve şaşırtıcı tespitlerde bulunur. John Huston, film boyunca kararsız kalınan hemen her kritik sahnede bu kararsız kalma hâlini görsel açıdan eğretilemek/desteklemek için sahne arkasında (dallarıyla) çatallanan bir kaktüs ya da bir ağaç ilave etmiştir. Görsel açıdan bu tip sayısız küçük sürprizle doludur bu benzersiz western.

The Treasure of the Sierra Madre, yarıştığı yıl dört dalda (En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu) Oscar ödülüne aday gösterilir ve Laurence Olivier’in Hamlet’ine kaybettiği En İyi Film ödülü hariç diğer üçünü kazanır. John Huston En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini, babası Walter Huston ise En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü eve götürür. Bu Oscar tarihinde baba-oğulun ödül kazandığı ilk yıl olur.

Babasının performansını ve akabinde gelen büyük ödülü, hayatının en sevdiği hatırası olarak mimleyen John Huston, anılarının babasının ölümüyle ilgili olan bölümünde Walter Huston için “Sanırım çoğu kişi babamı The Treasure of the Sierra Madre’deki dansı veya belki Eylül Şarkısı ile hatırlar” der ve ekler: ““Bu, yaptığım bütün filmler içinde kesinlikle en iyi oyunculuktu.” Walter Huston’ın performansı Humphrey Bogart’ı da büyülemiş ve (Bogart) kinayeli bir biçimde şöyle demiştir: “Bir (adet) Huston yeterince kötü bir haberdir ama iki Huston cinayete girer.” İşin ilginci, filmdeki uzun İspanyolca repliklerini (ses kayıt cihazından) ezberleyip büyük bir doğallıkla konuşan Walter Huston o meşhur dansı, 1925 yılında Eugene O’Neill’ın “Desire Under the Elms” adlı oyununda rol alırken bizzat O’Neill’dan öğrenmiş ve senaryoda yer almamasına rağmen doğaçlama olarak eklemiştir. Bugün onunla özdeşleşen bu dans, kendi fikridir yani.

blank

Bu arada, The Treasure of the Sierra Madre’nin (Altın Hazineleri, 1948) çok sayıda ünlü yönetmeni etkilediğini not düşelim. Mesela Stanley Kubrick’in en sevdiği filmlerden biri olur. Ayrıca Steven Spielberg, Bogart’ın Dobbs karakterinin Indiana Jones’un asıl esin kaynağı olduğunu açıklar. Yönetmen Sam Peckinpah ise en şahsi filmi ve şahsi kanaatimce başyapıtlarından biri olan Bring Me The Head of Alfredo Garcia’ya (Bana Onun Kellesini Getirin, 1974) Dobbs adında bir karakter bile ilave eder. Bir de benim bir teorim var, herhangi bir yerde okumadım (ya da ben görmedim) ama cesaret edip tarihe not düşmek istiyorum.

The French Connection (Kanunun Kuvveti, 1971) ve The Exorcist (Şeytan, 1973) gibi önemli filmlerden tanıdığımız William Friedkin’in Roy Scheider’lı o müthiş Sorcerer’ı (Dehşetin Bedeli, 1977) Georges Arnaud’nun ülkemizde Dehşet Yolcuları ve daha sonra Ölüm Taşıyan Kamyon ismiyle yayınlanan romanından uyarlanmıştır. Ama aynı roman ondan çok daha önce, Henri-Georges Clouzot tarafından The Wages of Fear (Le salaire de la peur, 1953) adıyla uyarlanmış ve ülkemizde Dehşet Yolcuları adıyla gösterime girmiştir. Açıkçası ben bu Yves Montand’lı karanlık şaheseri daha çok severim ve Fransız Sineması’nın zirvelerinden biri kabul ederim. The Wages of Fear, Arnaud’nun o çok-satan kitabın ilk uyarlamasıdır. Georges Arnaud’nun romanı 1950’de yayınlanmıştır. Benim teorim şu: Bence Georges Arnaud bu romanı The Treasure of the Sierra Madre filminden (romanından değil) esinlenip kaleme aldı hatta yönetmen Henri-Georges Clouzot bunun o kadar farkındaydı ki, oyuncu seçiminden filmin ana kahramanlarının çaresizliğini anlattığı bölüme kadar bu etkiyi gizlemeye bile gerek görmedi. Filmde John Huston’ın küçük bir rolde gözüktüğü Amerikalı tiplemesiyle Charles Vanel’in canlandırdığı Bay Jo birbirini andırır. Ayrıca Vanel, yaşı, tecrübesi ve dengeci kişiliğiyle Howard’a benzer. Yves Montand’ın Mario’su ile Humphrey Bogart’ın bir başka John Huston klasiği The African Queen’deki (Afrika Kraliçesi, 1951) Charlie Allnutt’ı arasındaki benzerliği takdirlerinize bırakıyorum. Şunu da belirteyim, aklınızda soru işareti kalmasın, The Treasure of the Sierra Madre’nin Fransa’daki ilk gösterimi 11 Şubat 1949. İleride bu konuya tekrar dönme sözü vererek şimdilik burada noktalıyorum.

Bazı filmler o kadar zengindir ki, hakkında bir şeyler yazmayı arzu edene sayısız imkân sunar. The Treasure of the Sierra Madre hakkında ön çalışma yaparken rahatlıkla birbirinden farklı dört-beş yazı çıkartacak kadar not biriktirdiğimi söyleyebilirim. Özellikle film hakkında yazılmış olan akademik nitelikli makaleler (mesela Robert Whaples’ın çalışması) ile Lesley Brill’in kitabı ufkumu açtı. Bu dört-beş yazı konusundan ikisini (ve üçüncüden de bir tutamı) aynı yazı içinde odak noktasını yitirmeden eritip kaynaştırmaya çalıştım, bunu bir nebze olsun başarabildiysem ne mutlu bana. Filmi derinlemesine çözümlemeyi bir sonraki yazıma bırakıyorum çünkü karşımızda öyle böyle bir film yok. Bu arada hâlâ izlememiş olanlar, bu mükemmel filmi kaçırmasınlar. Muhtemelen, John Huston’ın da bir sahnede bariz bir şekilde gönderme yaptığı (ve belki de Traven’in romanına esin kaynağı olan) Erich von Stroheim klasiği Greed’ten (1924) sonra hırs duygusu hakkında çekilmiş en iyi film, The Treasure of the Sierra Madre’dir. İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Harry Potter and the Deathly Hallows (2010-2011)

Anlatım yelpazesini daha geniş tutmak için yapıldığı belli olan The
blank

Okasu! / Rape! (1976)

Okasu! (1976) diğer Pinku-Tecavüz filmlerinden gerek konu, gerekse performans açısından