Trendeki Kız’ın Gördükleri

Yılın merak edilen filmlerinden biri olduğuna şüphe yok Trendeki Kız’ın. Herkesin aklındaki soru filmin yeni bir Gone Girl olup olmayacağı elbette. Bir kaç yıl önce çok satanlar listelerini aylarca işgal etmiş bir romanken David Fincher tarafından beyazperdeye aktarılan ve geçer not alan Gone Girl sağlam bir neo noir olarak hafızalarda yer etti ve başrolündeki Rosamund Pike’a da bir Oscar adaylığı, bolca da ödül getirdi. Trendeki Kız’a dair beklentiler de işte bu minvalde seyretmekte.

Öncelikle şunu teslim edelim: Gillian Flynn’in romanı (Gone Girl), Paula Hawkins’in romanını (The Girl On The Train) fena halde döver. İnanmayan ikisini de alsın okusun, kendi kararını kendi versin (her iki roman da dilimize çevrildi). Yine de bu Trendeki Kız’ın kötü bir film olduğu anlamına gelmez. Nice berbat romandan muhteşem the-girl-on-the-train-trendeki-kiz-posterfilmler çıktığı görülmüştür ve nice muhteşem roman berbat filmlere dönüşmüştür. İşin sırrı romanla filmin farklı anlatım araçları olduğunu anlayıp ona göre hareket etmekte. Bunu en güzel anlayanlardan biri Alfred Hitchcock’tu elbette. Bugün Robert Bloch’un kaynak romanını pek az kişi okumuştur örneğin (ve kitap edebiyat sanatının parlak örneklerinden biri değildir) ama Sapık filmi beyazperdenin tartışılmaz klasiklerindendir. Hitchcock çok da ahım şahım olmayan bir romandaki sinema potansiyelini sezmiş ve ortaya bir şaheser çıkarmıştır. Yani, uzatmayalım, kitap kötü olsa da Tate Taylor ortaya sağlam bir film koyabilirdi. Cümlenin bitişinden anlaşılacağı üzre, koyamamış. En büyük hatası da romanın çizdiği dünyayı mümkün olduğunca sadık bir şekilde aktarmaya çalışıp filme özgün bir dünya yaratamamış oluşu. En azından bizim fikrimiz bu.

Tabii şunun da altını çizelim. Roman aslında Londra’nın bir banliyösünde geçiyor ve karakterler de haliyle İngiliz. Filmse New York’a taşınmış ve karakterler de Amerikalı olmuş. Gerçi bu pek bir şey değiştirmiyor ama iki ülke arasındaki sınıf algısının birbirine çok benzemediğini akılda tutmakta fayda var. Ama dediğim gibi, romanın yazarı bile bu konuda bir rahatsızlık hissetmediğine göre hikayedeki toplumsal anakronizm çok fark yaratmıyor demektir.

Film trenden dışarı bakan bir kadının görüntüsüyle açılıyor. Adının Rachel olduğunu öğrendiğimiz (zira ilk bölümün başlığı Rachel, tıpkı romandaki gibi) “kız” bir yandan trenin penceresinden bakarken bir yandan da gördüğü evlere dair kafasında hikayeler uyduruyor. Pek bir Hitchcock, pek bir Arka Pencere buralar; umutlanıyoruz haliyle. Hemen akabinde Rachel’ın (Emily Blunt) ciddi bir alkol problemi de olduğunu anlıyor ve gitgide meraklanıyoruz. Buraya kadar her şey iyi. Sonrasında Megan (Haley Bennett) ile tanışıyoruz. Rachel’ın kafasında hikayeler kurduğu evlerden birinde oturuyor Megan ve görünüşte mutlu mesut bir hayatı, yakışıklı bir kocası, konforlu bir evi var. Sonra filmin sac ayağını tamamlayan üçüncü kadın giriyor devreye: Anna. Megan’ın iki ev sağında oturan Anna’nın da henüz kucakta baktığı bir bebeği var. Kısa bir süre sonra anlıyoruz ki Rachel’ın hayatında ne eksikse, bu kadınlarda o var ve aslında Rachel’ın hayatı o kadınlarınkiyle içiçe. Anna’nın kocası aslında Rachel’ın eski kocası ve Megan da Anna’nın evinde çocuk bakıcılığı yapmakta. Filmin gerçek anlamda düğümlendiği ansa Megan’ın kaybolduğu an oluyor ve hikaye farklı bir tona bürünüyor. Öncelikle kayıp kadının öldürülüp öldürülmediği meselesi (bir esrar perdesi), sonrasındaysa bu esrarın içyüzü, yani katilin kim olduğu meselesi (gerilim) devreye giriyor. Trendeki Kız gerilimin zirveye çıktığı 15 dakikalık bir finalle ve kendince bir sürprizle sona eriyor. Çıkabilirsiniz.

the-girl-on-the-train-trendeki-kiz

Mesele şu ki, romana bir hayli sadık giden senaryo ilk ve son 15 dakikayı saymazsanız inanılmaz bir biçimde sarkıyor ve film alabildiğine sıkıcı bir anlatıya dönüşüyor. Filmin sonundaki sürprize hazırlık mahiyetinde olduğu için bu uzun ara bölümde karakterlerin özüne dair çok az şey öğreniyoruz ve başta Emily Blunt olmak üzere kendini paralayan oyuncuların motivasyonlarını kavramakta zorlanıyoruz (ki onlar da zorlanmışlardır, emin olun). Anlatının bu kısmı romanda da çuvallıyor bana sorarsanız. Ama en azından romanda karakterlerin iç sesiyle giden bir anlatı var ve bu öznellik bir nebze zevahiri kurtarıyor, ama filmde bunu vermek (dış ses kullansanız bile) çok kolay değil ve izleyici kopup kayboluyor haliyle. Başroldeki üç kadın oyuncu (asıl başrol Blunt elbette, diğerleri “yardımcı” kategorisinde) fena performanslar sergilemiyor ve Megan rolündeki Haley Bennett’in bir adım öne çıktığı konusunda herkes hemfikir gibi ama Gone Girl’de çok daha zor bir kompozisyonun altından kalkan Rosamund Pike bile Oscar alamadıysa, bu filmden de Oscar falan çıkmaz. Çıkarsa da olay çıkar.

blank

Emrah Kolukısa

Uzun yıllar NTV’de kültür sanat editörlüğü yaptı ve Gece Gündüz, Cumartesi gibi programları hazırladı. Empire, Rolling Stone, Sinema gibi dergilerde yazdı; Yer Gösterici adlı online sinema dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Halen Devamlılık Hatası adlı bir sinema blogu yayınlamakta, Medyascope TV’de Hasan Cömert ile beraber Yer Gösterici ve Mecmua adlı programları hazırlayıp sunmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kara Kraliçe 40 Yıl Sonra Geri Döndü: Suspiria (1977)

Kara Kraliçe geri döndü! 1977 yapımı Suspiria'yı 40 yıl sonra

Bir Gerilla Sinemacılık Örneği: Film (2011)

Film, Kerem Topuz gibi ileride harika filmler çekecek bir yönetmeni