Günümüz Türk Sineması’ndan Acıklı Manzaralar

1 Mayıs 2018

Sanat nedir, ne işe yarar, sanatçı kimdir, niçin üretir sorularına çeşitli yanıtlar verilse de, kapitalizmin kökleşmesiyle birlikte sanatın insani bir üretim biçimi olduğu çeşitli ideolojik görüşlerin ardına gizlenerek sanata ve sanatçıya bir nevi üst-insan muamelesi yapılmaya başlanmıştır. Böyle olunca da sanatçının ilginç, sıra dışı ve tuhaf, sanat dünyasının ise nüfuz edilemez, kavranamaz hatta anlaşılamaz olduğu iddia edilebilmiştir. Oysa sanatın “anlaşılamaz” olduğu iddiası propagandadan başka bir şey değildir. Sanatın neye hizmet ettiği, ondan yararlananların kimler olduğu hiç de kavranamaz, bilinemez ve nüfuz edilemez değildir.

Sanat denilen üretim biçimi, insanın kendine, türüne ve dünyaya yabancılaşmasının önündeki engellerin kaldırılması yani insanın insanileşmesi mücadelesine katkıda bulunduğu ölçüde değerlidir. “Yaşamakla” çok meşgul olan ve gündelik yaşamın kalıpları arasına sıkışan insanın niçin sanata ihtiyaç duyduğunu aşağıdaki alıntı mükemmel bir biçimde özetlemektedir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Bizim bir şiirden etkilenmemizi ve onu dokunaklı bulmamızı bilgiden öte bir şey zorlar. Şiir, bilimin bize doğru olduğunu söylediği şeyden daha az geçerli olmayan bir şemaya bağlıdır. Bir şiir, ötesindelik ve içindelik koşullarının geçerli kılındığı, hayal etmenin öyle olunsa nasıl hissedileceği duygusunu verdiği yerdir. O bize yaşamakla fazla meşgul olduğumuz için sürmekten yoksun kaldığımız yaşamı yaşatır. Daha da paradokslu olarak, bir şiir bizim sanki erişemediğimiz kendimizi yaşamamıza izin verir.” (Mark Strand) (Aktaran Robert N. Bellah – İnsan Evriminde Din)

[/box]

İnsanlar, hayatta kalabilmek için barınma, beslenme, güvenlik gibi zorunlu işleri yapmak yerine şiire, oyuna veya sinemaya vakit harcama lüksünü nasıl karşılayabiliyor diyen Robert N. Bellah müthiş bir soru soruyor. Ne var ki, günümüz sanat anlayışını göz önüne aldığımızda bu güzel soruya olumlu yanıt vermek hayli güç hale gelmiştir. İnsanileşme mücadelesinde insana ihtiyaç duyduğu gücü vermesi gereken sanat, tam tersi bir yola girerek yozlaşmış kapitalist ahlakı, militarizmi, sermayeye uşaklık etmeyi ve boyun eğmeyi benimsemektedir. Böylece her geçen gün insandan uzaklaşmaya, uzaklaştığı ölçüde çöp üretmeye ve insanın çok değerli vaktini boşa harcamaya başlamıştır.

Bir “sanat” eserine bakışımın nasıl olduğunu kısaca özetledikten sonra son zamanlarda izlediğim ve üzerine uzun uzun bir şeyler yazmanın gereksiz olduğunu düşündüğüm bazı filmlere kısaca değinmek istiyorum.

Ayla (2017)

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Amerika, Amerika
Türkler dünya durdukça
Beraberdir seninle
Hürriyet savaşında.

Bu bir dostluk şarkısıdır
Kardeşliğin yankısıdır
Kore’de olduk kan kardeşi
Sönmez bu dostluğun ateşi. (Celal İnce)

[/box]

blankAyla filminden çok geç haberim oldu. Recep İvedik serisinden de ancak üçüncü filmin gösterime girmesiyle haberim olmuştu. Konuyla doğrudan ilgili olmamasına karşın “Çiftlikbank” denilen oluşumdan da ancak kurucusu ülkeden kaçtıktan sonra haberdar olduğunu söylemeliyim. Çevremdeki bazı kişilerden duyduğum ve o zamanlar hiçbir anlam ifade etmeyen “keçi mi alalım yoksa tavuk mu daha fazla kazandırır” sözlerinin ne anlama geldiğini daha yeni öğrenebildim. Bu ülkede yaşadığım halde kitleler arasında popüler olan bazı şeylerden geç haberimin olmasında, televizyon izlemiyor olmamın büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Kitle iletişim araçlarının en büyüğü olan ve herkesin evinin başköşesine yerleşen televizyon “istenilen yönde davranış değişikliği yaratmada” kullanılan en büyük ideolojik aygıttır. Ve televizyon, kapitalizmin acımasızca ezdiği ve gözlerini açtığında yeni bir güne başlayacak gücü kendinde bulamayan insana, boyunduruk altında olduğunu unutturmak için kullanılmaktadır.

Ülkemizin Oscar adayı olması ve yapımcının eşinin filmin hikâyesinin esinlendiği Süleyman Dilbirliği’nin yoğun bakıma kaldırılmasına ağlaması görüntülerinin bir şekilde karşıma çıkması haricinde hakkında hiçbir şey bilmediğim filmi izledikten sonra aklıma takılan birkaç konuya değinmek isterim.

İnsanın yeryüzündeki insanileşme mücadelesini engellemeyi amaç edindiğini düşündüğüm Oscar ödülleri, The Hurt Locker (2008) filmine “en iyi film” olarak ödüllendirmekle artık bu maksadını gizlemeye gerek duymadığını ilan etmiştir. Bir süre sonra Argo (2012) filminin de ödüllendirilmesi ve ödülün bütün dünyaya gözdağı verircesine ve içerisinde sanat geçen bir konu ile asla bağdaşmayacak şekilde, yan yana dizilen üniformalı askerlerin önünde duran “first lady” tarafından verilmesi, verilen ödüllerin Amerika’nın siyasi hedefleriyle örtüştüğünü açıkça göstermiştir.

Hollywood’un ve onun çizgisini sürdüren sinema anlayışı insanileşmeye düşman olduğundan Oscar ödüllerine hiçbir zaman sempati duymadığımı ve buradan hareketle Ayla filminin kendini Oscar ödülleri üzerinden “pazarlamasının” yanlış bir tercih dolduğunu düşündüğümü söylemeliyim. “Köpek sürüsü” olarak nitelenen Kuzey Koreli “komünistlerin” yüzlerinin gösterilmemesi, bireysel yetenekleriyle öne çıkan Süleyman’ın kahramanlaştırılması, ülke gerçeklerine temas etmeyen toplumsal ilişkiler, Amerikan usulü astlık-üstlük ilişkileri ve Marilyn Monroe’nun Kore’ye gitmesi gibi birçok sahnenin Amerikalılara göz kırpmak maksadıyla filme yerleştirildiğini düşünüyorum. Yaklaşık yirmi yıl önce bir arkadaşım California’dan Elvis Presley’in bir plağını almak istediğinde, Türk olduğunu öğrenen satıcının şaşkınlığa düştüğünü, “Siz Elvis’i biliyor musunuz” dediğini söylemişti. Özellikle Marilyn Monroe sahnesine çok emek harcandığı ve bu sahnenin “biz Türkler sizi tanıyoruz ve Amerikan rüyasına bağlıyız” mesajını verme kaygısıyla filme eklendiği tahmin edilebilir.

blank

“Yüzde yüz, açık ara Oscar bekliyoruz. Hangi kurul bu hikâyeyi görmezden gelebilir? Bu filme sadece Türk milleti ağlamıyor, Amerikalılar bizden daha çok ağlıyor, salonda krize giriyorlar. Oralarda ‘Ayla’nın Oscar’a ihtiyacı yok, Oscar’ın ‘Ayla’ gibi bir hikâyeye ihtiyacı var’ deniyor. İlk defa Oscar’a bu kadar yakınız.” (Yapımcı Mustafa Uslu)

Filmin bir sahnesinde, gazeteci kadın, araştırmaların ilerlediğini ve Ayla’yı bulma olasılığının arttığını söylerken kameranın, birkaç kez kahramanın öz kızını asık suratlı iken göstermesinin ve kızın “babamı rahat bırakın” demesinin hayli tuhaf geldiğini söylemeliyim. Kızının, büyük fedakârlıklar yaparak ömrünü adadığı bir konuda babasına yardımcı olması beklenir, gerçek hayatta “öyle olmasa” bile hikâye “mutlu sonla” bittiği için filme hiçbir değer katmayacak böyle bir ayrıntıya yer verilmemesi beklenirdi. Oysa son günlerini yaşayan bir adamın, hiç unutamadığı Ayla’nın arama çabalarına öz kızının karşı çıktığının ima edildiği bu sahne buzdağının görünen kısmıymış. Bu yazıyı yazarken “babamı kandırdılar”dan tutun da “5 milyon lira para istedi”ye kadar karşılıklı birçok suçlama, uzaklaştırma kararı, satılan ev, üzerinde oynandığı iddia edilen ses kaydı, ihanet, entrika ve aldatma içeren birçok tuhaf haberle karşılaştığımı söylemeliyim. Kimin haklı olup olmadığı beni ilgilendiren konular değil ancak yapımcının gerçek hayatta yaşadığı bir “sorunu” filme eklemesinin etik olmadığını düşünüyorum.

Günümüzde Hollywood’un yalnızca ucuz filmlerde kullandığı estetik anlayışını benimseyen Ayla filminde gereksiz Amerikan övgüsünün sıklıkla kullanılması, Kuzey Korelilerin kayıtsız şartsız “kötü” ve “düşman” olarak ilan edilerek savaşın sebebini anlamaya yönelik hiçbir çaba gösterilmemesi, hatta hikâyenin kendisi gibi düşünmeyenleri acımasızca eleştirecek şekilde işlenmesinin filmin değerini hayli düşürdüğünü söylemeliyim. Yine de filmlerin, sinema salonuna gitmeden çeşitli vasıtalarla kolaylıkla izlendiği bir dönemde milyonlarca insanın salonlara koşturmasının ümit verici olduğunu söylemeliyim.

Filmin kahramanı Süleyman ile Ayla arasındaki bağdan ziyade Türk-Amerikan dostluğunun başlangıç noktasını Amerikalılara hatırlatmayı amaç edindiğini düşündüğüm filmde eleştirel düşüncenin kırıntısına dahi yer verilmiyor. Her şey “hür dünyanın” kurtulması için, her şey olması gerektiği için ve her şey mükemmel… Henüz birkaç gün önce Kuzey ve Güney Kore liderleri bir araya gelip, artık savaş olmayacak derken Ayla filminin savaş filmi yapıyor olması ve hem türcü hem de insanlık dışı “köpek sürüsü” tabirini bir halk için kullanması büyük ayıp olmuştur. Şehitlerimize, ölen 3 milyon Koreliye, tarım ve altyapının nerdeyse yok edilerek kitlelerin açlığa sürüklenmesine, Amerikan Dışişleri Bakanının “Kore’de en ucuz askeri kullanıyoruz” sözlerine ve Nazım Hikmet’in “23 Sentlik Askere Dair” şiirine değil de Celal İnce’nin şarkısına hayran bir çizgide ilerlemeyi amaç edinen film insancıl bir hikâyeyi harcamış gözüküyor.

Yol Ayrımı (2017)

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü… (Ahmed Arif)

[/box]

blankEn son söyleyeceğimi en başta söylersem, dünya sinemasına Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990) gibi muhteşem bir film hediye eden Yavuz Turgul ve Şener Şen ikilisinin son filmi bende büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Oyunculukların ve kurgunun zayıf, senaryonun ve diyalogların ise felaket derecede kötü olması keşke bu işe hiç girişmeselerdi diye düşünmeme neden olmuştur. Babasından kalan şirketi büyütmek için acımasızca çalışan, amacına ulaşmak için her yolu mubah gören hatta çorbasında taş çıktığı için aşçısını işten atacak kadar taş kalpli Mazhar isimli bir karakteri canlandıran Şener Şen ise beklenen performansı sergilemekten hayli uzak kalmış diyebilirim.

Ufacık sebeplerden dolayı çalışanlarını işten atan bir patronun acımasızlığını ve duyarsızlığını seyirciye aktarmak için yemek masasında bile işiyle ilgilendiğini ve karısını dinlemediğini göstermek yeterli midir? Asla yeterli değildir ancak seyircinin bu sahne ile yetinmesi gerekiyor çünkü Mazhar’ın “kötü” bir insan olduğunu gösterecek başka bir sahne yok. Halkın büyük çoğunluğunun elinden telefonun düşmediği, gözünü televizyondan ayırmadığı ve herkesin Mazhar gibi davrandığı günümüzde bu sahnenin çok basit kaldığını söylemeliyim. Ayrıca “şirket” evliliği yaptığı söylenen Mazhar’ın karısının “AVM’de şunu gördüm, bize küsmüşler, çemkiriyorlar” şeklinde konuşması da aynı derecede yavan ve iğreti duruyor. Yavuz Turgul, tanıdığı, bildiği ve aşina olduğu insanların diyaloglarını, mimiklerini ve yaşayışlarını almış, farklı sınıflardan insanlara monte etmeye çalışmış görünüyor. Oysa hayattaki tek amaçları para olan ve sınıfsal çıkarlarına sımsıkı bağlı bu insanların konuşmalarının, tavır, davranış ve yaklaşımlarının, yediklerinin, içtiklerinin, evlerinin çevremizde gördüğümüz sıradan insanlardan farklı olmadığının gösterilmesinin çok hatalı olduğunu söylemeliyim. Ezilen, sömürülen ve yeryüzündeki mücadelesi bozguna uğratılan emekçi insanların, kimlerin kendilerine “düşmanlık” ettiğini çok iyi bilmesi gerekirken, kapitalistlerin kendilerinden aslında farklı olmadığının hatta kendileri gibi hayalleri olduklarının gösterilmesi büyük bir yanılsamaya yol açmıştır.

blank

Mazhar bir trafik kazası geçirir ve bu kaza sonrası hayatında birçok şeyi değiştirmeye başlar. Mutlu olabilmek için almak değil vermek gerektiğini “idrak eden” Mazhar, bütün servetini “işçilere” ve ihtiyaç sahiplerine dağıtacağını ilan eder.  Annesi, karısı ve çocukları kendi maddi çıkarlarını düşündüklerinden, karşısına çıkan “yol ayrımında” ailesi Mazhar’a destek olmak yerine engel çıkarmaya başlar. Ailesinden bulamadığı desteği uzun zamandır görmediği eski bir arkadaşında arayan Mazhar, yürümeye başladığı bu yolda yeni dostlar edinir. Bunların çoğunluğu ise “Nur’un Gemisi” isimli lokanta ve çalışanları olacaktır. Toplumun dışladığı ancak birbirine tutunarak ayakta durmaya çalışan insanların yaşadığı Nur’un Gemisi, gözleri görmeyen ancak aranan her kitabı hemen bulup çıkaran sahaf, hiç eskimeyen okul arkadaşlığı, her şeyi arkada bırakıp kaçma gibi birçok sahne, kendi başlarına anlam ifade etse de filmde istenen bütünlüğü sağlayamıyor.

Mazhar’ın annesinin elindeki asa, güç göstergesidir. Ne var ki ailedeki iktidarı temsil eden ve eskiden beri Mazhar’ın “sinirlerini hoplatan” bu kadın, oğluna çıkıştığı bir sahnede öylesine saçma ve inandırıcılıktan uzak bir tirad atıyor ki, sahnede yer alan herkesin, bitse de, bir sonraki sahneye geçsek diyerek boş bakışlarla beklediği görülüyor. Pamuk balyalarından dökülen pamukları toplayarak şirket kuran kişilerin isimlerinin Vakkas, Mazhar, Firdevs olması, ilerde zengin olacaklarını bildiklerini gösteriyor yoksa Adana’da yaşayan sıradan insanların kaçı böyle isimlere sahiptir, bilemiyorum.

Mazhar’ın annesine, karısına, çocuklarına hatta torunlarına sırtını dönerek uzaklaşması aslında doğru bir davranış şekli değildir. Eskiden de insanlara zulmederken, çıktığı yeni yolda kendi amacı uğruna ailesine zulmetmektedir çünkü ailesini ikna etmek için çabalamaz. İsteğini söyler ve herkesin kabul etmesini bekler. Evi terk ederek, teklifsizce kapısını çalabildiği “kavanoz” lakaplı eski bir arkadaşının yanına sığınır. Burada gökyüzüne bakmayı, doğanın sesini dinlemeyi öğrenir, hayvanları ve insanları sevmeye başlar. Daha doğrusu “zengin” hayatında yaptığının tam tersine sistemle uyumlu değil kusurlu yani hapis yatmış, askerlik yapmak istemeyen, gözleri görmeyen insanları sevmeyi ve herkesi olduğu gibi kabullenmeyi öğrenir. Eski hayatında bir sokak hayvanına bir parça yiyecek vermeyecek olan Mazhar, üzerindeki gömlek kanla kaplanmasına rağmen yaralı bir köpeği veterinere yetiştirir. Bu muhteşem bir yol ayrımıdır ancak filmin bütününe baktığımızda sahneler birbirini tamamlamıyor ve ailesini ikna edemeyen Mazhar seyirciyi de ikna edemiyor.

Cingöz Recai (2017)

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Ne atom bombası,
Ne Londra Konferansı;
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya! (Orhan Veli)

[/box]

blankPara kazandırma ihtimali olan hemen her şeyi iyisiyle kötüsüyle filme dönüştüren Yeşilçam’da ilk Cingöz Recai filmi 1954 yılında çevrilmiş ve Cingöz rolünü Turan Seyfioğlu oynamıştır. Meraklısı haricinde bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış bir filmdir bu. Bilinen film, 1969’da Ayhan Işık’ın Cingöz Recai rolüne büründüğü ve eşsiz kahkahasıyla unutulmazlar arasına giren ikinci filmdir. Bu filmin başlangıcında “Er Film, ilk çekilişinde, Cingöz Recai’yi canlandıran rahmetli Turan Seyfioğlu ile yazarı Server Bedi’nin hatıralarını saygıyla anar” cümlesiyle başlar. Server Bedi, Peyami Safa’nın Batı’daki örneklerine bakarak yarattığı “ucuz” kahraman Cingöz’ü yazarken kullandığı takma addır. Behçet Necatigil, bu konuda “Sanat endişeleriyle değil de geçimi için çok çabuk yazdığı, değersiz bulduğu romanlarında Server Bedi takma adını” kullanmıştır der.

Burjuvazinin yükselişi esnasında burjuva değerlerini benimsemiş kahramanlar hakkında romanlar yazılırken Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşlarının aydınlanma ve burjuva değerlerini paramparça etmesiyle kapitalizmi eleştiren, sistemin kusurlu yönlerini ortaya koyan, kendisi paraya değer vermediği gibi haksız kazançla elde ettiği zenginliği kitleleri boyunduruk altında tutmak için kullananları cezalandıran kahramanlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ucuz bir karakter olsa da Arsen Lüpen bunlardan biridir. Bu karakterlere özenen yazarlarımız, durumun farkına varmış ve benzer heveslerle yola çıkmış olsalar da düpedüz kapitalist hatta daha da kötüsü feodal zihniyete sahip karakterler yaratmışlardır.

“İkisi de, bir kaç kuruş çalanlar kürek cezası yerken milyonla çaldığı hâlde “şerefli insanlar” makamında oturan adamları soyarak halkın sempatisini kazanmışlardı. İkisi de fukaraperver, cömert, hovarda ve dalgacı idiler.” (Arsen Lüpen İstanbul’da – Peyami Safa)

Cingöz Recai bir macerasında ölüm döşeğindeki bir adamı soyar. Bir başka macerasında ise yalnızca hainleri soyduğunu, namuslu insanlara elini sürmediğini söyler. Böylece, Cingöz’ü tanıyan okur ölüm döşeğinde soyulan bu adama acımaz çünkü mutlaka “hain” olması gerektiğini bilir. Cingöz, Arsen Lüpen’in ucuz ancak başarılı bir kopyası iken Mehmet Rıza ise Sherlock Holmes’un ucuz ancak başarısız kopyasıdır diyebiliriz. “Kendi tahkikatını yapıncaya kadar resmi muameleye gerek duymayan”, nedense “kadınlardan hoşlanmayan” ancak “güzel bir kız alan” ataerkil zihniyete sahip Mehmet Rıza, “hırsız köpek” dediği Cingöz’ün bileklerine bazı maceralarda kelepçe takmayı başarsa da hiçbir zaman onu nezarethaneye atamamıştır. Cingöz, her macerasını Mehmet Rıza’ya haber verse de, onu sürekli alt etmeyi başarmıştır.

blank

“Mehmet Rıza için bugüne kadar mel’un rakibi Cingöz Recai’yi yakalamak mümkün olamamıştır. Şunu temin ederim ki, Mehmet Rıza, hâlâ bu muvaffakiyetinden ümidini kesmiş değildir. Bütün mütehassıs meslek adamları gibi, Mehmet Rıza da kadınlara pek önem vermemiştir. Cingöz’ün Zeyrek vakasından sonra, gayri resmi olarak bile bu işlerden çekilmişti. Sultanahmet’teki evinden Cihangirde bir apartmana taşındı, kendisinden on altı yaş küçük bir güzel kız aldı.” (Peyami Safa – Arsen Lüpen İstanbul’da)

Sonuncu Cingöz filmi olmasına karşın gerek Cingöz’ün gerekse Mehmet Rıza’nın tiplerinin ilk filmlerdekine benzer olmasının büyük eksiklik olduğu düşüncesindeyim. Kara yağız bir Bond’dan sarışın Bond’a uzanan ve serinin bir sonraki filminde belki de siyahî bir oyuncunun canlandıracağı Bond’un gelişim çizgisi dikkate alındığında 2017 yapımı bir filmde 50-60 yıl öncesinin sakal-bıyık şekli kullanılmasının özgünlükten uzak olduğunu söylemeliyim.

Onur Ünlü’nün filminin birçok yerinde, Başkomiser Mehmet Rıza’nın “Cingöz şöyledir, Cingöz böyledir, kimse onu yakalayamaz, o haksızlık etmez” gibi övgü dolu sözlerine karşılık öldürülen babasını hatırlayarak ve bir parça pişmanlık duyarak “hiçbir baba oğlu hırsız oldu diye gurur duymaz” diyen Cingöz’ün hayıflanması manidardır. Peyami Safa’nın yazdığı bir macerada kendini övmeye başlayan Cingöz’e, Mehmet Rıza’nın “İstanbul’un en meşhur hırsızı da kendisini ahlaklı bir adam zannederse vay halimize” demesine karşın günümüzde, polis başkomiserinin bu hırsızı övmeye doyamaması ne anlama gelir, bilemiyorum.

Filmi izlemekte hayli zorlandığımı ancak ilk yarım saatin nerdeyse işkence gibi geldiğini söylemeliyim. Özellikle Meryem Uzerli, filmin başından sonuna dek oynadığı sahnelerde ağlıyor mu, gülüyor mu, kızıyor mu, korkuyor mu asla anlaşılmıyor. Diğer oyuncuların da pek bir farkı yok aslında. Bir efsaneyi “döndürdüğünü” düşünen oyuncular için bu fikir yeterli gelmiş olacak ki, daha fazlası için emek harcamaya ihtiyaç duymamışlar.

Sözde kovalama ve takip sahneleri, otobüsteki Mehmet Rıza’ya bir yolcu aracılığıyla gelen telefon, Mehmet Rıza’nın yolcularla dolu bir belediye otobüsünü “çılgınlar” gibi kullanması, kötü adam ve kötü adamın her biri bir işte uzmanlaşmış ekibi, Cingöz’ün bu ekibe sızması gibi birçok sahne ucuz Hollywood zihniyetinin ürünü… Bu tür aksiyon sahneleri görmek isteyen seyircinin, Cingöz yerine, B sınıfı filmlerde bile çok daha iyilerinin yapılabildiği Hollywood filmi izlemeyi tercih edecek olması anlaşılır hale geliyor. Bir taklit ürünü olsa da yerel bir karakter olduğunu söyleyebileceğimiz Cingöz’ü Hollywood bakış açısına göre işlemeye çalışmanın ve ilk iki filmin bile gerisine düşen bir filmin niçin yapıldığını anlamakta zorlandığımı söylemeliyim.

Maide’nin Altın Günü (2017)

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir, bir umut
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
sevgili (Cemal Süreya)

[/box]

blankBilmediği ortamlara girecek olan “kahramanın” yanına çirkin ancak sempatik bir ergenin verilmesi Recep İvedik filmlerinin alamet-i farikasıdır. Kısaca söylemek gerekirse, Maide’nin, yanına sempatik olduğu düşünülen kıvırcık bir çocuk verilmiş dişi Recep İvedik olduğunu söyleyebiliriz. Recep İvedik demişken, gerek Recep İvedik’in gerekse Maide’nin kadınlara özellikle de aralarında bir tür iletişimi olan yani semt pazarlarına giden, altın günü yapan, iyi kötü birbirleriyle dayanışma içerisinde olmaya çalışan kadınlara düşmanlığının sebebini anlayamadığımı söylemeliyim.

Altın günlerinin “büyük” ismi Maide, hem titiz hem de marifetlidir. Ne var ki mahalleli kadınlar onu kıskanmakta ve yaptıklarının beğenilmemesi için yemeklerine müshil atacak kadar ileri gitmektedirler. Altın günlerinden birinde aile yadigârı gerdanlığı kaybolan Maide, bunu arkadaşlarından birinin çaldığını düşünür. Böylece arkadaşları tarafından yüzüne gülünen ancak sevilmeyen Maide’nin de onlardan aşağı kalır yanı olmadığı ortaya çıkar. Tam da o günlerde yanına gelen ve filmin başından sonuna kadar “porno” film izleyen ergen yeğeniyle birlikte, gerdanlığı bulmak için mahalleli kadınların peşine düşerler.

blank

“Arkadaşım Hoşgeldin” programında iyi işler çıkaran ve programda “erotik” espri yapıldığı kısa anlarında bile hazırcevaplığıyla Tolga Çevik’e nerdeyse rakip olabilen Ezgi Mola’nın bu özelliğinin kötüye kullanıldığı vasat bir filmde yer almasını tuhaf karşıladığımı söylemeliyim. Nerdeyse bütün Hollywood filmlerinde, beklemediği bir durumla karşılaşan kahramanın iki büklüm vaziyette kusmaya çalıştığı bir sahne vardır. Bu filmlerde tuhaf, şiddet içeren veya kötü bir durumla karşılaşan karakterlerin kusmalarına hep şaşırmışımdır. Ne var ki, Maide’nin Altın Günü filmini izlemeye çalışırken Amerikalılara hak verdiğimi, birçok sahnede kendimi zor tuttuğumu söylemeliyim.

Ergen karakterin izlediği düşünülen filmlerdeki sesleri duyan seyirci, gerek seslerden gerekse Maide’nin ve ergenin hareketlerinden ortadaki şeyin porno olduğunu anlar. Maide’nin kıvırcık yeğeni, ergenliğinin bir gereği olsa gerek, film boyunca “porno” izler, anlayamadığımı söylemeliyim. Bu filmlerde kadınların aşağılanması ve kadına şiddet öylesine büyük boyutlara ulaşmıştır ki, artık seyirci için olağan hale gelmiştir. Porno karşıtı bir “aktivist” olan Gail Dines’in “Eğer siyah ırktan olanlar veya Yahudiler, filmlerle, porno filmlerdeki kadınlar gibi kitle halinde bu derece aşağılansalardı, bu filmlere itiraz ve protesto da çok büyük olurdu” sözleri asla unutulmamalıdır. Aşkı ve cinselliği hiç utanmadan Cemal Süreya’nın şiirindekinin tam tersine olacak şekilde pornoya indirgemeye ve insanları birkaç saniye boyunca güldürebilmek uğruna milyarlarca dolarlık bir sömürü sektörü olan pornoyu doğal bir şey olarak göstermeye çalışmanın acı verici olduğunu söylemeliyim.

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Aynı Geminin Yolcuları: Yeni Türk Sineması’na Yönetmen Bakışı

Gerilla işi "Film" ile tanıdığımız ve yeni filmi Lavinia'yı bitiren
blank

Çocukluğumun Türk Sineması, Bizimkiler, Helvetica ve Star 1

90’ların başı. Star 1 gelmiş! Her eve renkli televizyon girmiş.