Çocukluğumun Türk Sineması, Bizimkiler, Helvetica ve Star 1

25 Ekim 2023

Babam 1941 doğumluydu. Küçükken bana Pazar sabahları nasıl ailece sinemaya gittiklerini anlatırdı. Matine kültürü diye bir şey varmış o zamanlar. Cümbür cemaat gidilirmiş sinemaya. Bugünün dünyasında arkadaşlarla toplanıp AVM’lerde sinemaya gitmeye benzetebiliriz en yakın. Ama çok dandik bir benzetme oldu bu. Yazarken suratım ekşidi.

1940’ların Türkiye’sinde, paranın üzerinde İsmet İnönü varken, ezan Türkçeyken, Pazar sabahı Taksim’de ailecek sinemaya gittiğinizde, önce “ajans” olurmuş. Evlerde televizyon diye bir şey olmayınca, insanlar dünyadan haberleri sinema perdesinde izlerlermiş. Bu dünyadan haberler kuşağının adına da ajans denirmiş. (Çocukluğumda ananeler babaneler haberlere neden ajans derler diye merak ederdim. Bu yüzdenmiş. Eskiden kalan bir alışkanlık, haber bültenine ajans demek…) O ajans diye izledikleri haberler bazen birkaç hafta, hatta bazen birkaç ay geç gelen haberler olurmuş. Sonra çocuklar için bir çizgi film kuşağı başlarmış. 10-15 dakika Tom ve Jerry, Ağaçkakan Woody falan. Sonra da bir film başlarmış. Öğlen matinesinde ve akşamüstü matinesinde ayrı filmler gösterilirmiş. Milletin ailecek bütün gününü sinemada geçirdikleri olurmuş.

blank

Marilyn Monroe’nun eteğinin havalandığı o ikonik sahneyi babam çocukken perdede ajans izlerken görmüş ilk. Yaşadığı şok etkisini anlatırdı hep. Bugün hiçbir şey o kadar cüretkar ve bizim için inanılmaz olamaz derdi. Sanırım jenerasyonla ve yaş almakla ilgili bir durum. Düşünsenize bir görüntüyü hatırladıkça açıp bakmak yok. Bir kere gördün. Bir daha belki yıllarca görmeyeceksin. Bir filmi ancak resimlerinden, lobi kartlarından hatırlayacaksın. Sinemayla bambaşka bir ilişkisi var insanın. Yine bir önceki yazımdaki kutsallık lafına bağlayacağım galiba. Ulaşılması çok zor ve herkesin bildiği konuştuğu bir sahne, bir an… İster istemez kutsallaşıyor.

80’lerin ortasında, evimizde uzaktan kumandası olmayan, çat çat düğmelerine bastığın ve üzerinde sadece 8 kanal düğmesi olan, küçük, gri renkteki Toshiba marka bir tüplü televizyonumuz vardı. Sonra bir ara televizyonu kaldırdı babam. Ya da kaldırmadı ama bozuldu ve tamir ettirmedi. Kolej sınavlarından önce ben daha iyi konsantre olayım diye. Evimizde bir sene boyunca televizyon yoktu. 90’ların başı. Star 1 gelmiş! Her eve renkli bir televizyon girmiş. Video klipler, çizgi filmler, yarışma programları falan. Ben 10, kardeşim 6 yaşında. Mahallede bütün arkadaşlarımızın evinde televizyon var, bizde yok. Yasak. Ders çalışılacak.

Annem babam, 1980 darbesi sonrası nispeten içine kapanmış, hayal kırıklığına uğramış, sosyal konservatif olmak zorunda hissetmiş bir çiftti desem yanlış olmaz herhalde. Türk popüler kültüründen mümkün olduğunca uzak durmaya özen gösteren insanlardı diyebilirim. Sülalenin geri kalanında bu tavır yoktu. Amcamın Levent’teki lüks evinde Bizim Tepe ve Büyük Kulüp’tekine benzer bir hava vardı diye hatırlıyorum. Hayatımda ilk defa Mercedes araba ve basınca içinden kola ve buz gelen buzdolabını amcamlarda görmüştüm. Bayramlarda ve yılbaşlarında giderdik. Işıl ışıl bir dünyaydı benim için o ev. Çok severdim. Ama bizim evde popüler kültüre dair her şey Özal’ın “benim memurum işini bilir” yozlaşmasıyla özdeşleştiriliyordu. Haksız olduklarını düşünmüyorum. Sadece kardeşim ve özellikle benim için ufak bir fanusta yaşamak gibiydi. Entelektüel bir fanus.

Evimiz Çiftehavuzlar’da, iki oda bir salon, duvarları ince olduğu için komşunun evindeki her şeyi duyabildiğiniz bir evdi. Genellikle loştu, çok ışık da açılmazdı. Abartmıyorum. Mimar bir anne baba tarafından son derece yalın döşenmiş, çatlakların hiç eksik olmadığı duvarlarında Osmanlı ve Atatürk dönemine ait bazı çerçevelerin olduğu, 4 adet siyah Wassily sandalyeli (reprodüksyon) bir salonumuz vardı. Küçücük evimizde her yer kitap doluydu. Ansiklopediler ve rönesans kitaplarını karıştırarak, klasik müzikle ve mümkün olduğunca televizyonsuz bir evde büyüdüm desem hiç abartı olmayacak. Salondaki deri koltukları puzzle gibi birbirine çevirip, havuz/ring karışımı bir oyun alanı yapardık. Kardeşimle o koltukların üzerinde Amerikan Güreşi, GI Joe’culuk ve Jaws’cılık falan oynardık. Akşam annem babam gelince yemek saati çok önemliydi. Babam ilk lokmayı almadan kardeşimle benim yemeğe başlamamız yasaktı. Televizyon mutlaka kapanacak ve sofrada adabı muaşeret çerçevesinde sohbet edilecekti. Aslında ne güzel tabi ama gençliğinde 10 sene Almanya’da okumuş, aşırı disiplinli bir baba ile şartlar bazen boğucu olabiliyordu.

blank

Küçük aile, bir sosyal klostrofobidir.” David Cronenberg’in bir röportajında kendisinden bu cümleyi duyduğumda beynimde bir şimşek çakmıştı. Evet, çocukluğumdaki o ev çok mutluydu, güzeldi ama yaşadığım tam da buydu. Cronenberg de küçükken evlerine pek misafir gelmediğini ve her yerin, koridorların bile kitaplarla dolu olduğunu anlatıyordu. Galiba işte bu yüzden benim bütün kısa filmlerimde bir aile ve hatta bir sofra var diye düşündüğümü hatırlıyorum o röportajı izleyince. The Fly (1986), Videodrome (1983), Crash (1995), Brood (1979) ve Shivers (1975) gibi filmler sebebiyle 20’li yaşlarım boyunca en sevdiğim yönetmen tartışmasız David Cronenberg’di.

Ergenlik çağına girdiğimde akşam yemeği esnasında babamla her gece illa kavga ederdik ve ağlayarak odama yollanırdım. Çatal bıçağı doğru tutmaktan sandalyeye doğru oturmaya, dirseklerini masaya koymaktan büyüklerin sözünü kesmeme gibi birçok kurala takılan, hiperaktif bir çocuktum. Babam da aşırı despot gibi algılanmasın ama sonuçta bir yerden sonra neredeyse her gece ceza olarak odama yollandığımı çok iyi hatırlıyorum. Odamda bir kapının üzerinde Metro alışveriş merkezinden aldığımız bir yapıştırma vardı; “surat asma” yazıyordu, altında da bir elbise askısının üzerinde asık suratlar vardı. Babam “git, odandaki askıdan bu suratını değiştir gel, asık surat istemiyorum sofrada” derdi. Ben de odama gidip beklerdim. Hemen suratımı değiştirip sofraya dönmeyi kendime yediremezdim.

Televizyonda neler izlenilebilir, neler yasak, annem babam tarafından çok net kurallarla belirlenmişti. Bir Başka Gece veya Cumartesi Gecesi asla izlenmezdi mesela. Bayağı olmak en büyük günah gibi bir şeydi bizim evde. Sinemayı ve sanatı ne kadar seviyorsak, bayağı olmaktan o kadar nefret ediyorduk. Pazar sabahları klasik müzik, sonra kovboy filmleri, öğlen kuşağında çizgi filmler ve sinema filmleri dışında popüler kültüre dair her şeye şüphe ile yaklaşılırdı. Misafirliğe gittiğimizde falan televizyonda çıkınca aradan bakardım Bir Başka Gece’ye.

İnanmayacaksınız ama bizim evde Bizimkiler (1989) dizisinden nefret edilirdi, kesinlikle izlenmezdi. Buraya gülen surat emojisi koymamak için zor tuttum kendimi. Siz hiç Bizimkiler dizisinden nefret eden başka bir Türk vatandaşı duydunuz mu hayatınızda? İşte öyle Haneke filmi gibi bir atmosferde büyüdüm işte ben.

Anne babamın Bizimkiler dizisinin sonundaki jeneriğin fontuna taktıklarını çok iyi hatırlıyorum. O fonttan nefret edilirdi. Hatırlar mısınız, o jenerikte i, ü, ğ, ş gibi harflerin noktalamaları yukardan ve aşağıdan bastırılmış, harfler sıkıştırılmış gibiydi. Valla ne yalan söyleyeyim bence de çok itici bir jenerikti. Yıllar sonra efsane Helvetica (2007) belgeselini ilk izlediğimde, fontların ne kadar önemli olduğu ve toplumun estetik algısına dair temel yapı taşı olduğu gibi düşüncelere dalmışken, aklıma annemlerin Bizimkiler dizisinin fontundan nefret edişi geldi hep. Gülümseyerek hatırladığım bir detaydır.

blank

Orhan Gencebay, Zeki Müren falan hepsi tü kakaydı dememe gerek bile yok herhalde. Zülfü Livaneli ve Süheyl Uygur bile saygı görmezdi bizim iki oda bir salon Çiftehavuzlar’daki duvarları çatlak evimizde. Bunlardan biri çıkınca ya hemen kanal değiştirilirdi, ya da tek kanal döneminde televizyon kapatılırdı. Bülent Ersoy, İbrahim Tatlıses ve Tanju Çolak ise özellikle annem babamın en nefret ettiği, ülkedeki ahlaki çöküşün timsali olarak, üzülerek katlanmak zorunda kaldıkları karakterlerdi.

Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Okay Temiz, Şener Şen, Turan Dursun gibi birkaç isim dışında pek az ünlü Türk’ün ismi saygıyla anılırdı bizim evde. 80 darbesinin travması bizde de böyleydi herhalde. Barış Manço bile çok arada bir isimdi bizim ev için. Hababam Sınıfı filmleri mesela, inanır mısınız, bizim evde kesinlikle yine yasaktı. “Rıfat Ilgaz’ın anısına bir hakarettir bu filmler” derdi annem. Komik ama düşündürücü. (Buraya gülümseyen surat emojisi lütfen!..) İlk okuduğum kitaplardan biri annemin bana verdiği Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’ydı. Gerçekten filmlerden fersah fersah ötede komik ve dokunaklı olan Hababam Sınıfı’nı okumadıysanız çok şey kaçırıyorsunuz.

Yani özetle Tchaikovsky, Mozart, Michael Jackson, George Michael, Darwin, Freud, Roger Moore, Red Kit, Conan, Orson Welles, Fellini, Ennio Morricone, Kubrick, Asimov, Orwell, Beatles, Monet, Caravaggio, Bosch gibi isimlerle ilkokul öncesi tanışmış, lisede annesinden gizli Televole, şimdi de eşinden gizli Tik Tok izleyen biri olarak, çocukluğum süresince Türk Sineması diye bir şey bilmeden büyümüş olmam da enteresandır. Bizim yaşımızda hep böyleydi ama. Jenerasyon tam bir araya denk gelmiştir. 90’lı yılların başında sinemada yılın en çok gişe yapan filmleri arasında asla bir Türk filmi olamazdı. Yoktu. Gişede en tepede Sylvester Stallone filmleri falan vardı. Öyle bir dönem. Yılda bir avuç Türk filmi ancak yapılıyordu. Onlar da düşük bütçeli arthouse işlerdi.

Ben küçükken “Türk filmi” demek “inandırıcı olmayan, abartı ve duygu sömürüsü bir hikaye” demekti. Gerçekten biri saçma bir şey anlattığında “aman ne o öyle Türk filmi gibi?” şeklinde kullanılan bir tabirdi. Abartmıyorum, gerçekten böyle bir kullanımı vardı tabirin.

blank

Sadece televizyonlarda eski Türk filmleri olurdu o zamanlar. Yeni Türk filmi diye bir şey yoktu. Sonradan öğreneceğim üzere, 70’lerde Yeşilçam gittikçe delirmiş ve sürümden kazanmak adına kendi kendini yamyam gibi bitirmişti. Ülkenin gittikçe daha da karanlıklaşan siyasi atmosferi altında filmlerin kalitesizliği artık tavan yapmış, sonunda son derece kalitesiz bir porno sektörüne dönüşünce darbe ile birlikte üretim bıçak gibi kesilmişti. Bu dönemler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere Murat Özer’in Sinema dergisine 2000 senesi Nisan sayısında yazdığı Seyircinin Muhteşem Dönüşü adlı makalesini ve yönetmen Cem Kaya’nın Remake, Remix, Rip-Off: About Copy Culture & Turkish Pop Cinema (2014) adlı belgeselini şiddetle tavsiye ederim.

1996 senesinde iki film birden popüler kültürde bomba etkisi yarattı: İstanbul Kanatlarımın Altında ve Eşkıya. Tam da ortaokulda olduğum için çok iyi hatırlıyorum. Bu filmler çıkınca ülkece sevinçten neye uğradığımızı şaşırmıştık diye hatırlıyorum açıkçası. Annemlerin bir gece sinemadan dönüp, “evet Eşkıya çok güzel bir film, seni de götürelim” dediğini çok iyi hatırlıyorum. Annemlerin Uçurtmayı Vurmasınlar (1989), Piano Piano Bacaksız (1991), Sarı Mercedes (1992) ve Tunç Okan’ın Otobüs’ü (1974) dışında bir Türk filmini sevmesinden dolayı inanılmaz mutlu olmuş, garip bir gurur duymuştum. Şimdi belki abartıyorum gibi gelebilir bazılarınıza ama inanın değil.

Uçurtmayı Vurmasınlar (1989)(1), Piano Piano Bacaksız (1991) ve Sarı Mercedes (1992) filmleri Star 1’de yayınlamıştı. Ailecek oturup her biri ayrı bir dram olan bu filmleri içimize çekerdik. Sanki eski bir ülkeye özlem gibi ama bir yandan da bir perde açılmış ve sanki oraya dönüyoruz, artık bir sansür devri bitmiş gibi… Çok uzun sürmedi ama o yıllarda böyle bir dalga vardı. Özel radyolar ve kanallarla göz boyayan bir rüzgar. Esti geçti.

Eşkıya’ya sinemada gidip ağlamıştım. Sonra bir kere daha gitmiştim hatta. Jurassic Park’tan (1993) sonra sinemada iki kere gittiğim ilk filmdi Eşkıya. Tabi o dönem Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Atıf Yılmaz gibi ustaların müthiş filmleri de varmış ama ben onları hep daha sonra üniversitede öğrendim. Aslında bu dönem Yeşilçam’dan utanan, aksiyon sineması ve her türlü Amerikan kodlamasından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışan yeni bir Türk sinemasının uyandığını, daha sonra üniversite yıllarında öğrenecek ve hemen geri dönerek bu dönemin bütün önemli filmlerini DVD’den keşfedecektim.

blank

Eşkıya’nın yarattığı devrimden sonra, tam da lise yıllarımda, arkadaşlarla sinemaya, özellikle Türk filmlerine gitmeye ve bundan büyük bir keyif almaya başladık. Sonraki sene Ağır Roman (1997) ve Gemide (1998) geldi. O yaşta çarpıldık. Hayata bakışımız değişti. Nasıl değişmesin? Sonra yine Salkım Hanım’ın Taneleri (1997), Kaç Para Kaç (1999), Her Şey Çok Güzel Olacak (1998), Asansör (1999) ve Propaganda (1999) gibi filmlere gidip sinemada Türk filmi izlemekten büyük keyif aldığımızı çok iyi hatırlıyorum. Şimdi derin bir nefes alıp ah nerede o filmler diyebiliriz.

2000’lerin başında, Vizontele (2001) ile popüler kültürde Türk sineması(2) bir zirveyi yaşadı kanımca. Bir daha asla o seviyeye gelemedi desem haksızlık mı etmiş olurum, bilmiyorum. Vizontele’ye Süreyya Sineması’nda uzun bir kuyruk bekleyerek gitmiştim. Si̇nema salonu önünde kuyruk oluşturacak kadar geniş bir kitleye hitap eden ve gerçekten o kalitede samimi ve özgün bir sinema filmi hatırlamıyorum. Arkadaşlarla Hemşo (2000) ve Komiser Şekspir (2001) gibi filmlerden sonra sinemadan biraz hayal kırıklığıyla çıktığımızı hatırlıyorum. Ama onlar daha iyi günlerimizmiş. Hemen akabinde Abuzer Kadayıf (2000) ve özellikle Dansöz’den (2001) sonra bir daha uzun süre sinemada Türk filmine gitmedim. (Bu arada Kenan Işık ve Hülya Avşar’ın doğaüstü aşk hikayesini anlatan müthiş ezik Yeşil Işık (2002) filmine de gittim itiraf ediyorum.) Yazı Tura (2004) ve Babam ve Oğlum (2005) gibi sevdiğime şaşırdığım gişe filmlerini DVD’den yakalamakla yetindim.

Daha sonra gişe de yavaş yavaş tükenerek önce Cem Yılmaz(3), sonra Şahan’ın sığ mı sığ güldürülerine kaldı. Kalite, 70’lerin sonundaki perişan Yeşilçam’ı aratmayacak bir noktaya gitti. Festival sinemasında bazı çok güzel filmler tabii ki vardı ama bu filmler ile popüler kültür arasında bir uçurum oluşmaya başladı. (Sebeplerini Murat Tolga Şen bas bas bağırmaktan yorulmuş olabilir artık ama sorarsanız çok güzel anlatır.) Ve bugün artık dibin dibini yaşıyoruz. Tabi bunda sosyal medya, teknoloji, ülkedeki siyasi ve kültürel sansür zihniyeti gibi unsurların payı var. Karmaşık bir konu. Ama yıllar içinde kalitedeki bu düşüşler ve çıkışlar herhalde kaçınılmaz bir eğrinin parçası. Bazı dönemler iniyor, bazı dönemler çıkıyor. Umarım yakın zamanda tekrar bir çıkışa geçeceğimiz bir dönem yakın olsun.

Son olarak bir de şunu söylemek istiyorum ki üniversite yıllarımda geriye dönük bütün önemli filmleri tararken tabi ki Yol (1982), Sürü (1979), Duvar (1983), Sevmek Zamanı (1966), Tatar Ramazan (1992)(4), 72. Koğuş (1987) gibi muhteşem filmleri keşfettim. Keşke çocukluğumuzda televizyonda keyifle izlediğimiz onlarca Kemal Sunal filmi arasında, Star 1’de veya Show TV’de, yılda bir kere de şöyle bir film izleseymişiz diye iç geçirdim. Türk olmak adına, Türkiyeli olmak adına, nasıl derseniz, bu topraklardan olmak adına en gurur duyacağımız bazı şeyleri kaçırarak büyüyoruz. Geri dönüp bu gizli hazineleri yakalamak, keşfetmek, yeniden keşfetmek, -bırakın önemli olmasını- çok ama çok özel ve keyifli bir tecrübe, hepimiz için.

Öteki Sinema için yazan: Can Evrenol

Dipnotlar

(1): Uçurtmayı Vurmasınlar’daki unutulmaz “-Ben işemedim. -Kim işedi? -Miki işedi!” repliğinin sahibi küçük çocuğa ailecek bayılmıştık. Bu küçük oyuncunun adı Ozan Bilen’di. Kendisi yıllar sonra Demirkubuz’un Kader (2006) filminde de Zagor rolüyle bir kere daha sinema tarihimize ufak bir imza atmıştı. Ve bundan bir 15 sene kadar sonra Çıplak (2020) dizisinde bir sahnede cameo olarak kendisiyle beraber çalışmak hayatımın en güzel detaylarından biriydi.

(2): Bu yazı boyunca kullandığım “Türk Sineması” tabirinin bugün bir çok yerde “Türkiye Sineması” olarak kullanılması ve bu konudaki haklı hassasiyetin farkındayım. Bu hassasiyete yüzde yüz katılmakla beraber Türk Sineması tabirini dilbilgisi olarak daha doğru buluyorum. Yerine göre iki kullanımın da daha uygun olacağı durumlar var. Bu nostaljik yazıda “Türkiye Sineması” desem eğreti duracaktı. Umarım doğru anlaşılmıştır.

(3): Cem Yılmaz bir gün Her Şey Çok Güzel Olacak gibi bir film yine yapacak diye umudumu kaybetmedim.

(4): Bu filmlerden bir tek Tatar Ramazan eskiden sansürsüz birkaç kere televizyonda oynamış ama 2000’lere geldiğimizde finalde Kadir İnanır’ın gardiyanlara ve askere gider yaptığı sahne sansürlenerek yayınlanmaya devam etmiştir. Ayrıca Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans okuduğum yıllarda bütünlemelere çalışmak için evine gittiğimde, klasik gitarla bize Karma Police söylerken, bir yandan televizyonda bize Tatar Ramazan’ı izletip, küçükken bu filmi nasıl sevdiklerini anlatan çok sevgili Hasan Ergören ve rahmetli kardeşine selam ederek yazımı sonlandırıyorum.

blank

Can Evrenol

University of Kent’ten “Sanat Tarihi” ve “Film Theory”mezunu. Bahçeşehir Üniversitesi’nde seçmeli sinema dersi vermekte. MEHTAP ve OMEGA VATAN isminde iki kısa romanı var. Yeni sinema filmi SAYARA (2024) çok yakında!

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kültür Sanat Gazeteciliğinde Tuhaf Şeyler Oluyor: EmPR Strikes Back!

Bu hafta da, eşinizin-dostunuzun yaptıkları başta olmak üzere, festivaller, galalar,
blank

Yeni Emek, Yeni Atilla Dorsay ve Yeni Kavgalar…

Sinema yazarı Atilla Dorsay, “Emek yoksa ben de yokum” demiş