2. FESTİVALLER
Türk Sineması günden güne çöküyor. Festivallerin doğrudan ya da dolaylı olarak (hatta belki de istemeden) Türk Sineması’nın göğsünde açtığı derin yaralar da bu çöküşü hızlandırıyor. Eminim ki, saygın festivallerin ardından kopan fırtınalar her aklı başında sinemaseveri biraz işgillendiriyordur. Meseleyi ve arka planını hiç bilmese bile işgillendiriyordur. Niçin 10bin liralık teşvik ödülü için 15bin liralık hakaret ediliyor merak eden çoktur. Neden festivaller öncesiyle sonrasıyla bir yığın gereksiz, uzun ve yakışıksız tartışmaya/kavgaya/ağız dalaşına/demeç savaşına sahne oluyor, merak eden çoktur. Türkiye’nin önde gelen, saygın sinema emekçilerini ömrünü gününü suça adamış beş kuruş etmez kenar mahalle delikanlıları gibi konuşturan, insanın kanını donduran açıklamalar yapmaya iten şey ne olabilir? Nedir bölüşülemeyen?
Önce birkaç rakam verelim: Sadibey.com’dan aldığım bilgilere göre, 2013 yılında kısa metraj, uzun metraj, konsept festivaller (gençlik filmleri, engelli filmleri, kadın filmleri vb.), film günleri, kültür ve sanat günleri gösterimleri de dahil olmak üzere 70’in üstünde yurtiçi ve yurtdışı film festivalimiz var. (En azından adında festival kelimesi geçenleri değerlendirmeye almaya çalıştım. 2012 yılında da benzer bir tablo olduğunu vurgulayalım) 70 küsur festivallimizin 15 kadarı yurtdışında, 60 kadarı da yurtiçinde. 10 küsur kısa film festivalimiz, 30’a yakın konsept festivalimiz ve film günlerimiz var. Burası önemli, 30’u aşkın festivalimizin adında “uluslararası” kelimesi geçiyor. (Neden önemli olduğuna birazdan değineceğim.) Kısa film için ya da konsept amaçlı olduğu özellikle belirtilmeyen 20 kadar yurtiçi ‘uluslararası film festivali’mizden birkaç tanesi çok önemli bir işleve sahip. Çünkü söz konusu festivaller doğrudan ya da dolaylı olarak sinemamızı finanse etme işlevi görmekle kalmıyorlar, verdikleri ödüllerle Türk Sineması’nın biçim ve içeriğini de şekillendiriyorlar. Nasıl mı?
Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, Uluslararası İstanbul Film Festivali, Ankara Uluslararası Film Festivali başta olmak üzere uluslararası film festivallerinde ödül almış filmler Bakanlık Yardımı adı altındaki sinema destek fonlarını geri ödemekten muaf oluyorlar. Yani sadece yurtdışındaki uluslararası film festivallerinde ödül almış yapımlarımız değil, yurtiçinde kendi düzenlediğimiz festivallerde kendi kendimize verdiğimiz ödüller de yapımlarımızın geri ödeme işinden yırtmasına vesile oluyor. İlginç değil mi? Eminim ki, kimin hangi festivaldeki hangi ödülüyle geri-ödeme işinden paçayı kurtardığının bir listesine ulaşmak imkansızdır. Kıymetli filmimiz ve değerli yapımcısı Bermuda Şeytan Üçgeni Altın Dümen ödülüyle mi fonu iç etti, yoksa Manisa Spil Dağı Film Festivali’nde aldığı Gümüş Macun ödülüyle mi, öğrenebileceğimizi sanmıyorum. Allah daha çok versin, 70 değil 700 festivalimiz olsun, herkes de parasını kurtarsın ama kaliteli bir filmle kurtarsın, biz de hakkımızı helal edelim.
Kendi festivallerimizde kendi kendimize verdiğimiz ödüllerin sinema destek kredisi geri ödemesinden muaf olmayı doğurması bile tek başına iki ciddi sorunu tetikliyor. İlk olarak sinema sektörü içinde sonu gelmez husumetler başlatıyor. “Ödülü aslında ben hak ettim”, “vay efendim sen bu işten ne anlarsın”, “senin gibi jüri olmaz olsun”, “benim başyapıtım ön-elemeyi nasıl geçemez”, “hile yaptılar, rüşvet verdiler, komplo kurdular, pusulaları çaldılar”, “filmimi izlemediler/anlamadılar”, “ahbap-çavuş işlerine kurban gittik” falan derken, demeç savaşları sonucu sinemacı sinemacıyla birbirine düşüyor, düşmanlık başlıyor. Tamiri mümkün olmayan bir tahribat. İşin acı kısmı da, iddia sahipleri bazen iddialarında haklılar da.. Buna ayrıca Türk Sineması’nda Jüri Sorunu başlığında bir daha değineceğim.
Festival ödüllerinin yarattığı bir diğer sıkıntı, festivale uygun film çekecem diye zıvanadan çıkanlar ve Türk Sineması’nın şakülünü kaydıranlar. “Ödüllü film” ve “festival filmi” diye iki argo kavram ortaya çıktı. Argoda festival filmi demek, zor/anlaşılmaz/yorucu/sıkıcı film demek. Ödüllü film ise festival filminden 3-5 dan yukarıda. Yani “festival filmi” kahverengi, “ödüllü film” karakuşak gibi. “Ödüllü film”in anlamı, film çok kötü ya da seyretmeye bile değmez. Tümden zaman kaybı yani. Arkadaşlar bazen bana soruyorlar, bize bir Türk filmi önersene fakat “aman diyem ödüllü olmasın abi” diye de ekliyorlar. İşte durumumuz bu. Ne kadar kırıcı, ne kadar üzücü. “Festival” ve “ödül” kavramına olumsuz bir anlam kazandırmayı başardık.
Sinema üretim süreçleri ve finansmanı konusunda o kadar yanlış hamleler yaptık ki, genel sinema seyircisini çaktırmadan ikiye böldük, patlamış mısırla filme gidenler (popüler seyirci) ve iki adet Xanax yutup gidenler (festivalciler). Ve maalesef her iki grup da birbirini hor görüyor.
Gişe rakamlarından kabaca tahmin ettiğim kadarıyla birinci grup toplam sinema seyircisinin (sinema filmi satın-alıcısı anlamında) %95’i, ikinci grup ise maksimum %5’i. Başka bir başlık altında detaylıca anlatacağım ama Fetih filmi 6,5 milyon seyirciye bilet aldırıp, gösterim yerine teşrif ettirip, öyle ya da böyle sinema salonlarına sokmayı başarabildiyse, tahminimce Türkiye’de gerçekten ilgisini çeken bir iş geldiğinde sinemaya gidebilir durumda olan en az 10 milyon (birbirinden farklı) sinema seyircisi olmalı hatta belki daha fazla. Bu 10 milyonun bence maksimum 500bini birşeyler anlatmayı kendine mesele edinmiş filmleri görmek için sinemayı tercih ediyor.
“Boxoffice türkiye” sitesinden edindiğim bilgilere göre, 2005 Ocak–2013 Eylül arasında, gösterime giren 464 yerli filmin kayıtlı (biletli) seyirci sayısı 165 milyonu aşıyor. Toplam hasılat da 1.3 milyar TL. Filmlerden seyirci sayılarına göre azalan bir liste yaptığımızda listenin ilk 100 sırası toplam 143 milyon seyirci çekmiş. Son 100 sıra ise toplam 400bin seyirciye ulaşmış. Maalesef film başı ortalama 4bin kişi. Listedeki son 300 filmi ele alırsak (yani 464 yerli filmden en az seyirci çeken 300 film), sadece 8.6 milyon kişiye ulaştığını görüyoruz. Film başına ortalama 28bin seyirci ediyor. Yani gişe fiyaskosu. Bol ödüllü, festival canavarı filmlerimizin tamamına yakınının bu 300 filmlik listede olduğunu bilmem yazmama gerek var mı?
Festivaller çok önemlidir çünkü festivaller yeni Türk Sineması’nı şekillendirirler. Yakın gelecekte Türk Sineması nasıl olacaktır sorusunun cevabını büyük ölçüde festivaller (ve her türlü kaynaktan para ödülleri) belirler. Neyi ödüllendirirseniz, neyi teşvik ederseniz onun önünü açarsınız ve de onun gibilerin ve de onun gibi olmaya çalışanların. Tehlike biraz buradan kaynaklanıyor. Festivallerin büyük ve önemli bir sorumluluğu vardır.
Peki festivallerin yıpratıcı etkisi konusunda ne yapılabilir?
Benim görebildiğim kadarıyla bir festivalin sıkıntı doğurma olasılığı taşıyan birkaç ayağı var. Bunlardan ilki, organizasyonel eksiklikler. Mesela, ben bu satırları yazarken 20. Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nin internet sitesinde festival kapsamında gösterimi yapılacak olan “Sen Aydınlatırsın Geceyi” adlı filmin daha önce ilan edilen gösteriminin salonda yaşanan teknik sıkıntılardan ötürü yapılamayacağı yazıyordu. Birçok festivalimiz halkı filmlerle buluşturmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor, öncelikle bu konuda yeni düzenlemeler yapılması lazım. Salon sıkıntısı, ses düzenlemesi, projeksiyon kusurları almış başını gidiyor. Konfordan yoksunluk, yüksek maliyet, hamlık, acemilik izleyiciyi sinemadan soğutuyor. Sinemacılar festivalleri adam akıllı denetleyen bir koruma kurulu kurabilir. Festivali düzenleme işini acemi ellerden alıp, profesyonellere teslim edebiliriz. Adam, film programını öyle bir ayarlıyor ki, jüri üyeleri bile oylayacağı filmi izlemek için köy dondurmacısı gibi sürekli motorize halde geziyor. Birçok eleştirmen arkadaşımın peş peşe gösterime giren filmleri ulaşım sıkıntıları nedeniyle kaçırdığını biliyorum. Acemilik bu. Bence bir festivalde; delinin biri (film buff), tüm filmleri olmasa bile en azından %90-95’ini izlemek isterse, buna uygun program yapabilir durumda olmalıdır. Özetle, film programı sinemasever taleplerini maksimum derecede karşılayabiliyor olmalıdır.
Festival programı ciddiyet ister, bilet alımı, ulaşım imkanlarının sağlanması, salon ve teknik ekipman temini ciddiyet ister. Bunlar ekip ve planlama işidir. Mesela, konukların kalacağı yerlerle sinema salonları arasında mekik dokuduğunu hepimiz biliyoruz. Senelerce Türk Sineması’nın en büyük film festivali olan Antalya Altın Portakal’da yaşanan bu hikayeleri okuduk, dinledik, acı acı güldük. Dürüst olalım, festivalin eksikliklerini gidermek için maddi destek bulunmasında iş kilitleniyor. İşte bu noktada, kamu kaynaklarından biraz daha fazla yararlanılabilir. Bu konuya tekrar döneceğim.
Festivallerde işin filmciler tarafı da sorunlu. Mesela, festivalde ilk kez seyirciyle buluşacak bir filmin dandik kopyalarının festivale gönderilmesine ne demeli? Çoğunda görüntü çamur, seste belirgin sıkıntılar var, kurgu desen ölmüş de ağlayanı yok, o zaman sen bu filmi “bu da benim filmim” diye hem seyircinin hem de (ön)jürinin karşısına dikmeye utanmıyor musun? (Bi de şu var, jüriler bazen, belli ki sinema dışı nedenlerle bu tip filmleri finale bırakabiliyor) Filmi festivale yetiştircem diye saçmalamanın alemi yok. Festivallerin katılım koşulları biraz daha sıkı ele alınmalı, kötü kopya sorunu kaynağında çözülmeli. Kötü bir kopyanın bırakın yarışmaya başvurması, seyirciye gösteriminin önüne bile geçilmeli belki de. Bu en hafif deyimle seyirciye saygısızlık. Kötü kopya sorunu bütün bir sinema algısını bozuyor, açtığı asıl yara bu. Ondan sonra seyirci; süreklilikten yoksun, kesik ve parçalı kurguyu, o boğuk, karanlık görüntüyü, o skandal ses alımını sanat sinemasının bir özelliği sanıyor. (Bazen jüri de öyle sanıyor olmalı ki, Altın Portakal En İyi Film ödülü alan örnekler var.) Çoğu örnek böyle çünkü. O kadar çok örnek biraraya gelince; yönetmenlerimizin imkansızlıktan/bilgisizlikten/yeteneksizlikten yapmak zorunda kaldığı herşey (çok üstten bakıldığında) bir sinema anlayışı olarak ortaya çıkıyor. Teknik açıdan büyük eksiklikler taşıyan, derli toplu bir hikayeden yoksun, “beriki”yi hepten yoksaymış, horgörmüş, “öteki”ye yönelmiş onu kutsamış derme çatma filme Türk filmi denir. İşte festivallerin bize hediye ettiği yeni anlayış, yeni tanım budur.
Türk Sineması, basit bir teknik denetimden bile yoksun, kalitesiz görüntü ve ses cehennemine dönmüştür. Bir de filmin ağzı burnu düzgün hikayesi olmayınca ne seyirci teveccüh ediyor, ne de tarih. Televizyonda bile izleyesi gelmiyor insanın. Türk Sineması’nın birçok örneği zamanın acımasız girdabında yitip gidiyor. Kayıp yönetmenler ve kayıp filmler kuşağı yarattık. Kendi evlatlarımızı kendi ellerimizle boğduk. Kötü örnek örnek olmaz demeye cesaret edemedik. Kötüyü, yanlışı hoş gördük, idare ettik, üstüne üstlük bir de bunu teşvik ettik, işte sinema dediğin böyle olur aslanım benim dedik. Sonuç maalesef ortada. Eğer bir şey yapılacaksa; derin boşluklara sahip hikayelere, teknik açıdan ciddi eksikliklere sahip, uyduruk filmlere ödül yığmayı bırakmaktan başlasak fena olmaz. Benim önerim, festivallerin katılım kriterleri, ön-eleme ve ödül prosedürlerinin tekrar gözden geçirilerek büyük ölçüde değiştirilmesidir. Jürilerin belirlenmesinde yeni düzenlemeler getirmeliyiz. Oturdum festival mevzuatlarını okudum, bazı eksiklikler olduğunu fark ettim, mesela geçen sene bir film oldukça önemli ödülleri toparladı, ama Türk filmi midir, yabancı film midir hala tartışmalı, çünkü mevcut mevzuatımızın arkasından dolaşmak kolay. Mevzuatlar yoruma açık. Bir film Türk filmi mi, Macar filmi mi, Avusturya filmi mi, Japon filmi mi o bile belli değil. Festival mevzuatları mutlaka profesyonellerin ve meslek öncülerinin (birlikler, dernekler, sendikalar vb.) elinden geçmeli. (Ödüller, Yapımcılar adlı kısımlarda ayrıca detaylıca değineceğim)
3. JÜRİ VE SEÇİCİ KURUL MESELESİ
Sonunda ödül verilen bütün yarışmaların en çok tartışılan konusu jüri kararlarıdır. Önemli bir festivalde jüri olmak büyük sorumluluk, Türk Sineması’nın geleceğini doğrudan etkileyen kadroda yer almış oluyorsunuz. Zor iş. Hele, festivallerin yarışma bölümüne katılacak finalistleri belirleyen ön-eleme jürisi (finalistleri belirleyen seçici kurul) olmak en zoru, en belalısı. Otomatik Portakal’daki zavallı Alex gibi, istemeye istemeye sizi çileden çıkaracak şeyler izliyorsunuz. İzlemek de değil, doğru tanımlama; “maruz kalmak”. Ne kadar kötü birşeydir kısacık bir zaman diliminde onlarca özensiz, derme çatma çalışmayı izlemek zorunda olmak. Ondan sonra eleme jürisi sağlıklı karar alamadı. Ee senden ötürü, senden ötürü! Bence ön-eleme jürisi (seçici kurul üyesi) olmuş ve hakkını vererek tüm aday filmleri seyreden kişilerde geçici sinema hissizliği oluşuyordur, bu fedakar bu cefakar insanlara bir ay boyunca devlet hastanelerinde ücretsiz parasetamol tedavisi yapılmalı, peş peşe Jean Renoir filmleri seyrettirilerek hayata döndürülmelidir. ‘Aynı yıl içinde birden fazla defa ön-eleme jürisi olmama hakkı’ anayasa ile güvence altına alınmalı ve 10 yıl içinde iki ya da daha fazla ön-eleme kurulu üyeliği yapmış T.C vatandaşlarının toplu taşıma araçlarını kullanmaları ve mahkemede şahitlik yapmaları süresiz yasaklanmalıdır. Şaka bir yana, içinden birkaç finalist belirlenecek diye Türkiye’nin o sene çektiği en az 50 kötü uzun metraj filmi izlemek kolay bi iş değil. (Ya da 400 kadar kısa filmi) Peki niye yapıyor bunu millet ve nasıl yapıyor? Mesela kimler, nasıl seçiliyor? Kendilerine verilen süre ne kadar, gerçekten eleyiciler eledikleri filmlerin tamamını izlemiş oluyorlar mı? Onların seçimlerini ve onların seçilmesini etkileyen sinema dışı etkenler var mı? Yahu yoksa bu iş paralı olmasın? Ve de belirli grupların egemenliğinde olmasın? Yoksa ödüle giden yolda belirli kişisel/politik/maddi/manevi ilişkilerin girift, karanlık ve korkunç sarmalından payını alan bir mücadele alanı olmasın bu iş?
Ana jürilerin belirlenmesinde de bazı sıkıntılar yok değil. Sonuçta ana jüri kim finale kalırsa ona bakar, elenen filmler onun sorumluluğunda değildir. O nedenle elemeyi yapan kurulların sorumluluğu daha büyüktür. Başka festivalleri bilmem ama uluslararası festivallerin ve de özellikle para ödülü veren ya da çok büyük prestij kazandıran ödüller veren festivallerin jüri seçimleri toplumsal devinim ve düşünceleri kucaklayan, kitleleri hor görmeyen yeni bir anlayışla yeniden düzenlenmeli. Seyircinin kalbini kazanmış sinema emekçilerinin hem alt hem üst jürilerdeki etkinliği biraz daha arttırılmalıdır. (Ödüllere, kendine ait bir başlıkta ayrıca değineceğim.)
Kısa ve net: Jüri işleri şeffaflığa kavuşturulmalı. Kim ne yapıyor, nasıl yapıyor, kazancı ne belli değil. Olumsuz anlamda söylüyorum, bu işte bir tür ‘lobicilik’ var. Yinelemekte mahsur yok; jürilere, popüler sinemaya yaşam hakkı tanıyacak kişilerin de seçilmesinin önünün açılması lazım. Finalistleri belirleyen kurullara da, sinema filmlerinin insanlar izlesin diye çekildiğinin farkında olanlarının katılımın sağlanması lazım. Genelde hep aynı odak ve merkezlerden hemen hemen hep aynı tipte ve düşüncede insanların seçildiğini hepimiz görüyoruz. Ha araya bir iki kişi serpiştirmiyor değiller ama belirli siyasi eğilimlerin, belirli düşünce gruplarının, bazı dernek ve birliklerin festival jürisi hakimiyetini kaybetmedikleri ve bir tür örtülü hegemonya kurdukları gün gibi aşikar. Aşağı yukarı hep aynı insanları jürilerde görmekten bıktık usandık. Peki böyle oldu da hayırlı mı oldu, sonuç ortada. Türk Sineması felsefi açıdan iflas etti, fasit bir dairede sıkıştı kaldı. Bu grupların ideolojilerini destekleyen filmlerin ya da jüri üyeleriyle düpedüz kişisel ilişkileri bulunan kişilerin ödüle uzanması ya da en azından çok yaklaşması sağlanmış oluyor. Darılmaca gücenmece yok, Türk Sineması’nın çöküşünde jüri kurumunun payı az değil. (Bu arada, geçmişten günümüze uzun-metraj jürileri diye ayrı bir çalışma yapmayı düşünüyorum, keyifli bir konuya benziyor. Belki biraz uğraşırsam, bazı festivaller için bir sonraki festivalde %90 olasılıkla jüri üyesi olacak kişileri tahminleyen bir model kurabilirmişim gibi geliyor.) Jüri oluşumlarının dar bir çerçevede hareket etmesini engellemek için ilgili mevzuat(lar)a şu tip devrimci eklemeler yapılmalı: “Hiç kimse aynı yıl içinde birden fazla uluslararası film festivalinde jüri üyeliği görevinde bulunamaz”, “hiç kimse aynı festivalin tarihinde hiçbir koşul altında birden fazla defa jüri üyeliği görevinde bulunamaz” ve “jüri üyelerine hizmetlerinden ötürü herhangi bir para ödemesi yapılamaz”. Sonuçta; alt ve üst kurul jürileri verdiklerle ödüllerle, Türk Sineması’nın biçim ve içeriğini, yani üslubunu/tarzını, hikayelerini, ideolojisini ve geleceğini belirlemiş oluyorlar.
4. ÖDÜLLER
Türk Sineması’nda bütün sorunlar içiçe geçmiş durumda, maşallah hepsi birbirini besliyor. Bakanlık desteği, festival filmi derken aslında yapımcılık sorunu, teknik denetim eksikliği sorunu, finansman sorunu, ön eleme jürisi ve asıl jüri sorunu gibi daha bir yığın sorunla içiçe bir yapı kurmak zorunda kalıyorsunuz. Türk Sineması’nın sorunlarını okuma kolaylığı açısından ayrı ayrı değerlendirmeye çalışmış olmama rağmen, mecburen eklektik bir anlatım metodunu tercih etmek zorunda kalıyorum. Ödüller bölümünde sadece ödüllerden bahsetmek yeterli olmuyor. Madde madde incelemeye çalışıyor olmama rağmen, yeni bir bölüme geçtikçe bir sonraki bölümlere atıfta bulunmamın ve daha önceki bölümle ilişkisini yeniden değerlendirmemin sebebi budur. Örneğin, ‘Türk Sineması’nda eleştirmen yetmezliği’ adlı sorunun festival ödüllerinin bozucu etkisi ve Türk Sineması’nın hikaye kabızlığı sorunlarından bağımsız ele almak mümkün değildir. Ödül işini, jüri seçimlerinden ve yapımcılık müessesesinden soyutlamak da zordur. Gelelim ödüllere…
Verilen her ödül, diğer sinemacılara (ve bilhassa genç kuşak sinemacılara) örnek model teşkil etmektedir. Her prestijli ödül ve her para ödülü, o ödülü alamayanlara ve/veya o ödülü almak isteyenlere, ‘böyle filmler çekerseniz ödülü alabilirsiniz’ demektir, “doğru yolda gidiyorsun, aynen böyle devam et” demektir, bir ödül öyle ya da böyle bir tür başarı kriteridir. Maddi manevi tüm ödüller, aynı zamanda bir tür yol haritası bir tür pusula işlevi de görmektedir. Ödüllendirilmiş bir film, ödüllendirildiği alan üzerinden örnek gösterilmiş demektir. Yerli festivallerde verilen her önemli ödülün bir sonraki dönem çekilecek Türk filmleri üzerinde büyük bir etkisi olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Bazı ödülleri alan filmlerin, sinema destek fonundan alınan kredinin geri ödemesini durdurduğunu ve kredinin hibeye dönüşmesini sağladığını ifade etmiştim. Festivallerin sinema filmlerini seyircisiyle, dağıtımcısıyla buluşturmanın yanında bir önemli işlevi de öne çıkan yapımları ödüllendirmesi, başarılı bulduğu sinemacıları desteklemesi, teşvik etmesi ve üretimlerini devam ettirebilmelerine katkıda bulunmasıdır. Ödüllü bir filmin sinemalara, televizyonlara, ödemeli kanallara, her türlü iç ve dış pazara satışı daha kolaydır. Bir hayli pahalıya mal olan film üretim sürecinin yeniden fonlaması ancak bir filmin gelir elde etmesiyle mümkündür. Ödüller irili ufaklı gelir kapılarını açan maymuncuklar gibidir.
Özel nitelikli ödüller hariç, diğer ödüller genellikle yarışma jürisi tarafından verilir. Jüri meselesinde de bahsettiğim gibi, işin merkezinde jüri olma kriterleri, süreci ve jüri seçimleri yer almakla beraber ödüller konusunda da bazı naçizane önerilerim olacak. Öncelikle; “ödül vermeye layık eser bulunamadı” saçmalığına son verelim. Bunun sebebi ödül vermeyi beceremeyen jüri üyelerinin bulunmasıdır. Ödül yok ne demek Allah aşkına? Ben bana başvuran 40 tane filmi eleyip, 8’e indirecem. Sen o sekizin arasından bir tanesine en iyi bilmemne ödülü vermeyi beceremeyeceksin. Olmaz öyle iş! Son vermemiz gereken ikinci saçmalık en iyi bişey ödülünü, birkaç kişiye ya da birkaç filme vermek. Bu aynı ödülü birçok kişiye verme işi son yıllarda çığrından çıktı. Eyyamcılığın bu kadarı olmaz. Çok çok özel, çok nadir durumlar hariç böyle bişey yapılması büyük bir haksızlıktır. Madem öyle, bundan sonra en iyi film, en iyi yönetmen ya da en iyi herhangi bir şey ödülünü o ödüle aday olan bütün eser ve kişiler arasında eşit olarak bölüştürelim. Mesela sekiz tane en iyi yönetmen adayı mı var, sekizi arasında bölüştürelim. Hem böylece kavga çıkmamış olur. Değerli sinemaseverler bunu neden yapıyorlar biliyor musunuz, aslında yukarıda anlattım, film ödül alırsa yapımcıların ve yönetmenlerin bundan hatırı sayılır ekonomik kazancı oluyor da ondan. Her jüride, jüri meselesinde bahsettiğim arkadaşlardan eser miktarda bulunduğu için, bunlar kendi filmlerini/adamlarını bir tarafa çekiyorlar, (kendileri dışındaki) diğer grubu ikna edemezlerse yani jüri toplamda tek bir aday üzerinde anlaşamazsa sulh yoluna gidip, birkaç kişiye ödül verme işini icat ediyorlar. Böylece kendi adamlarını/görüşlerini/ilişkilerini/çıkarlarını da korumuş kollamış oluyorlar. Yani, bir çürümüşlük var bu jürilerin tahtında. Bunun çözümü basit, şeffaflık adına jüride kimin hangi oylamada kime oy verdiği yazılı olarak açıklanmalı. Böylece sektördeki girift ilişkilerin bir kısmı suyüzüne çıkar, herkes sorumluluğunu aslanlar gibi göğüsler belki de bu tip ahbap çavuş ilişkileri geçmişin çöplüğüne savrulur gider. Kimbilir?
Ödüller konusunda yapılması gereken bir diğer hamle de ilk-film ödüllerini her zaman ayrı bir kategoride değerlendirmeye tabi tutmak. Ustaların ustaişi eserlerini tıfıllara ezdireli beri, Türk Sineması belini doğrultamadı. Büyük bir kin ve nefretle söküp çıkardık bu sektörden gerçek sinemacıları, ezdik bitirdik, bitirmeye de devam ediyoruz. Gençlerin önünü açacaz diye, tecrübeyi sürgüne gönderdik. Bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sinema yönetmeni ömrünün son 35 yılında uzun metraj çevirmedi, çeviremedi. Son 30 yılında da kamera arkasına geçmedi. Gerçek sinemacıları korkutup kaçıran, finansal olarak köşeye sıkıştıran, yaşam damarlarını jiletleyen şeylerden biri de bu ödüllerde yapılan haksızlıklar olmuştur. Destek fonları, festivaller, festival jürileri ve jürilerin verdiği ödüller neticesinde kötü sinemacı iyi sinemacıyı piyasadan kovdu. Ortalık, kamerayı nereye koyacağını bile bilmeyen, uzun-metraj kurmacının olmazsa olmazı süreklilik(continuity) duyusundan bile yoksun ama iş konuşmaya geldi mi, kendini Fellini, Godard ya da Bergman falan zanneden küçük tarkovskilerle doldu. Gerçekten iyi bir iş ortaya koyan duayenleri ödüllü festivallerde bu küçük tarkovskilere ezdirdik, ezdirmeye de devam ediyoruz. Bunların belirgin özelliği, festival filmi yapmalarıdır yani filmlerini nasıl olur da festivallerde ödül alırım diye yaparlar, seyirciyi mikrop kadar umursamazlar, küçümserler ve hor görürler. Gişede de batarlar. Sonra bir sarmala girerler, sadece festivaller için film çekmek zorunda kalırlar. Genelde bir, belki iki üç adet bol ödüllü film yapıp, sahneden çekilirler, filmlerini de kimse hatırlamaz. Tekrar ediyorum, Türk Sineması’nın sağlıklı bir bünyeye kavuşması adına ödüllerde hakkaniyetli ve insaflı olmak zorundayız. Kötü filmleri, yetersiz filmleri ödüle boğmanın anlamı yok. Bu uygulama bugüne kadar Türk Sineması’nın geleceğini baltalamaktan başka bir anlama gelmedi, gelmez de…
Ödüllerle ilgili bir diğer önerim, ödül sayılarının makul sınırlara çekilmesi ve ilgili mevzuatlara ödül sayısı sınırı maddesi ilave edilerek garanti altına alınmasıdır. Bazı festivallerimizde aday sayısından çok ödül var. Ödülü takdim edecek adam bulunmadığı için, festivalin yapıldığı şehrin il sağlık müdüründen tekel bayisine, Atatürk mahallesi muhtarından Fatih İlköğretim Okulu hademesine kadar herkesi ödül töreninde sahneye çağırmaya başladılar. O kadar çok ödül var ki, bazen aynı kişi iki üç defa ödül vermeye çıkıyor. Katılım azsa, aynı festivalde hem ödül alan, hem de ödül takdim eden sanatçılarımız olabiliyor. Bir süre sonra festivalin ödül törenindeki sahne Marx Kardeşler’in anarşik filmlerine dönüyor, kimin kime ödül verdiği, kimin kimin elini sıktığı, kimin kimi öptüğü belli olmuyor. Benim önerilerim son derece basit, hiçbir festivalimizde Oscar olarak da bilinen Akademi Ödülleri’nden fazla heykelcik dağıtılmaması. Eğer festivallerde 30-40 ödül dağıtılmaya devam edilecekse, ödülleri sahnede belirli bir sıraya göre uzunca bir masaya dizelim, ödül sahibi ödülü aldığı sunucu tarafından ilan edilince gelip masadan alsın. Ha bu arada, Settar Tanrıöğen ve Ercan Kesal’ın festivallerde aday olmaları yasaklanmalı. Memlekette bu ikisi çapında oyuncumuz pek bulunmadığı için aday oldukları müddetçe kazanmaya devam edecekler. Bu konuya oyuncular maddesinde geri döneceğim.