Türkiye’nin sinemasını yapan adamların çoğunun bu işe hep bir bakkal, kasap mantığıyla yaklaşmış olmasından ve ciddi sinema yazarlığı/belgeciliğinin de çok sonraları ortaya çıkmasından mütevellit, Uluslararası dağıtımcıların Türkiye pazarına girişinden öncesinin istatistiklerini tutmak pek olası değildir.
Belki de bu bilinmezlikten güç alarak son 20 yılda türeyen filmlerin hep bir “en” ya da “ilk” olma takıntıları, böbürlenmeleri olmuştur. Örneğin: kendini islamcı korku yönetmeni olarak niteleyen Hasan Karacadağ D@bbe ile ilk Türk korku filmini çektiğini iddia etmiş, Taylan biraderler Okul ile korku komedi türünün ilk örneğini verdiklerini ilan etmişti. Şimdilerde vizyon sırası bekleyen Ada – Zombilerin Düğünü‘de yine ısrarla “ilk Türk zombi filmi” olarak lanse edilmekte…
Oysa Öteki Sinema okurları bu ünvanların asıl sahiplerinin kim olduğunun farkında, çünkü elimizden, kalemimizden geldiğince bunları sizlere aktarmaya çalışıyoruz. Böylece siteyi takip eden ve meraklı olan herkes aslında ilk Türk korku filminin 1949 yapımı Çığlık, İlk korku/komedisinin Süt Kardeşler, o sayılmazsa Sevimli Frankenştayn ve ilk Zombi filmimizin de türle etkileşimi eser miktarda olsa bile Ölüler Konuşmaz ki olduğunu gayet iyi biliyor.
Fakat bu defa kazık bir soru ile karşı karşıyayız ve açıkcası bu sorunun cevabı haddimizi biraz aşmakta… Sorumuz şu: “Türk sinemasının en fazla bilet satan filmi olarak belgelenen “Recep İvedik” filmi gerçekten bu payenin sahibi olmayı hakediyor mu…?” Zor çünkü sinemamızın yakın geçmişi bile oldukça karanlık! Biz de bu defa süvarileri çağırmaya karar verdik ve sorumuzu “bilse bilse o bilir..!” deyip Türk sinema sektörünün Sherlock Holmes’i, Yeni Şafak sinema köşesinin makinisti Ali Murat Güven’e yönelttik.
Murat Tolga Şen: Ali Murat Ağabey, Türk sinemasının gişe rekortmenin 23 hafta gösterimde kalarak 4.333.116 seyirciye ulaşan Recep İvedik filmi olduğu bilgisi doğru mudur? 60’larda 70’lerde memlekette yer gök sinema iken ve sadece gençler değil tüm halk sinemaya ilgi gösterirken kapalı gişe oynamış, biletleri karaborsada satılmış nice film var… İşte bu ahval ve şerait altında kimdir acaba gerçek gişe rekortmeni!?
Ali Murat Güven: Cevabı çok zor, fakat aynı oranda da şık bir soru bu…
Ancak, genel kanaatimi söyleyeyim ki ben 1990’larla birlikte ciddi olarak kayıt altına alınmaya başlayan gişe rakamlarının Cumhuriyet tarihimizin tamamını yansıttığına kesinlikle inanmıyorum.
Neden dersen, 1975 yılına kadar ülkede yaygın televizyon yayını yoktu, internet yoktu, gazete, dergi, tiyatro v.b. alternatif eğlence modelleri yoktu ya da çok azdı. Halkın büyük bir bölümünün temel eğlencesi sinemaydı. Sinema pek çok eğlenceden daha ucuzdu ve o günlerde (şimdi olmadığı biçimde) kendi içinde üç kategoriye ayrılıyordu.
1) Kapalı ve sabit sinema salonları
2) Sezonluk açık hava sinemaları
3) Minibüslerine yükledikleri 35 ve 16 mm’lik sinema makineleriyle kasaba kasaba, köy köy dolaşan seyyar sinemacılar geleneği…
Aşağıdaki linkte, beş yıllık periyodlarla Türkiye’nin nüfus sayımı sonuçlarını görebilirsin. Nüfusumuz, sinemanın tavan yaptığı 1970’de 35,5 milyon dolayında, televizyon yayınlarının yavaş yavaş yerli yerine oturduğu 1975’de ise yaklaşık 40,5 milyon kişi…
http://www.belgenet.com/arsiv/nufus.html
O garibanlık düzeninde, ülke nüfusunun bir bilet parasını denkleştirebilen yüzde onluk bir bölümü popüler bir filmi izlemiş olsa, zaten yine “Recep İvedik”in 4 milyon küsurluk rekoru kırılmış oluyor. Kaldı ki insanlar 1960’lar ve 1970’lerde kesin olarak daha fazla sayıda film izliyorlardı, daha çok sinemaya gidiyorlardı. 1975’deki sinema salonu sayımız, bugünkünün en az iki-üç katı… Kalite tartışılır, fakat düzenli film gösterimi vardı.
Öte yandan, o dönemin dağıtım sisteminde kendi çapında bir payı olan 16 mm’lik “seyyar sinemacılar”ın gişe istatistiği nasıl tutulabilir ki? Adam köy meydanına makineyi kuruyor, milletten bozuk paraları topluyor ve köy okulunun duvarında film oynatıyor. Hiç bir kaydı kuydu olmayan bir alışveriş… Aynı şekilde, okulları 16’lık makinelerle dolaşan sinemacılar da vardı. Belki sen bile küçüklüğünde böyle bir gösteriye tanık olmuşsundur. “Ayşecik” falan oynatırlardı okullarda…
Aynı şekilde, açık hava sinemaları da yarı korsan bir edâda çalışıyorlardı ki onların gişe istatistiğini tutmak da tam olarak mümkün değildi. Çünkü pek çok sinema kutuya atılan bileti (vergi kaçırmak için) sonraki seanslarda izleyiciye yeniden satıyordu.
Sonuç olarak ben, 1970’li yıllarda Arzu Film’in yaptığı bütün filmlerin, “Neşeli Günler”, “Canım Kardeşim”, “Hababamlar”ın tamamı v.b. yapımların her birinin Recep’ten daha fazla seyredildiğine inanıyorum.
Çünkü o yıllarda “ikinci vizyon” diye bir başka güçlü gelenek daha vardı. Sezon biter, yaz gelir, pek çok salon sezon içinde gösterdiği filmleri yeniden kiralayıp bir tur daha gösterirdi. Düşünsene, “Hababam”lar perdede yıllar yılı ve ülke çapında kaç tur gösterilmiştir?
O yüzden de ben, ülkenin o günkü nüfus yapısı içinde, 1960’larda değilse bile, 1970’lerde tek filme 5 milyon izleyici rekorunun defalarca kırıldığını düşünüyorum. Bu da nüfusun 8’de birine denk gelir ki hiç de öyle abartılacak bir rakam değil… Zaten ülkenin yarısı çocuk ve genç. Bunlar da beş lirayı buldukları anda sinemaya koşuyorlardı.
Bilemiyorum, verdiğim bilgiler senin için aydınlatıcı oldu mu, fakat yalnızca 1960’ların başlarında Raj Kapoor’un “Avare” filminin gösterimiyle ilgili olarak anlatılanlar ve oluşan efsaneler bile “Recep”in rekorunu egale eder gibi gözüküyor. Sözünü ettiğim film, o dönemde bir kaç yıl falan oynamış sinemalarda… Bir giden üç kere daha gitmiş. Aynı şekilde, “Çağrı” da bir yıla yakın gösterimde kalmıştı 1970’lerde…
Ben, yerli sinemada rekorun Ertem Eğilmez ve Arzu Film’de olduğuna inanıyorum. Ardından da 1970’lerin Ferdi Tayfur ve Orhan Gencebay filmleri geliyor bana kalırsa…
*****
İşte sinema sevgisi, bilgisi ve o bilgiye ihtiyacı olanları önemseme yetisi… Bu çok kıymetli fikir yürütmeler için bu değerli sinema insanına/yazarına samimiyetle teşekkür ediyoruz. Şahsen ben de rekorun Hababam Sınıfı, Tosun Paşa ya da Süt Kardeşler‘de olduğunu düşünüyordum… O yıllarda sinemanın izleyici portföyü de daha genişdi kesinlikle… Aynı filmde, aynı salonda her gelir grubundan ve her yaşdan izleyici bulunuyordu. Şimdilerde 30’unu geçen adamın sinemaya 40 yılda bir gittiğini düşünürsek… Sultan filminin ünlü “mahallecek sinemaya gidiş” sekansı aslında bu konuda fikir veriyor. Bir kaç arkadaş değil tüm mahallenin sinemada olması gibi bir durum varmış o zamanlar… Hatta bazı sinemaların sürekli müşterileri için aylık abonman bile sattığını biliyorum… Bu arada dediğiniz gibi o filmler özellikle Anadolu’da yıllarca gösterildi. Çocukluğumda Tosun Paşa’nın aralıklarla devamlı olarak Samsun sinemalarında gösterildiğini hatırlıyorum.
Merak etmek ne güzel şey…
Bir noktada “Öteki Sinema” ile hemfikir değilim. O da Hasan Karacadağ ve kurduğu akıma yönelik mesafeli tutum…
Batıda türetilmiş özgün konseptleri aynen aşıran, hatta Metin Erksan’ın “Şeytan”ı gibi bazı utanmaz örneklerde olduğu gibi onları plan plan taklit eden filmleri Türk korku sinemasının kilometre taşları arasında göremiyorum ne yazık ki…
Aynı şeyleri “Sevimli Frankeştayn” için de söyleyebiliriz. Bu hikayenin parodisi de vaktiyle Mel Brooks tarafından gayet başarıyla yapılmıştı zaten…
Bence, asıl, korku sineması adına yepyeni birşeyler söyleyen Türk filmlerini adam yerine koymak gerek…
Hollywood’un bile artık böğürüp bir kenara bıraktığı teen-slasher türü gerilim denemelerini 25 yıl rötarla uyarlamaya kalkan “Okul” gibi filmlerin türe ne gibi bir katkısı var ki?
Onar Film’in sahibi Vasisilis Barounis benden üç yıl önce, Yunanistan pazarında satmak için bir miktar “Dabbe” DVD’si istemişti. ben de ona 150-200 kadar sıfır DVD temin edip gönderdim. Bir B-sinema kurdu olarak Vassilis, beni kısa süre sonra telefonla arayıp “Dabbe’yi izlerken karımla birlikte altımıza ettik, gerçekten de insanı fena halde germeyi başaran çok etkili bir film” dedi. Ki bana göre de prodüksiyon imkanları açısından tüm zavalılılığına rağmen öyleydi.
“Semum”u ise öyküsü itibarıyla daha da beğenmiştim. Kaldı ki Müslüman din adamıyla Semum’un cehennemi bir atmosferde karşı karşıya geldiği sahneler, hocanın o sahnelerde şeytan karşıtı ayetleri okuması, Türk sineması açısından resmen bir kültürel devrimdir.
Bilinçaltımız batılı simge ve imgelerle aşırı kirlenmiş durumda… Bu türün örneklerinde Hristiyanlık simgeleriyle karşılaşınca hepimize çok doğal geliyor da bazı öncü sinemacılar işin içine yerel kültürden motifler katmaya kalkışınca bu ister istemez gözlerimizi tırmalıyor. Oysa, “cin çıkarma”, “cehennem”, “zebani”, “sırat köprüsü”, “melek”, “kabir azabı” gibi binlerce fantastik kavrama ev sahipliği yapan İslam dini çağdaş korku sinemasında olmayacak da ne olacak? Geç bile kalmış bir çaba Kur’an kaynaklı korku hikayeleri türetmek…
Nitekim, doğu mistisizmindeki cevherleri yavaş yavaş Hollywood bile keşfetmeye başladı.
“Supernatural” dizisinin bir bölümü tamamen Kuran ve cinler üzerine kuruluydu. Aynı şekilde, “Wishmaster” üçlemesi de yine bütünüyle Kur’an kaynaklıydı ve filmdeki adı da “cin” olan saldırgan bir “cin”in (İslam literatüründeki adıyla ifrit) hikayesiydi.
İstanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde, çok özel izinlere sahip araştırmacılar dışında hiç kisenin görmesine izin verilmeyen bir “Cinler Kitabı” var. deriden sayfaları olan bir elyazması eser bu… Vaktiyle Hürriyet iki-üç sayfasının resmini yayımlamıştı. İnsanlar içeriğini suistimal etmesinler diye kitabı kimseye göstermiyorlar. 16’ncı yüzyıldan kalma bir Osmanlı cin davetname kitabı… Bütün ayrıntılarıyla büyü yapmayı, cin çağırmayı, cinleri etki altına alıp hizmetkar gibi kullanmayı anlatıyor. Sayfalarını görseniz, oradaki cin tasvirleri karşısında nutkunuz tutulur.
Şimdi, bu kitap üzerine yeni bir “Evil Dead” öyküsü hayal edebiliyor musunuz? Üstelik Necronomicon gibi yarı gerçek-yarı masal bir kitap da değil, Beyazıt Kütüphanesi’nde aslanlar gibi duruyor…
Bence, çok taklit ve çok demode olan o eski bir kaç örnek yerine, yeni kuşağın çektiği, bu toprakların kültüründen beslenen korku sinemasına daha bir ciddi omuz atmak gerek… Dünya çapında işler çıkabilir İslam külliyatından… Yeter ki zihinlerimizi biraz daha açık ve önyargısız tutalım doğudan gelen malzemelere karşı…
Metafizik işlerden en iyi İslam bilginleri anlar ve İslam metafiziği de bu konuda gerçek bir hazinedir.
Aykırı İslam bilgini ve gizli ilimler araşıtramcısı Muhiddin-i Arabi’nin şu sözünü hatırlatayım:
“Bütün ilimleri tahsil ettim. Cin ilmini de… Fakat, o kapıdan içeri girip o gizli dünyada gezdiğimde, orada insanlık için çok tehlikeli şeyler olduğunu gördüm ve gerisin geriye çıktım.”
O yüzden, kendi adıma Hasan Karacadağ’ın çabasını çok anlamlı buluyor ve destekliyorum. “Dabbe-22 üzerine yazdığım 27 Aralık tarihli yazımda da benzer mevzulardan bahsettim.
http://yenisafak.com.tr/Sinema/?t=27.12.2009&c=17&i=231249
Bizi, korku sineması alanında dünya çapında parlatıp özgün yapacak olan hikayeler, bu topraklarda at sırtına kelebek konmuş gibi duran vampir, kurt adam ya da zombi hikayeleri değil… Çünkü bunlar Doğu folklorunda olmayan korku öğeleri… Bizim insanımız böyle öyküleri sevmiyor, zırva buluyor, dahası zombilik gibi mevzuları da doğrudan doğruya insan bedenine yapılmış bir saygısızlık olarak görüp İslami alt bilinciyle reddediyor. Çünkü bizde ölüler bile kutsaldır ve çok değerlidir. Kimse annesinin paramparça bir zombi olarak mezardan çıktığını hayal etmez bile…
Bu ülkeden doğabilecek daha başka korku malzemeleri var ki onlara daha henüz el atamadık bile…
Umarım bu dostça katkım sitede renkli bir tartışmaya vesile olur.
Sevgilerimle…
Ali Murat ağabey, Türk korku sinemasında islami ögelerin kullanılmasına hiç karşı değiliz ve hatta şiddetle destekliyoruz. Bir Asya/doğu kültürü mensupları olarak doğaüstü fenomenlerden şiddetle etkileniyoruz. Doğu mistizminin korku/fantastik sineması için inanılmaz bir hazine olduğu fikrinize yürekten katılıyorum. Gerçekten de olmaz bizde kurt adam, zombi falan… Olsa de bir şekilde eğreti durur.
Ama ne yazık ki ağabey, iş orjinalliğe gelince Karacadağ filmlerinden özellikle D@bbe’nin hiç şansı kalmıyor ne yazık ki… Sevimli Frankenştayn’ın bir Young Frankenştayn kopyası olması gibi D@bbe’de 2001 yapımı Kyoshi Kurosawa filmi Kairo’nun sekans sekans kopyasıdır. (Kairo daha sonra Amerikalılar tarafından Pulse adıyla remake yapıldı.) Özellikle korku sahnelerinde kamera açıları bile aynıdır. Buradan baktığımızda ne yazık ki Sevimli Frankenştayn D@bbe’den daha orijinal duruyor. İzlemediyseniz Kairo’yu mutlaka izlemenizi istiyorum Ali Murat Ağabey… O zaman hissiyatımı daha iyi anlayacaksınız http://www.youtube.com/watch?v=JyDf4igNJ38
Hasan Karacadağ bu etkileşimden, copy-paste’den zamanında ısrarla bahsetmedi. Ne zaman itiraf etti. Birileri “Kairo” dedikten sonra… Unutulduğu sandığı Kairo’yu birileri Pulse diye çektikten sonra… Yani çok ama çok sonra… O da tam bir itiraf değildir ya neyse…
Semum yazımız ise D@bbe’ye göre daha insaflıydı çünkü o daha derli toplu bir filmdi ama orada da din ile bilimi karşı karşıya getirmek gibi bir hataya düşülmüştü ki o noktada Hristiyan korku sinemasından ne farkı kaldı sormak gerek…?
Yani derdimiz “islami korku” ile değil Hasan Karacadağ’la… Dünyanın en iyi cin öyküsünü bir Türk ya da doğulu yönetmen çekecek buna da inanıyorum ama bu iş Karacadağ’ı aşar. İyi fikirleri olan kötü bir yönetmendir bana göre… Roger Corman’ın 3-4 günde çektiği filmler bile daha derli toplu duruyor. 3. filmini çekmesine rağmen hala müsamere tadında oyunculuklar, hala anlamsız bir olay örgüsü ve garip bir kurgu…
Hasan Karacadağ’ın kredisi ne yazık ki standart izleyici tarafında bile tükenmekte: D@bbe’nin ilk hafta seyircisi 159.000, 2. hafta 115.000 (-%24) iken D@bbe 2’nin ilk hafta seyircisi 109.000 2. hafta 66.000 (-%39)
http://boxofficeturkiye.com/karsilastirma/?karsi=21&karsiop=hafta
Destekleyelim tamam da nereye kadar be ağabey…?
bence islam-korku diye bahsettiğimiz olayı en iyi işleyen film musallat olmuştur. ama nedense dabbe kadar konuşulmamıştır.
http://www.haberturk.com/haber.asp?id=200136&cat=190&dt=2010/01/12
Dabbe 2 neyi başarıyor Türk sinemasında? Kuran-ı Kerim’den bu şekilde faydalanmaya çalışmak basit bir oyun ve ayıp olarak görüyorum ben. Dediğiniz gibi bir cin kitabından mesela çok güzel bir film kotarılabilir ama Hasan Karacadağ şimdiye kadar bunu başaracağına dair bir şey ispat edemedi. Aksine her filminde ne kadar kötü olabilir daha diye düşünmeden edemiyorum. Dabbe 2 dünya sineması için kara bir lekedir bana göre. Çok sayıda kötü film izlerim ve zevk alırım bu tarz filmlerden. Oysa Dabbe 2 kendini seyrettirmemek için uğraşıyor. Sırf İslami öğeler içeriyor diye bir film iyi de olmaz kötü de. Sırf papaz yerine hoca var diye film komik de olmaz. Ama komik oluyorsa bir sorun vardır ona bakmak gerekir.
Bir İslami korku filmi Hristiyan korkularında olduğu gibi örneğin Şeytan’ı ele alalım, yediriyorsa kurgusuna bu öğeleri övgüyü hak eder. Ama ben yaptım olduculukla da yürümez bu işler. Karacadağ’ın en büyük eksikliği benmerkezciliği, biraz daha fikirlere açık olsa belki daha iyi işler çıkarır. Şu an için Karacadağ kötü bir ses teknisyeni ve orta karar bir görsel asistan olabilir. Türk Şeytan filmi çok daha başarılı yerel olgular içermektedir, laf ettiğiniz Taylan biraderler Karacadağ’dan çok önce Sır dosyası dizisinde çok daha başarılı bir Cin senaryosuna imza atmışlardır. Ayrıca Küçük Kıyamet’in son sahnesindeki İstanbul’a bakın bir de Dabbe 2’deki İstanbul yangınına. Karacadağ Taylan biraderlere kahve servis edemez.
Osman Cavcı, “Yanlış Anlaşılmış Filmler” kitabında (ya da abuklamasında) Dilber Ay’ın Cemile’sini, 5 milyon kişinin izlediğinden bahsediyor. Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama o seks furyasının olduğu dönemlerde birçok filmin hatır sayılır bir gişe yaptığını düşünüyorum.
Bu yazıyı zaten konu üzerine enine boyuna tartışalım diye girdim siteye…O yüzden hak vermeleriniz de muhalefetiniz de başım üzerine…
Hasan Karacadağ’ın bazı Uzakdoğu filmlerinden aşırı esinlenmelerinden ben de haberdarım. Fakat, kendisine zamanla daha özgün bir çizgiye evrilmesi adına kendi çapımda avans vermeyi tercih etmekteyim.
Tekrar, ısrarla söylüyorum ki Türkiye ve özellikle de İstanbul, özgün bir Türk korku filmi geleneğinin doğması için benzersiz bir hazine… Ve bizler daha bu tarafa dönüp şöyle alıcı gözüyle bakmadık bile…
Kimseden birşey araklamaya ihtiyacımız yok. o kadar çok malzememiz var ki millet bizden araklayabilir ancak…
İki yıl önce J.J. Abrams’ın Türk devleti tarafından Ankara’ya, Kültür Bakanlığı’na davet edilip kendisine adı da “Istanbul” olan iki-üç sezonluk devasa bir fantastik film ısmarlanması teklifi yapan iki bölümlük bir yazı yazmıştım. İstanbul aslında kozmik bir savaşın merkezi ve yeraltında da yerüstü gibi iyi ve kötü varılklar arasında dehşetli bir mücadele dönüyor falan… Dünya tarihini biçimlendiren olaylar yeraltındaki büyük üslerden idare ediliyor…
Tabii, “Saat beş olsa da eve gitsek” modundaki bakanlık bürokrasisi bu yazıya sinen iyi niyeti ve vizyonu kıyısından köşesinden bile anlayamadı. Oysa, İstanbul, dünya tarihinin gizem başkenti ve Abrams gibi bir adam da bu kenti küresel ölçekte uçurabilir.
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/Default.aspx?i=11640&y=AliMuratGuven
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=11747&y=AliMuratGuven
Demem o ki bu tür projelerde yeni yaklaşımları üretecek olan adamlar yine sizlersiniz değerli dostlar… Yeşilçam’ın yorgun ve taklitçi beyinlerinden bu saatten sonra özgün fikirler gelmez. Ancak sizler korku-gerilim türüne öykülerinizle, senaryolarınızla yepyeni soluklar getirebilirsiniz.
Benim mesela, böyle 3-4 sağlam öyküm var. Milyonlarca gelecek planı arasında mümkün olursa, bunları da senaryolaştıracağım
2010’da…
Özetle demem şudur… Türkiye’deki İslam, dahası Türkiye’deki Musevilik, Türkiye’deki Hıristiyanlık bile muazzam dinsel korku öykülerinin kaynağı olabilir. Hasan, ite kaka, kıra döke kendince bir başlangıç yaptı. Onu tümden yok saymadan, fakat bu alanın Wes Craven’i olarak falan da görmeden yolumuza kararlılıkla devam edebiliriz.
Sevgiler…
arkadaşlar semum filmi ispnayada gösterilirken ben Hasan karacadağ’ın yanındaydım.Film bir defa gösterilecekken,yoğun ilgiden dolayı 3 defa üst üste gösterildi,taringa isimli dergi semum filmini son 10 yılın en başarılı fantastik filmleri listesinde 4.sıraya koydu.Filmin orada ne kadar beğenildiğine ben bile hayret ettim.Ve bunun en önemli sebebi şeytan kavramına ve şeytan çıkarma konusuna doğulu bakış açısıyla yaptığı yaklaşımdı.google’dan semum pelicula diye yazıp bulduklarınızı,ispanyolca bilen birilerine tercüme ettirirseniz filmin ispanya ve güney amerika ülkelerindeki etkisini daha iyi anlarsınız.semum’un dvd’si ispanyada,brezilyada,japonyada rekor satışlar yaptı.zira satışını bizzat ben yaptım.
Ve burada fantastik korku sineması aşığı olduğunu söyleyen arkadaşların Hasan karacadağ’ı nasıl gaddarca,kin güderek ve haset duygularıyla eleştirdiklerini görüyorum.Bu işte başka bir iş olsa gerek.beğenmemek sevmemek eleştirmek değil mesele, bu bildiğimiz kin ve nefret dugusundan başka bir şey değil.Ali Murat Güven çok iyi niyetli yaklaşmaya çalışmış ama eminim ki o da bu arkadaşların tavrından pek ümitvar değildir.
Mustafa bey güzel başlamış sonuna doğru da iyi haşlamışsınız bizi :)
Hasan Karacadağ önce D@bbe’nin nasıl da araklanmış olduğunun hesabını versin sonra biz ona yeni krediler açalım ve Türk korku sinemasının ümit veren yönetmeni olarak taçlandıralım. Bu satırları yazan kişi D@bbe gösterime girmeden haftalar önce yüzlerce kez fragmanını izlemiş ve gösterime girdiği günün ilk seansına yanında 20 arkadaşını götürüp çıkışta da onlar tarafından “Senin de, film seçiminin de..” diyerek aşağılanmış bir kişi…
Ben Türk filmlerinin hakir görülmesine aşağılanmasına alışık ve onları savunmak adına da epey argümanlar geliştirmiş bir korku sineması aşığıyım!
Ama eğer nasıl olsa kimseler çakmaz diyerek üstelik bir de İslamcı kimliği ile piyasada tanınmış olarak kamera açılarına kadar çalıp çırpıp önümüze koyarsanız biz o yemeği yemeyiz!
D@bbe’nin gösterimi öncesi D@bbe forumlarına yazdığım övgü ve ümit dolu yazılardan sonra filmi izleyip “Bu film Kairo filminin tıpkısının aynısıdır…” diye yazdığımda önce yazılarım silindi ardından tepkiler artınca forum kapatıldı.
Resim sanatını seviyoruz diye çalıntı Tablolara da aynı hoşgörüyle mi yaklaşmalıyız? Türk sinemasında “korku” daha baştan çalma çırpma ile gerçekleşecekse bırakalım olduğu yerde kalsın. Kalmasın istiyorsak da bırakın olmadığı yerde olmadığını söyleyebilelim. Öteki Sinema’nın lüksü de sivri dili olsun… Bunlar reklam ilişkileri olan ulusal medyada dile getirilemeyecek şeyler çünkü… (Türkmax’da 2 akşam önce bir sinema programında D@bbe 2 göklere çıkarılırken bir kez daha anladığım üzere…)
TV’de katıldığım bir programda (başka da katılmadım zaten :) ) Münir Özkul’un yokluğunda sinema ve tiyatro duayeni kabul edilen bir zat tarafından 70’ler erotik komedilerine karşı takındığım savunucu tavır ve bu filmlerin ahlakı yerden yere vuruldu. Üstelik bunu yapan adam o masada olan Aydemir Akbaş’la bu tarz filmlerde oynamış ve onlarcasında dublaj yapmış biriydi! Kendi geçmişini bizim üzerimizden çitiliemeye kalktı ve ben anladım ki burası çok acayip bir memleket! Orada terbiyemizden sustuk ama burası da susmadığımız yerdir. Yanlış yapan yanlışından korksun!
Bu ülkede herkesin kendinden olanı korumasını kollamasını asla anlayamadım. Ben insanlarla ilişki kurarken etiketlerini görmezden gelirim. Ama bir insan kendini “İslamcı yönetmen” olarak nitelendiriyorsa, İslamın güzel ahlakına ve öğretisine de uymak zorundadır.
Hırsızın hiç mi suçu yok Allah’ınızı severseniz!?
Ayrıca Ali Murat ağabeyi severiz, sayarız başımızın tacıdır. Onun verdiği destekden de her daim çok faydalandık… Allah razı olsun. Fark yaratmayacak kadar az şey dışında da özellikle Türk sinemasına yaklaşımımızın aynı olduğunu düşünüyoruz.
Merhaba
Ilk Türk zombi filmi kesinlikle Vahşi kandır :)
Arkadaşlar bende Süt Kardeşlerin korku komedi olduğuna hiç katılmıyorum :).. Filmi sadece komedi filmi olarak ele almakta fayda var çünkü Gülyabani filmin geneli içinde küçük bir detay bence. Sevimli frenkeştayn ise korku komedi olarak örnek verebiliriz. Gerci oda yeniden yapım ama en azından tür içine girebilir.
Ben bazı konularda çok sert olamıyorum çünkü üretim yapılmasını istiyorum, bazen ülkemizde insanlar etkilendikleri şeyleri sinemaya yansıttıkları zaman çok acımasız olduğumuzu düşünüyoruz.
Eğer adam üzerinden milyarları buluyor ve havaya giriyorsa havasını hepimiz alalım ancak etkilenen hatta birebir alanları çok acımazsızca eleştirmeyelim çünkü bir altyapımız yok. O altyapıyı oluşturana kadar da çok yol katetmemiz gerekli. O yolu katederken eleştirilerimizi yapıcı yaparak ve taklit film yapıp onu orijinal diye sunanalrın üzerinde demoklesin kılıcı gibi dururken ne olursa olsun üretim yapanlara daha hoşgörüde bulunmakta fayda var bence.
Dabbe bence zor bir deneme idi, yönetmenin geç açıklaması bence stratejik bir durumda olabilir. Çünkü film için etkilendim dese inanın 1 adam bile filme gitmezdi ve daha baştan o iş biterdi oysa öyle ya da böyle bir yol açıldı filmlere.
Bugün bence korku sinemasını seven bizlerin bu doğu/batı/anadolu mistizm üzerien inşaa edilecek bir Türk korku sinemasının çıkacağı yola destek vermek olmalı. Bnece başlangıçta ister istemez etkilenme hatta ve hatta taklitte olacaktır.
Murat’ın bir cümlesinin altına imza mı koyarım yalnız: Ama bir insan kendini “İslamcı yönetmen” olarak nitelendiriyorsa, İslamın güzel ahlakına ve öğretisine de uymak zorundadır.
Ben de sert olmak istemem Utku… Aslında sert girişilen filmleri korumak kollamak manasında Sinematik’le, Ali Murat güven’le kesişir yolumuz, dostluğumuz pekişir…
Bu yazının konusu D@bbe’de değildi ama buraya geldi işte… Bu arada ben de “Süt Kardeşler” konusunda çok iddialı değilim o yüzden zaten “o sayılmazsa Sevimli Frankenştayn…” diye ekledim :) Ama laf aramızda çocukluğumun en yaman korku figürüdür Gulyabani :)
Doğu kültürünün fantastik sinemaya katacak çok şeyi var bir zamanlar katmışta… Ali Baba’sından Bağdat Hırsızına bir sürü doğu ögesi girmiş batılıların kafasına hatta Batının ünlü Ghoul’unun kökeni bizim Gulyabani işte! Ama sonra Hollywood boss’ları kafayı öbür tarafa çevirmişler…
Bu konudaki hissiyatimi anlayın lütfen… Kimseyi kırmak, gücendirmek istemem gerçekten ama ben 2005 yılında sinemaya gerçekten ilk Türk korku filmini görmeye gitmiştim. Oh be! demiştim bitti gitti özenmeler, replikalar… Ama ne gördüm: Türk oyuncuların 4 yıl önce çevrilmiş bir Japon korkusunu müsamere etmelerini!
Bu arada kişisel ya da şahsi olarak Hasan Karacadağ’ı yerin dibine batırmak gibi bir misyonumuz da yok! Semum filmi ile ilgili yazımda şu satırlar da var:
“Semum, Küçük Kıyamet kadar önemsenecek bir film değil ama mutlaka ilgiyi hakediyor ve bence rahatlıkla şu ana kadar çekilmiş hayal gücü ve düşsel etkileşimi en güçlü fantastik Türk filmi oluyor. Keşke Karacadağ Küçük Kıyamet’e çok yakışan dingin, sakin ama tedirgin edici işleyiş yerine biraz daha 80′ler filmlerine yakın duran muzip tempoyu tercih etseymiş ve filme bilinçli bazı komedi ögeleri yerleştirseymiş… Çünkü kendini çok ciddiye alan ve neredeyse hiç espri yapılmayan bu filmdeki bazı sahnelere (bunların çoğu oyuncu performansından kaynaklanıyordu) izleyiciler oldukca güldüler. Karacadağ’la bir araya gelip gelecekteki projeleri ve filmle ilgili samimi düşüncelerini tartışmayı çok isterim. bu arada filmde Canan ile Volkan’ın kedinin ölümünün ardından konuştukları sahnede Canan’ın planlarına dikkat ederseniz çok hoş bir gönderme mevcut… Bu tür şeylere bizim filmlerimizde rastladığımızda çok seviniyorum doğrusu.”
“Kanımca Hasan Karacadağ’ın yumuşak karnı filmleri için seçtiği konular yada kullandığı dini referanslar değil ki bence bu dini referanslar filmlerinin etkisini katlarca güçlendiriyor…”
Yeri geldiğinde Sezarın hakkını sezara vermesini de biliyoruz görüldüğü üzere… Başka bir örnek: Okul’u yerdik, Küçük Kıyamet’i övdük… E ikisi de Taylan Biraderler işi! Demek ki tüm eleştirimiz yapılan işe…
Umarım burada yazılanlar Karacadağ’ın da kulağına gider… Önemser önemsemez orası ona kalmış ama övgü ve alkış desteği vermiş olamasak bile yanlışı göstermek konusunda desteklemiş oluruz. Bazen bu da çok büyük bir faydadır…
Hiç tartışmasız, türk sinema tarihinin en çok gişe yapan filmi, DERBEDER/TEMEL GÜRSU (1978) dir, ama o zaman düzenli kayıt tutulamadığı için değerlendirmeye alınamamıştır, babam bu filmi tam bir yıl oynatmış, bir arkadaşının bu filmi vizyon tarihinden tam bir yıl evet bir yıl sonra KARABORSA dan edindiği bir biletle tıklım tıklım doşu olan bir sinemada sıkış tepiş bir vaziyette izlediğini hala anlatır…
Çok iyi niyetme ve çok yumuşak bir “mood”da iken sırf aramızda güzel güzel Türk korku sineması üzerine konuşalım diye başlattığım bu sohbetin, durduk yerde “Hasan Karacadağ’ı sevenler” ve “ondan nefret edenler” noktasına gelmesi hiç hoşuma gitmedi benim… O yüzden, bu tartışmayı açtığıma bin pişman olduğumu alenen belirtiyor ve bu muhabbetten derhal çekiliyorum. Hayatımda yeterince sert kavgalar var çünkü; buraya ise arada sırada, sinemayı çok iyi bilen, gayet yumuşak başlı ve dost adamların arasına (Çınaraltı’nda dostlarla çay içmeye gider gibi) huzur bulmaya geliyordum.
Ancak, ilgili alandaki tartışmaların bu denli kan davasına dönüştüğünden tamamen habersizdim doğrusu…
Murat kardeşim benim önceki bütün girdilerimi silebilir, herhangi bir bozulmaca olmayacaktır.
Ali Murat ağabey, hiçbir iletiyi silmeyelim zaten sizin söylediklerinize değil, Mustafa Eryaman’ın yazdığı mesajın “Ve burada fantastik korku sineması aşığı olduğunu söyleyen arkadaşların Hasan karacadağ’ı nasıl gaddarca,kin güderek ve haset duygularıyla eleştirdiklerini görüyorum.” kısmınadır cevabımız… Levent arkdaşımızın mesajıyla da asıl konumuza dönmüş olalım. Site yazarlarından kimse de artık başka bir şey yazmasın da asıl derdimiz olan: Türk sinemasının asıl gişe rekortmenlerini konuşmaya devam edelim.
“İrfan gönül almaktır seferin bitmeden…” sözüne binaen yazdıklarıma kırılan gücenen kim varsa özür dilerim.
Devam arkadaşlar… :)
Mesela yazıyla ilgili şunu merak ediyorum. Haberturk internet sitesi yukarıda Hakan’ın da linklediği şekilde bu yazının haberini geçerken neden yazıya link vermek ihtiyacı hissetmez ve neden yorum kısmına yazının linkini geçtiğimiz halde yayınlamaz!?
dedim ya; Çok acayip bir memlekette yaşıyoruz! :)
Maalesef, Haburturk.com’un kendi çalışma kurallarıyla ilgili bir durum, dışarıya link verilemiyor.
Umarım “Recep İvedik 2” en fazla izlenen Türk filmi değildir çünkü film demek bile yetersiz İvedik’in ikinci bölümü için. Hiç olmamalı mı peki böyle bir film, olmalı tabii ki, ancak en fazla izlenen film olması gerçekten rahatsız edici. Bu, aslında ülkemizin espiri anlayışının dibe doğru yuvarlandığının da bir işareti olabilir, neyse, benim asıl yazmak istediğim konu bu, değil.
Korku sineması ilgi duyduğum bir alan ve ‘Türk Korku’ örneklerinin çoğunu izleme fırsatı buldum. Öncelikle, Türk Korku Sineması’nın önemli bir sorunu, öykü anlatmaktan öte, korkutmak istemesi. Komedi filmlerinde seyirciyi güldürmek için çabalamak, seyirciyi ‘hadi gül’ şeklinde yönlendirmek ne kadar rahatsız ediciyse, korku filmlerinde de seyirciyi korkutmaya çalışmak, korkuyu (korkutmayı) izleyicinin gözüne sokarak yapmak, en az o kadar rahatsız edicidir. Bu durum, seyirciyi filme odaklanmaktan çıkarır, filmi sorgulamaya götürür.
Her hikayenin bir türü vardır, her filmin de bir öyküsü. Önce öykü anlatılırsa, izleyici zaten ona kendini kaptırır, sever, güler, ağlar, nefret eder, gerilir, korkar…vb. Bırakın duyguyu izleyen yaşasın, aslında bu anlattığım; temel sinema bilgileri içinde yer alır, David Mamet’in eserlerinde, Chaplin’in yazılarında doğallığın ne kadar önemli olduğu, öğretici olmamak gerektiği, bunun izleyene aslında saygısızlık olduğundan bahsedilir. Bununla ilişkili olarak, ben korku filmi yapacağım diye de korku filmi yapılmaz, bir hayaletli ev senaryosu/öyküsü var alınır (ya da başka bir şey artık size kalmış) ona göre filme başlanır ve işte bu noktada anlatıcı yani yönetmen, onun yeteneği, devreye girer ve filmin korku mu, yoksa istenmeden yapılmış komedi mi, olacağına karar verir.
Doğal korkuyu yaratma bakımından, “Süt Kardeşler-Gulyabani” filmi -bilinçli yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın- başarılıdır. Filmin başından beri Gulyabani’nin kim olduğu bilinmez, seyircide bu, şüphe yaratır; gerilim, filmin büyük bölümünde komik sahnelere rağmen sürer; filmin hatası ise Ali Şen’in Gulyabani’nin kimliğini açıklamasıdır (keşke bu sahne hiç olmasaydı) fakat özellikle Gulyabani’nin filmin finalinde Ali Şen’e göründüğü sahne gerçekten ürkütücüdür ve o şok eden belirsizlik durumu, filmi korku türüne sokar. “Süt Kardeşler-Gulyabani” korku-komedi değildir tabii ki ama genel olarak komedi-dram-aşk-gerilim-korku beşlisini içinde taşır ve aslında komedi-korku olarak da görülebilir, bunun yanlış olduğunu düşünmüyorum.
Korkunun alt türleri aşağı yukarı bellidir, içeriğine göre vampir filmleri, zombi filmleri falan bilirsiniz zaten bundan şu yüzden bahsediyorum: Yeni bir alt tür oluşturulabileceğini (Karacadağ’ın söylediği gibi ‘Türk-İslam’ şeklinde) mümkün görmüyorum : http://www.cuebon.com/ewriters/Hsubgenres.html . Biz bir hayalet öyküsü anlatırsak İslami değerlerden faydalansak da bu, hayalet öyküsüdür ya da şeytan aynı şeytandır, bizim anlatışımız farklı olabilir ancak bu durum, yeni bir alt-tür ortaya çıkarmaz.
Ayrıca Aleister Crowley: “Goetia varlıkları insan beyninin bölümleridir” der ve aslında burada insanın kendi içsel hazinesinin ne kadar derin olduğuna gönderme yapar: http://www.hermetics.org/maji.html Biz kütüphanede hiç cin kitapları karıştırmadan da, okültizmle ilgili yazılar okuyarak ve temel İslam bilgisiyle de filmler yapabiliriz; önemli olan, ‘yaratmak’tır. Bu çok önemli, çünkü biz ‘yaratıcılık’ konusunda gerçekten sorunlu bir ülkeyiz.
Özetle; -biraz karışıkda olsa- bunları neden yazdım? Aslında ben de cevap yazayım da, egom tatmin olsun diye değil, asla. Türk sineması için ümitvar bir sinemaseverim fakat şu var ki, Türk Korku Sineması çok temel konularda sorunlar yaşıyor (bu açıdan “Küçük Kıyamet” ve “Musallat” filmlerini başarılı buldum, yalnız her ikisinin de korku türü içinde değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum). Bir temel sorun da Türk Sineması’nın aslında kendisinde var. Devletin vergiyi azaltıp, film şirketleri kurmaları için insanları teşvik etmesi gerekiyor (hatta gerekirse bu konuda yabancı yatırım bile olabilir örn; Japon bir film şirketi), eğer ticari bir hareketlilik sağlanırsa, film şirketlerinin artışıyla beraber, film sayısı da artar, bu artışın korku türüne de olumlu yansıyacağını düşünüyorum. Çoğunlukla, düşük bütçeli başarılı korku-gerilim filmleri yapan bir film şirketinin, Türk Sineması’na çok şey kazandıracağına inanıyorum. Saygılar.
Facebookta yazmıştım burayada ekliyim:
Bence yukarıdaki gişe konusunda yılmaz Güney ve Cüneyt Arkının filmleri atlanmış… bence hepsi ivedike 5-10 fark atmıştır.
xebdor güzel yazmışsınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum korkutmadan önce bir öykü bulmak lazım. Öykünün gerilimi yoksa işte bizdeki gibi en basit korku oyunlarına giriliyor ve birileri de bu oyunlara gelmediğimizi söyleyince bizi kin ve nefret kusmakla suçlayabiliyor. İnsanoğlu çok acaip gerçekten.
Sene 1979, 6-7 yaşlarındayım ve Samsun Zafer sinemasının fuayesinde teyze kızı ile 4 tekerlekli bisikletlerimize biniyoruz. Sinemanın müdürü eniştem… Arada da şımarıklık yapıp büfeden kola falan kapıp filme girip çıkıyoruz. Oynayan film Tosun Paşa… İlk gösterildiği yıl 1976, yani film 3 yıl sonra tekrar gelmiş ve balkonlu, localı kocaman salonda öğle matinesinde yer yok! Kesinlikle bir kaç hafta oynamıştı diye hatırlıyorum. Ali Murat abinin bahsettiği 2. vizyon’u açıklayabilmek adına güzel bir anımdır. :)
Korku sinemasının yapısı ile Türk kimliği ve kültürü arasında bir çelişki var. Ne bileyim arkadaş, uzaylı görsek taşlarız öyle enteresan bir ırkız. Bu yüzden fantastik mevzular bizim üzerimize emanet gibi duruyor. Bilmiyorum tam anlatamadım sanırım ama, dram konusunda çok başarılıyız ama Türk yapımı korku filmlerinin korkudan başka her b.ka benzediğini ancak bu biçimde açıklayabilirim.
Fazlaca yazılmış – çizilmiş ben burayı hortlatayım bari…Efendime söyleyeyim her şeyden evvel Hasan Karacadağ’ın bir zamanlar gerçekten de korku sinemamızı hortlatacağına inanan onlarca talihsiz sinemaseverden biri de bendim. Neden mi umutlandım? Bir defa laylaylom sinema anlayışından vaz geçemediğimi bir ülke sinemasında o kadanlık görüntülerle çok cüzi bir meblağ ile hayata geçirdiği filmi vizyona sokabilmiş olmasıdır bu sebep. Emekleme kısmını bir türlü aşamamış bir ülkede işin icraat tarafının -belki- bir kımıldanmaya vesile olabileceğini düşündüm
Ardından Kairo’yu keşfettik. Sahne sahne araklanmış bir filmi yediğimizi anladık! Keriz yerine konulduğumuz için hem kendimize hem de yönetmene kızdık. ama bazı arkadaşlar kairo’nun Hollywood versiyonu olan Pulse için “Vay be bu film Dabbe’den esinlenmiş” diyecek kadar saf ve temiz(!) diler!
Şimdi daha ilk filmini yönetmiş bir ismi öyle yerden yere vurmak kesinlikle haddime değildir. Bekleyip görelim dedik. Sonra Semum çıktı karşımıza! AMAN YARABBİ! Yahu sen kalkıp Türkiye’nin ilk yaratık filmi diye (yazıda geçen ilk olma sorunsalı!) karşımıza Iron Maiden’ın Ed’ini çıkartıyorsun! Sonra islami korkudan bahsediyorsun! Tamam islami motiflerden fantastik bir çıkarım yapmak iyi bir fikir (bu da iyi fikir kötü işleyiş sorunsalı) ama İmam ile Semum arasındaki o kapışma sahnesi ne ola ki? Hani ciddi ciddi “sanırım bir korku parodisi yapılmaya çalışılıyor” diye düşünerek kendimi diri tutmaya çalıştım ama yok! yemedi! Ciddi ciddi bir şeyler bekliyordum ve kelimenin tam anlamıyla şoka uğradım! Gerçekten filmde korkan İspanyol arkadaşların ruh halini de merak ettim şimdi!
Peki bunlar benim Hasan Karacadağ’a olan inancı mı yıktı mı? Lanet olsun ki hayır! “Bu sefer olmuştur” diyerek salona koşturduğum Dabbe 2 sağolsun! Semum’u bile mumla aradım! Hani forumlarda film eleştiren ergenlerin beylik bir klişesi vardır ya : “Bana verseler daha iyisini çekerim!” diye…Sanırım sinema tarihinde bu tepkiye Dabbe 2 kadar maruz kalmış çok az film vardır. Ciddi söylüyorum hayatımda çok az filmde bu kadar sinir krizine girmişimdir.
Türk folklorunde yine çok fazla malzeme var. Mesela şu Karadedeler Olayı, aslında tamamen Türk folklorünün , batıdaki found footage modeli ile evlenmiş halidir. Filmin başarısını vizyona girdikten sonra tartışırız ama bizim korku kültürümüzde kırsal bölgelerdeki halk hikayelerinin yerini görmezden gelmek yanlış olur. İlla islami korku modeli olmak zorunda değil! İslam öncesinde de bu topraklar akıl uçuklatan halk hikayelerine sahiptir. Mesela TORBALI var ki, uzun süredir üzerine hikaye yazmaya uğraştığım ve bir gün birinin beyazperde de el atmasını beklediğim bir karakterdir :D