2002’de Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak ile Antalya Altın Portakal’da büyük ödülü almasının ardından festivallerden kovulan gişe / seyirci filmlerinin yerlerini doldurmak sinemamızın nicelik açısından yükselişine denk gelen bir döneme rastladığından çok da sıkıntı olmadı.
Gişe filmlerinin biletlerinden kesilerek destek fonlarına aktarılan nemalardan faydalanan ve kendisini sadece festival seyircilerine karşı sorumlu hisseden yeni eğilimin reçetesini ise N. Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz gibi sinemacılar sağladı diyebiliriz. Bu isimlerin hepsi yetenekliydiler ve hayran bırakacak işlere imza attılar şüphesiz ama onları takip eden kalabalık için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Hevesli ama çoğunlukla yeteneksiz sinemacıların kendi kafalarından başka yerde çekemeyecekleri pek çok hikaye gerçekten de peliküle aktarılarak en azından festivallerde seyirci karşısına çıkmayı başardı.
İş iyice formüle oturduğunda ise bir “festival filmleri” sektörü oluştuğunu iddia etmek bile mümkün. Bu yeni dalganın başlarda ben dahil herkesi heyecanlandırdığı da ortada. Ama sanki bir yerlerde bir şeyler yanlış anlaşılmış olacak ki, festivaller ve “ilk” filmler arasındaki aşk an itibariyle vıcık vıcık bir hal almış durumda… Bu yıl yaşanan bazı hadiselerden sonra festivallerin artık yarışan filmlerin çoğunluğunun “ilk” olması ile övünebileceğini sanmıyorum. En azından öyle olmalı…
Öncelikle, ya fonlardan para almak kolaylaştı ya da birileri bu işin olurunu keşfetti. Mesele film çekmekten, festival için film çekmeye doğru hızla evrilmekte… Bağımsız sinemacıların fonlar üzerinden yeni bir bağımlılığa kancalanarak neredeyse devletin güncel propaganda aracı haline geldikleri de ortada… Sözümona “cesur” sinemacılar 30 yıl önce kaybolmuş gölgelerle savaşmaya pek hevesliler.
Öte yandan Türk sinemasının kurtarıcıları gibi ön cepheye sürülen ve festival jürileri tarafından sinemayı desteklemek adına hepten şımartılan bir sürü yeni yönetmenin aslında pek bir numarası olmadığı da ortaya çıktı. Yıllardan beri devam eden ve iyice taklide düşen bir “durumu biçimle idare etme” merakı var ve bu alanda sıkıntı verici bir aynılaşma yaşanmakta. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadoluda’sını seyrettiğimde ve Tarantino filmlerindeki kadar geveze karakterleri göründüğümde o kadar sevindim ki! İçimden, “bakalım taklitçi sürü şimdi ne yapacak?” diye düşünmeden de edemedim. Yeni Türk sinemasının yüzakı sinemacılar dediğimizde hala 10 yıl öncesinden gelen isimleri saymamız, bu üretim bolluğuna rağmen yanlarına pek kimsenin eklenememesi epey sahte bir balo tertiplendiğinin ispatı gibi…
Festivallerin acemilere geçtiği açık torpilin farkında olan ustalar ise festivallerden usulca uzaklaşmanın telaşı içindeler… Nuri Bilge Ceylan’ın Adana’da Bir Zamanlar Anadolu’da filmini yarıştırmaması tevazudan çok, bir mezunun hazırlık sınıfı öğrencileri ile takılmak istememesi olarak algılanmalı. Keza Altın Portakal’da ısrarla görülmeyen Nar filminin ve yönetmeni Ümit Ünal’ın başına gelenler son filmini çeken Zeki Demirkubuz’u “iyi ki katılmamışım, ne işim var!” dedirtecek kadar tuhaftı. Açıkca yazayım; bu sene izlediğim, ödüllere boğulmuş bazı “festival filmleri”nin yönetmenleri Ünal’ın setinde çay bile taşıyacak kadar bile sinemacı değiller! Tabi burada başka etkiler de var. Ümit ünal çok iyi bir sinemacı, gerçek bir hikaye anlatıcısı olmasına rağmen “kutsal eleştirmenler birliği” tarafından kutsanmamıştır. Arada gişe sinemasını da denediği için olsa gerek Ünal’a karşı mesafelidir bu kadimler… Belki de bu yüzden, onun gerçek bağımsızlığını takdir etmek yerine yok saymayı tercih edeceklerdir ve ettiler de. Bu “ruhban sınıfı”nın Türk sinemasındaki etkisi sanıldığından daha fazladır. Bir zamanlar göklere çıkartılan Semih Kaplanoğlu’nun geçen yılın Altın portakal’ında Emir Kusturica’yı protesto ederek filmini geri çektikten sonra başına gelenleri hatırlayın. Siyad ödüllerinde esamesi bile okunmadı o yere göğe sığdırılamayan Bal’ın.
Konuyu toparlarsak; Altın koza bir şaşırma, Altın portakal ise bir panik yaşattı Türk sinemasını yapanlara / takip edenlere / ödüllendirenlere… Öğrenci festivallerinde ön jüriden geçemeyecek filmler majör festivallerde yarışıyor, üstüne bir de ödül alıyorken usta sinemacılar güvendikleri işlerle elleri boş ya da nezaketen verilmiş ödüllerle dönüyorlar. Değerlendirme ve ödüllendirme kıstasları iyice gizeme bürünmüş ve kimsenin açıklayamadığı yerlere savrulmuş durumda… Hal böyleyken festivallerde yetkin işleri izlemeyi unutun. Kimse yıllarını verdiği meslekte, özene bezene yaptığı bir filmi, bir müsvedde ile yarıştırmak istemez. 2011, ustaların korktuğu, küstüğü yıl olacaktır. Sinema hevesle yapılan bir iş ama hevesten başka bir şeylerinizin olması da lazım. Ölçen, biçen acımasız jürilere ihtiyacımız var ve festivallerin “ilk” filmleri olması gerektiği gibi kendi aralarında yarıştırmaktan başka çaresi yok gibi görünüyor. Festivaller sinemanın yüzakı işlerinin değerlendirildiği yerler olmaktan çıkar ve acemilerin atış alanına dönüşürse hepten anlamsızlaşacaktır. Belki acımasız ama ortalığın yeteneksiz Nuri Bilge Ceylan taklitlerine kalmaması için gerekli olan bu!
Not: Yıllar boyunca pek çok zımba gibi “ilk” film izledik şüphesiz. Geçen yılın Portakal fatihi Çoğunluk filmi gibi… Ama ne derler bilirsiniz; istisnalar kaideyi bozmaz…
Bir süredir ötekisinema olarak bakanlıktan bütçe alan bağımsız ilk filmler ve festival filmleri üstüne gidiyorsunuz. ilk filmlerin bir çoğunda gözlenen acemilikler ve olmamışlıklar konusunda haklı olmakla bilikte sanki bu çekilen filmler türk sinemasının önünde bir engelmiş gibi bir sonuca varmış olmanız çok anlamlı değil. festivaller de kapitalist sistem içindeki tüm urum ve oluşumlar gibi kendi pazarını yaratır bu pazara ürün yaratacak olan işçileri destekler bu kısır döngü dünyanın her yerinde vardır. nuri bilge ceylan çok yetenekli olduğundan değil çektiği filmlerin dünyada pazarı oluşuş olmasından dolayı el üstüne tutulur. bu basit gerçeği derviş zaim gibi yerel motifleri ustalıkla işleyen bir sinemacının nasılda görmezden gelindiğine bakarak anlayabilirsiniz. avrupalı bakışı ile 5 para etmez zaim’in filmleri çünkü görmek istedikleri kalıpları bulamazlar kendisinde, semih kaplanoğlu bal isimli filmi ile ödül alır çünkü batılı yüzyıllar önce kaybettiği, nostalji ile baktığı mistisizme ihtiyaç duymaktadır, filmide kendisinide el üstüne çıkarır. bu basit bir pazar meselesi, iyi sinema yapan ödül alır diye bir şey yok. nietzsche ne demişti, kaybedenlerin haksız olduğunu kim söyledi. haliyle nuri bilge gibi avrupalının kurtulamadığı koloniyel düşüncenin hizmetkarı bir sinemacı ya da lumpen proleterliği kutasayan zeki demirkubuz gibi sinemacıların örnek olduğu insanlarında ürettikleri ortada. tabi öte yandan gişe filmleri diye yapılan maskarılıkların da savunulacak hiç bir yanları yok, hakim ideolojinin tüm aparatlarının yeniden ve yeniden üretildiği ideoloji fabrikaları hepsi. bırakın da iyi kötü alternatif bir sinema da oluşsun, her film ile birlikte aman halktan kopuldu, halkın beğenilerine geri dönelim diye serzenişlere girmeyelim. halk yeterince uyutuluyor zaten fazlasına gerek yok.
“bakanlıktan bütçe alan bağımsız filmler…” gibi cümlelerle özetlenebilen bir sinemanın üzerine gitmek gerekmez mi zaten? Merak edip fon desteği alamayan projelere de bir göz atmak lazım aslında… devlet propagandasına akredite, neredeyse iliştirilmiş bir sinemacılık yaparak “bağımsız” olduğunu iddia etmek bir illüzyondan fazlası değil. Üstelik de son derece acemice yapılan bu numaraları ben kendi adımda görmekten çok sıkıldım ve ortaya bu yazı çıktı. Bir sonraki yazı, değişmeyen festival ön jürileri, hep aynı isimlerden oluşan festival danışmanları üzerine olacak. Ortada zekice kurulmuş, sinemamıza zarar veren ama bazılarını mutlu eden bir sacayak var ve bunun üzerine de ancak bağımsız bir sinema yazarı gidebiliyor.
“bakanlıktan bütçe alan bağımsız filmler…” gibi cümlelerle özetlenebilen bir sinemanın üzerine gitmek gerekmez mi zaten?
Her zaman olduğu gibi kökene gitmek lazım, “bağımsız” denen kavramdan ne anlıyoruz? kapitalist üretim ilişkileri içinde ki, içinde yaşadığımız dönemin post-fordist geç kapitalist bir dönem olduğunu göz önünde bulundurarak her türlü üretim ilişkisinin katı olan her şeyi buharlaştırdığı ve buharlaştırmakta olduğu pre-kapitalist aidiyet ilişkileri ve geleneklerin eridği modernite içinde, tüm bunların üstünde Kant ile başlayan salt fikirlerin değerli kılınması ve eleştirilebilir olması için kurumlaşması gerekliliğide eklenenince içinde yaşanılan zaman dilimi içinde bağımsızdan ne anladığımızı, bağımsız derken kimin kimden ve neden bağımsız olduğunu analiz etmemiz gerekliliği çıkmaktadır. bireyin toplumsal üretim içine girdiği yani kısacası çocukluk evresine tekabül eden dönemden sonra dahi bağımsız olduğunu iddia edebilmek zorlaşmaktadır. kaldıki sinema gibi sermaye ve emek yoğun bir üretim gerektiren bir alanda bu bağımsız etiketi iyice sırıtmaktadır. evdeki bulduğu boş kasetlere garajda duran kamerası ile bütçesiz film çeken bir kişi dahi bu ilişkilerin dışında değildir ve bağımsız olduğu iddia edilirken iki kere düşünülmelidir. o yüzden her ne kadar kültür bakanlığı destekli bağımsız film etiketi oksimoron bir tanım gibi gözüksede aslında kimsenin hiçbir şeyden bağımsız olmadığı günümüz şartlarında herhangi bir bağımsız etiketli üreticiden çok farkı yoktur. devlet gibi ideolojinin en hasının üretildiği ve kitlelerin hayatını etkileyen dev bir mekanizmanın kontrol ettiği bir fondan yararlanan bir sinema ürününü eleştiriye diğer “bağımsız” muadillerine göre biraz daha açık olduğuna ise katılıyorum ama bu genede asıl gerçeği görmemizi engellememeli.
Sevgili Prometheus, meseleyi entelektüel bir düzeyde tartışma çabanı anlıyorum. Çok da güzel götürebiliriz böyle fakat… Sadi Çilingir ağabeyim bu cümleyi kurmama kızar (hava atmak gibi algılanıyor çünkü)ama bu memlekette yapılan tüm film festivallerine akredite bir sinema yazarıyım. Festivallere gide gele tanımadığımız yapımcı, senarist, oyuncu kalmadı.Sektördeki herkesin gerçek niyetini isim isim sayabilirim, ön jüri, jüri, yapımcı ahbaplıklarından bahsedebilirim. Ama bunlar daha acıklı zamanların yazıları olacaktır.
Bu süreçte “festival filmi” çekmenin, sanat için üretmekten çok ticari bir amaca hizmet etmeye başladığını, kendi içinde bir yozlaşma yaşadığına şahit oluyorum. Bunlar daha kapsamlı başka bir yazının konusu olacak şeyler, o yüzden buradan çok açık etmek istemiyorum. Sadece Kültür bakanlığından son iki yılda destek alamayan projelere, destek aldığı halde vizyona çıkmayan filmlere bir göz at. Dediğim gibi şu an bize “sanat sineması” etiketiyle ittirilen şey Kültür bakanlığı (devlet), yapımcı ve festival sacayağından oluşan propagandist bir ilüzyondan başka bir şey değil… Bir de bunlar “bağımsız sinema” etiketiyle pazarlanınca değmeyin keyfimize oluyor tabi.
Tüm bunları da, kimse kusura bakmasın, yazacağız elbette! “Öteki”liğimiz isimden mevcut değil… Teşekkürler.
önjüri, juri ve filmlerin yapım ekibi arasındaki alışverişler uzun süredir sektördeki çoğu kimseye malum. bunun da tek bir sebebi var, daha önce sizin entellektüel bir zeminde tartışmak dediğiniz yaklaşımımın aslında tam olarak nedeni bu ilişkilerin gerekçelerini açık etmek içindi. son yıllarda festivaller de sektörde üretici konumunda olan yada bu konuma oynayan kişilerin iktidar savaşının arenası oldu. sizin festival filmi çekmenin, sanat için üretmekten çok ticari bir amaca hizmet etmeye başlaması saptamanız zaten benimde bahsettiğim şey tam olarak. bu düzen içinde her şey olduğu gibi bu filmlerde metsalaşıyor, pazara sürülüyor ve bu sebeple bir tüccarın yapacağı gibi içeriden adam bulmalar, nufuzlu kişileri araya sokmalar binbir türlü dalavere tüm alana siniyor. asıl tartışılması gereken malumun ilanından çok bu sorunun nasıl ve hangi koşullar ile aşılabilceğidir. şu an iyi iş görmek için kısa filmlere bakmak lazım, uzun metraj kirleneli ve bu ilişkiler içinde kaybolalı baya bir zaman oldu.
Hemen hemen birbirine komşu olan sıkıntılardan bahsetmişsiniz biraz da üzerine limon sıkalım ve ne yapımcıların ne de pek çok sinema yazarının gerçekten ciddiye almadığı -belki de alamadığı- seyircilere doğru şöyle bir optik kaydırma yapalım…
Naçizane fikrim yukarıda emsal gösterilen filmlerin Türk sinemasının önünde prometheus’un bahsettiğinin aksine kocaman birer engel! Elbette genç sinemacıların desteklenmesi, yüreklendirilmesi ve ödüllendirilmesi bir noktaya kadar yaptırım gücü olan teşvikler, gel gelelim sinemasal icraatlar iyiden iyiye kişiselleşiyor, fanusları kendine sınır belleyip kapağı kapatıyor! Tabi ki bir kimsenin sanatsal çabalarını kategorize edebilmek gibi bir lüksümüz yok! Ama halkın katılımını eleştiren taraflar biraz da sundukları seçkiye göz atmasını bilmeliler! Bir defa Türk Filmi denildiği anda salondan koşarak uzaklaşan, geçmişte “ergen enerjisi var bu heriflere bu filmler ağır gelir” diye eleştirdiğim adamların durumuna düşer oldum.
İnsanlar NBC’ye yönelmenin derdine düştü ama onun ördüğü duvarın üzerine bir kat çıkma zahmetine girmeden, bir parça sıva çekmeden…Ortada çoğu zaman ciddiye alınabilecek bir hikaye bile yok! Akla gelen en ufak fikri filme çekme hastalığı baş gösteriyor adeta! Yani düşünün filmin kurgusuna, oyunculuklarına, işleyişine falan sıra gelmiyor! 5 insanın hayatını hava gazı ile suratımıza sıvayan bir film, en iyi film dahil olmak üzere bilmem kaç ödül alabiliyor…
Bu gün arkadaş çevresinde yine bu konuyu tartışırken şöyle bir benzetme yaptım, ne kadar yakışık alır bilmiyorum ama hoşuma gitmedi dersem yalan olur! Yeni Türk sineması, bünyenin serpilmesi için sebzeyle meyveyle vakit kaybetmek yerine, fast food sırasında buhar soluyan ve meseleden meseleye atlayıp her konuyu çiğneyip yutmaya çalıştıkça da obezleşen bir müessese haline geldi. Yılda bilmemkaç film çekiyor olmamızla övünenler bile var! Bir de sorunun argoya kaçan bahanelerinden biri de izlemeden, okumadan film yapılabileceği iddiası! Artık -çok afedersiniz- başı kıçı belli bir film arayışında bile değilim, sadece bir, bilemeden iki üç tane “an” bile moralimi düzeltebilir ama kısıtlı, az…
Denge deseniz zaten yok! Ya tamamen kişisel ve minimalist olduğunu iddia eden denemeler (ki minimalizme karşı olduğum düşünülmesin, grafik sanatlar da dahil olmak üzere, sanatın ve eğlencenin pek çok dalında sonuna kadar taraftarı olduğum bir yaklaşımdır fakat bizim minimalist olarak bahsettiğimiz ürünler zaten minimalist falan değil!) ya da toplumsal meselelerin her birini şöyle iki avucunun alabildiği kadar doldurup, olduğu gibi izleyicinin suratına boca etmeye çalışan filmler var! Eğlence sineması deseniz dizi estetiğini aştı, herhangi bir dizi bölümünü aratmaz oldu!
Son tahlilde bildiğimiz düzen, işleyiş vs konusu da zaten üzerinde tartışılamayacak kadar aleni. evet! Ne yazık ki birilerinin istediği ve direttiği şeyleri izlemek zorunda kalıyoruz. Bir süre sonra biz de obezleşiyoruz, e bizdeki de mide, bir noktadan sonra da dayanamayıp sosyal medyaya kusuveriyoruz ki bu da zaten en başta Türk sinemasından bir şeyler bekleyen bizlerin en doğal hakkı diye düşünüyorum…sevgi ve saygılarımla…
Biraz da meseleye izleyici açısından bakalım. Gerçi Fatih bey izleyici namına vaziyeti özetlemiş. Ki katılıyorum. Türk filmi diye düşündüğünüzde, temel düzeyde dahi bütünlü senaryodan yoksun görsel eğlenti anlıyor izleyici. En bütünlüklü senaryo dahi peş peşe eklenmiş skeçlerden oluşuyor. Yani insan izlerken bunları; “ya bir meteor ya da zombi istilası olsun. Olmadı uzaylılar asıl kıza tecavüz falan etsin” diye içten içe dua eder oldu izleyiciler. uzaylı ya da zombi çok harika olduğundan değil, bütünlüksüz senaryo içinde bunların aniden belirip kaybolmasını yadırgamak şöyle dursun keyif alacağımızı düşünüyorum. Tepkisizmiyiz, evet, daha genç olanlarımız için sinema zaten patlamış mısır yenip kola içilirken arada bakılan görüntülerden ibaret. Biraz sinema zevkine sahip olan da zaten asgari dvd player alması iktiza ettiğini fark eden insanlar. Bu noktada seyircilerden bir hareket beklemeyin :)
Öteki’yi epeydir takip ediyorum. Sinemaya gönülden baktıkları için yapılmayan eleştirileri ilk elden yaptıklarının farkındayım. Bu makalede bunun tezahürü. Bazen böyle çıkışmanın öteki yazarlarına zarar vermesinden bile korkuyorum. Çünkü pek çok defa değinildiği gibi bir oligark düzeni var.
Sinema da diğer sanatlar gibi bir kısım araçlarla dert anlatma ya da “günümüzdeki” anlamı ile eğlendirme, aracı. Böyle icra edilen sanat dalı olduğu için, biçimleri formları ekolleri var. Haliyle o ekollerin bakış, ele alış formları var ki olmalı. Tür vs dediğimiz olgu da buradan hasıl. lakin anladığım kadarı ile, bu devlet destekli festivaller, yapay bir tür, yapay bir formal düzen dayatıyor. Yapay formel yapının ürünlerinin marjinal katsının bırakın “0” olmayı, negatif değerlerde seyretmesi asıl problem anladığım kadarıyla. o kadar negatif ki, göktaşı umuduyla romantik komedi izlemeye çalışan bir izleyici kitlesi oluşmakta. Alıcı pazar bazında ele aldığımızda da; alan memnun satan memnun denemez. Bir çeşit kendi kendini tekrar üreten ve kendi üretimini tüketmeyen bir organizma gibi, yani çöp üretip negatif dışsallık olası üretimin önüne geçen bir organizma gibi bunların türünü devam ettirmesi sorunu özetliyor.
Bağışlayın, yalnızca izleyiciyim haliyle. “the moon” minimal diyeceğimiz bir anlatımın parçası değil mi? Bence öyle, yani minimal olmak hikayeden ve genel sinemasal gereklerden yoksun olmayı gerektirmiyor sanırsam. Güzel ve cesur :) bir makale.
Teşekkürler Ns,
Ben de minimalist anlatıma karşı falan değilim elbette… Yeter ki anlatacak şeyiniz olsun. Derdim, bu işin ülkemizde iyice formülize edilip bir tür ticarete alet edildiğini anlatmaktı. Eğer o kısmı izah edebildiysem ne mutlu…
Bu arada cesaretimizden ya da cevvalliğimizden ötürü cezalandırılmaya da alıştık diyebilirim. En kötüsü derneklerine almazlar… Zaten almadılar! Kal muhabbetle.
Yazıda sıkça vurgulanan suistimal durumu elbette eleştirilmeli ancak bunu yaparken de sinemacıları küstürmemek gerekir hiçbir sinema heveslisi ya da amatör sinemacı hiçbir jürinin yapımcının eleştirmenin baba-oğul düzeyinde yakını değil ancak ortamın ticari sinemaya ve bununla birlikte insanı esasında hedef tahtasına çakan kara bir propagandaya bırakılmaması bir sorumluluk ha bu elbette pohpohlanan-pışpışlanan bir ilk bağımsız film anlayışla da gerçekleşmeyecektir.