Yönetmenliğini ve senaristliğini Önder Esmer’in, yapımcılığını ise Matthias Kyska’nın yaptığı Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar (2023), Türk Sinemateki’ni ve kurucularından Onat Kutlar’ı anlatan bir belgesel. Belgeselde görüşlerine ve tanıklıklarına başvurulanlar arasında Cevat Çapan, Hülya Uçansu, Aydın Sayman, Burçak Evren, Onat Kutlar, Seza Kutlar Aksoy, Rekin Teksoy, Vecdi Sayar, Ömer Pekmez, Jak Şalom, Atilla Dorsay, Adnan Özyalçıner, Mustafa Göçmen, Filiz Kutlar, Ali Özgentürk, Nijat Özön, Ahmet Soner ve Giovanni Scognamillo gibi kimileri bugün aramızda olmayan birbirinden değerli isimler var. Arşiv görüntüleriyle ve eski röportajlarla desteklenen çalışmada ortaya derli toplu bir belgesel çıkmış. Belgesel bittiğinde ülkemizdeki sinema kültürünün oluşmasında müthiş bir katkısı olan Türk Sinemateki hakkında genel bir fikir edinmiş oluyorsunuz, ha keza derneğe en çok emek veren isimlerden biri, belki de birincisi olan yazar, şair, çevirmen, eleştirmen, senarist ve aktivist Onat Kutlar hakkında da… Ben tabii bu konuları çeşitli kaynaklardan okumuş, araştırmış hatta zamanında Scognamillo ve Özön’den görüş almış biri olarak daha önce duymadığım bir şey duydum mu, emin değilim. Ama bu konuyu merak eden biri için MUBI’de gösterime giren Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri belgeseli iyi bir kaynak.
Önce belgeselin beğendiğim yönlerinden bahsedeyim. Belgesel, Sinematek’in karşı karşıya kaldığı iki önemli sorunu da tartışmaktan kaçınmıyor. “1960-71 Döneminin Türk Sinema Yazarlarınca Yorumlanması, Türk Sinematek Derneği’nin Yapısal Dökümü ve Onat Kutlar’ın Sinemada Değişim Çizgisi” adlı bir yüksek lisans tezi de yazmış olan Önder Esmer hem alt yazı sorununa hem de Yeşilçam sinemacılarıyla yapılan kavgaya yeterince zaman ayırmasını biliyor.
İlk okuduğumda çok şaşırmıştım, eminim siz de şaşıracaksınız, Türk Sinematek Derneği’nde gösterilen filmlerin hemen hemen hiçbirinde alt yazı yokmuş. Evet, tamamına yakını orijinal dilinde ve alt yazısız gösterilmiş. Şimdi bu sıkı bir aksiyon filmi olsa ya da Hitchcock veya Fellini gibi neredeyse tümüyle resimle derdini anlatabilen yönetmenlerin filmleri olsa neyse de Polonya, Çekoslovakya, Küba, Sovyet sineması, Japon sineması, Afrika sineması filmlerinden bahsediyoruz, üstelik bunların çoğu dram türünde filmler. Filmler için Sinematek’teki gösterim öncesinde bir sayfalık özetler veriliyormuş, bazen biri film akarken bildiği dilde spontane çeviri yapmaya çalışıyormuş, bazen filmden önce biri filmi anlatıyormuş, bazen de filmden sonra… Aslında bunun sağlıklı bir film izleme metodu olmadığı gün gibi aşikâr, hatta çekinmeden söyleyelim bugün geriye dönüp baktığımızda rezilce bir sinema deneyimi bu. Ama tabii ülkede bu filmleri görmenin başka bir yolu olmadığı için filmlere âdeta akın ediliyormuş. Sansür meselesi yüzünden kendileri bazı sansürler uyguladıklarını belgeselden de öğreniyoruz. Ama tabii bir filmi izlemeyi çok istiyorsanız bu garip durumun bir sorun teşkil etmediğini söylememiz lazım. Ben vaktizamanında (2002-2005 yılları arasında) anormal sayıda Avrupa westernini hiç bilmediğim dillerde (İtalyanca, İspanyolca) izlemiş biri olarak bu konuda Sinematek’e taş atacak son insanım. Hiç yoktan iyidir. Belgesel, Türk Sinemateki’nin bu korkunç zaafını es geçmiyor, bizzat Sinematek kurucularından ve üyelerinden gelen özeleştirileri paylaşıyor, bunu sevdim. Tarihimizi bilelim, bu insanlar bu koşullarda film izlemiş.
İkinci beğendiğim konu, Halit Refiğ’in “Ulusal Sinema Kavgası” diye adlandırdığı büyük çatışmayı (adını bu şekilde anmasa da) ele alması oldu. Belgesel müspet ve menfi görüşleri bir arada veriyor. Şimdi tabii, bu meseleyi ilk kez duyanlar açısından garip gelebilir ama Sinematek’in kuruluşundan kısa bir süre sonra sinema camiasında müthiş bir kutuplaşma ortaya çıktı. Ben 15 yıl kadar önce kitabımı yazdığım sıralarda Atatürk Kitaplığı’nda 1950’lerin ikinci yarısından 1970’lerin sonuna kadar olan sinema eleştirilerinin çoğunu arşivlerden okuma fırsatı elde etmiştim. Eğri oturalım, doğru konuşalım, Sinematek kanadına mensup eleştirmenlerin çoğunun Türk Sineması’na nefretle baktıkları bir gerçektir. Yazıları arşivdedir. Bugün Türk filmlerinden tiksinti duyduklarını belli eden o yazılardan hiçbirinin gurur duymadığına, hayatlarını kaybedenlerin de bu konuda pişman gittiklerine eminim. Metin Erksan, Halit Refiğ ve Sami Şekeroğlu’nun başını çektiği kanadın dertlerinden biri buydu. Bu iki grubun diyaloğu kesmesi, ardından bir nevi düşman hâline gelmeleri sinema camiası açısından çok kötü oldu. Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri bu büyük yarılmaya da zaman ayırmayı ihmal etmiyor. Özellikle Teksoy, Evren, Dorsay, Çapan ve Scognamillo belli açılardan durumu aydınlatıyorlar.
Belgesel, Türk Sinematek Derneği’nin ülkemizdeki sinema kültürünün oluşmasındaki katkısının altını iyi çiziyor. Özellikle Burçak Evren’in “insana yatırım yapma” konusundaki tespitleri can alıcı. Sinematek yeni bir seyirci türü yetiştirmekle kalmadı, sinema camiasına senarist, yönetmen de yetiştirdi, bu inanılmaz önemli bir detaydır ve bence sinemaya en büyük katkısı budur.
Gelelim iki olumsuz eleştirime. Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar belgeseli uzun metraja dönüşsün diye biraz zorlama yapılmış gibi geldi bana. Filmlerden alınan görüntülerin ilki hariç diğerleri niye kullanıldı, gerek var mıydı, emin değilim. Kutlar’ı yarım yamalak anlatan ve ilk dört bölümden biraz kopuk görüntü sergileyen beşinci bölüm süre biraz uzasın diye çekilmiş sanki, o yüzden belgesel uzun olmamasına rağmen ritim problemi yüzünden yer yer sarktığı hissini uyandırıyor.
Bir önceki eleştirim önemli değil, isteyen istediği kadar belgeselini sündürür ama bu eleştirim kritik. Onat Kutlar’ın (ve Yasemin Cebenoyan’ın) ölümüne yol açan bombalamayı PKK’nın gerçekleştirdiği ispatlandı (kanıtlarla, itiraflarla), bombalamayı yazıp -çeşitli saiklerle- bu detayı paylaşmamak doğru değil çünkü bu bir belgesel. PKK’lı bombacılardan biri Kutlar’ı da öldüren bu korkunç saldırıdan dolayı hüküm giydi, birkaç yıl (9 ya da 9,5 yıl) cezaevinde yattı, sonra topluma kazandırma (etkin pişmanlık) yasasından yararlanıp 2005’te salıverildi. Sinema yazarı Cüneyt Cebenoyan (Yasemin Cebenoyan’ın kardeşi) yıllarca bunun duyurulması konusunda mücadele etti. Bugün 11 Ocak 2024. 11 Ocak Onat Kutlar’ın ölüm yıl dönümü. Hayatını sol düşünceye ve mücadeleye adamış, Hazal (1979) ve Hakkâri’de Bir Mevsim (1983) gibi fevkalade duyarlı filmlerin senaryosunu yazmış olan Onat Kutlar’ı PKK katletti. Nokta.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
Sinematek’in Ulusal Sinemacılarla olan çatışmalarına layıkıyla değinildiğini düşünmüyorum. Bir defa ulusal sinema ekolüne mensup hiçbir sinemacının görüşlerine yer verilmemiş. Söz gelimi Sami Şekeroğlu’na ve Duygu Sağıroğlu’na mikrofon uzatılmamış. Günümüzde hayatta olmayan ama geçmişte muhtelif defalar bu konuya değinen (TRT ve Mithat Alam Film Merkezinden kayıtları mevcut) sinemacıların fikirlerini de göremiyoruz. Ayrıca bu iki ekol arasındaki çatışmanın, sol içi tartışmalara da denk düşen önemli bir teorik temeli de vardı. (Detayı girip yoruma uzatmayalım) Bu teorik zemine de temas edilmemiş. İst Film Fest’teki gösterimde de bu eleştirilerimi iletmiş ancak çok da doyurucu cevap alamamıştım. Onun dışında başarılı bir belgesel.
PKK’nın failliği konusunda Türkiye’deki sanat sepet tayfasının mide bulandırıcı, genel bir “stratejik suskunluğu” mevcuttur. Bu film de bu stratejik suskunlukla malul maalesef.