Yönetmen ve oyuncu ilişkisi, tartışılması gereken kıymetli konulardan birisi. Daha önceki bir yazımda ana akım sinema ve platformlardaki dizi ve filmlerde, genç ve güzel olan oyuncuların bir satış stratejisi olarak öne çıkarıldıklarını, bu ticari yapı içerisinde kıymetli oyuncuların emeklerinin karşılığını tam anlamı ile alamadıklarını ifade etmiştim. Peki ana akım sinemanın tam karşısında yer alan bağımsız sinema, oyuncular için tatmin edici bir alan açıyor mu dersiniz?
Türkiye’de sanat sinemasında cast seçimlerinin değişken olduğu söylenebilir. Sayıları az olsa da, Tolga Karaçelik’in Sarmaşık’ı, Ümit Ünal’ın Dokuz’u gibi bazı filmlerin kıymetli oyuncuları ekibine dahil ettikleri, bazılarının ise Tamer Levent ile Doğu Demirkol (Ahlat Ağacı); Müfit Kayacan ile Cemre Ebuzziya (Kız Kardeşler); Taner Birsel ile Pınar Deniz (Karanlık Gece), Uğur Polat ile Nesrin Cavadzade (Güzel Günler Göreceğiz) gibi farklı düzeyde oyuncuları bir araya getirdikleri söylenebilir. Ekiplerine salt amatörleri dahil eden filmler de ayrıca söz konusudur sinemamızda, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak ve İklimler gibi…
Diyeceksiniz 1940’lı yıllarda Hollywood sinemasına tepki olarak ortaya çıkan Yeni Gerçekçi akımın etkisi ile çekilen filmlerde de amatörler, oyuncu olarak yer aldılar. Üstelik bu durum bir oyuncu yönetimi başarısıdır ki tam da bu nedenle 2003 yılında Mehmet Emin Toprak ve Muzaffer Özdemir Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldılar. Elbette haklısınız.
Auteur kuram sinemayı sanat, filmleri sanat eseri, bu eserleri üreten yönetmeni de sanatçı olarak tanımlar, tıpkı bir ressam, bir heykeltıraş gibi eserlerine imza atan yönetmenlerin varlığına işaret eder. Bir ekip tarafından kolektif olarak üretilen filmlerin yönetmenlerinin isimleri ile anılmasını öneren kuramda, tüm ekip yönetmene hizmet eder. Dahası mizansen kavramı filmdeki her unsurun yerleşimini ve hareketlerinin düzenlenmesini de yönetmene bağlar. Yani auteur kuramda oyuncu, filmin diğer öğeleri gibi düzenlenmesi gereken unsurlardan yalnızca biridir.
Peki o zaman, ana akım filmlerde kendilerine yeterli alan bulamayan bilgi, beceri, eğitim ve yetenek sahibi oyuncular, bu sefer de tüm yaratıcılığı yönetmene yükleyen auteur bakış açısı içerisinde kendilerini nerede konumlandıracaklar?
Ciara Dempsey (University Observer, 2019), Oyuncuyu Bir Auteur Olarak Düşünmek isimli yazısında sinematik auteur kavramının tipik olarak yönetmene atıfta bulunsa da, teoriyi güncellemek için, isimleri benzer bir auterial ağırlık taşıyabilen aktörlerin de auteur olarak düşünülmesinin ilginç olabileceğini belirtir. Paul Thomas Anderson ile olan iş ilişkisi ile tanınan Daniel Day-Lewis’in Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği için Çekçe konuşmayı, Son Mohikan filmi için ise kendi kanosunu yapmayı öğrendiğini örnek veren Dempsey, çağdaş film endüstrisi içerisinde auteur tarzın bir sanatsal statü noktası olduğunu, güçlü aktörlerin isimlerinin varlığının bile bir filmi sanat statüsüne taşıyabileceğini ekler. Dempsey ile aynı fikirde olan Kate Blair (Film Inquiry, 2017) de auteur teorisinin temelinde yönetmenin birincil yazar (auteur) oluşu fikrine, yönetmenlerden daha fazlasının dahil edilmesi gerektiğini, oyuncuların yönetmenlerden çok farklı araçları olduğunu ancak yine de bir filmin anlamını inşa edebildiklerini ifade eder. Blair, yıldız oyunculuk içerisindeki Humphrey Bogart, Robert Mitchum, Cary Grant, Sidney Poitier, Katharine Hepburn gibi isimlerin filmlerine taşıdıkları benzersiz kişilikleri, auteur oyunculuğa örnek olarak verir.
Hatta bana kalırsa auteur olmak sadece yönetmenliği ya da oyunculuğu kişiselleştirmek demek değil, filme dahil olan her öğeye kişisel bir görüşle dahil olmak, imza atabilmek demektir tıpkı müzisyen Eleni Karaindrou, görüntü yönetmeni Christopher Doyle, kurgucu Chris Lebenzon gibi…
Konuyu Türkiye özelinde düşündüğümüzde, Saç filminin Rıza’sı Ayberk Pekcan; Tabutta Rövaşata’nın Mahsun’u Ahmet Uğurlu; Kosmos’un Kosmos’u Sermet Yeşil; Sonbahar’ın Yusuf’u Onur Saylak; Kış Uykusu’nun Aydın’ı Haluk Bilginer ve daha nice oyuncunun yetenek, tecrübe ve bilgileri ile filmdeki karakterlere hayat verdikleri açıktır. Bu sefer de diyeceksiniz ki; oyuncunun auteur olması için, yönetmen gibi filmlerine imza atması lazım. Ben de aynı fikirdeyim. Pek çok oyuncunun kariyerine bakıldığında böylesi bir analiz yapılması elbette zor. Ekonomik anlamda istikrarsız olan bir ülkede, endüstrisi olmayan bir sinemada, yönetmenlerin oyuncu, oyuncuların da yapım seçimlerindeki motivasyonlarını, maalesef yalnızca hayal ettikleri karakterlere ulaşmak oluşturmuyor. İster bağımsız ister ana akım sinema içerisinde film üretiliyor olsun, Türkiye’de yönetmenlerin ve oyuncuların büyük bir bölümü, aynı zamanda yapılan işin ticari doğasını hesaba katmak durumunda kalıyorlar. Bir yandan festivallere diğer yandan platformlara iş üreten yönetmenlerin filmlerindeki oyuncu seçim ve tercihleri farklılık gösterebiliyor; aynı durum elbette oyuncular için de geçerli.
Şartlar böyle iken Türkiye’de, bir filmin hazırlık sürecinde yönetmen ve oyuncunun birlikte çalıştıklarına da şahit olunabiliyor; yönetmenin oyuncuya çok da karışmadığı ve kritik yerlerde hatırlatma yapmayı tercih ettiği de görülebiliyor. Oyuncu nezdinde de, oyuncunun karakteri önemseyip önerilerde bulunması da söz konusu olabiliyor, iyi oyuncuların yanında parlayan popüler oyuncuların varlığı da mümkün olabiliyor ve hatta hiçbiri olmayabiliyor da. Hatta amatör birinin oynatılması bazen profesyonel amaçlarla dahi olmayabiliyor.
Toplumsal ve kültürel bir ürün olan sinema, içinde bulunduğu toplumun yapısıyla direkt ilişki içerisindedir. Sanatçının kendi yasasını koyabilmesi için de elbette önce bu yapının sağlam olması gerekir. Yaratıcılık sürecinin hazırlık aşaması ile başladığı, bizim sinemamızın ise hazırlık sürecine çok da vakti ve nakdi olmadığı düşünüldüğünde, doğal olarak idealizm de sadece sözde kalıyor. Şartlar böyle olunca yönetmenin de oyuncunun da iyi eğitim almaları, kendilerini geliştirmeleri, kendilerini sektörde eşit ve adil şartlarda konumlandırabilmeleri ve potansiyellerini dönüştürmeleri zorlaşıyor.
Sonuç olarak, Picasso her ne kadar “sanat ruhtan günlük yaşamın tozunu yıkar” dese de, sanırım bizde durum günlük yaşamın tozunun sanata bulaşıp onu bulanıklaştırması ve kıymetli isimlerin de bu bulanıklıkta kendilerine yer bulmakta zorlanışları…
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit
Benim gibi konunun cahili bir insanın bile anlayabileceği netlikteki anlatımından dolayı Zehra hanımı tenrik etmek lazım.