Korku dizilerinin genel yapısına baktığımız zaman genel geçer kavramlardan ziyade daha derli toplu, twist’lere sahip, gizemli içerik yaratan bir dizi arayışında önemli durak noktamız Alfred Hitchcock Presents isimli gerilim dizisidir… Alfred Hitchcock’un dört sezon kendi çektiği dizilerin yarattığı ilgi Alfred Hitchcock’un ölümünden sonra da dizinin aynı adla yayınlanmasına sebep olmuş, gerilim düzeyi gizem ile günümüze adaptasyonla başarı sağlamıştı. Bu adaptasyon günün gerekliliklerinden ziyade günümüzde olan biteni aynı içeriğe bir gizem ile harmanlamaktaydı.
Gerilim ile polisiye türünü birbirinden ayırmak zorundayız. Bir gerilim dizisi polisiye janrının da içine dahil olabilir fakat yoğun bir rasyonalite ile çözülme aşamasına girerek mantıklı bir açıklama yapmak, yapmak zorunda hissetmek durumunda değildir. Ben bu hususta şöyle bir episode örneği vermek istiyorum:
Alfred Hitchcock Presents’in 1989’da yayınlanan sezonlarından birisinin adı Murder in Mind‘dır. Bir polisiye yazarının komşusunun cinayet işlemesinden şüphelenmesi üzerine sürekli kendi monologlarıyla dırdır etmesi, en nihayetinde yatağında sürekli uyumakta olan kocasını çileden çıkartıyor ve kocası kapanış sekansında direkt seyirciye dönerek yastığının altında sakladığı bıçağı seyirciye gösteriyor ve ‘şimdi ben bu kadını bıçaklamakta haklı mıyım haksız mıyım’ dercesine seyirciden onay alarak bıçağı karısına saplıyor, sekans kapanıyor ve dizinin bu episode’u da bitmiş oluyordu. İşte tam da bu noktada başarılı bir gerilim/korku dizisinin senaryosundaki çözümleme, peşinden koştuğumuz eti kemirmek zorunda olmayıp, psikolojik olarak seyircinin de onayını alırmışçasına farklı bir finale doğru yönlendirebilmektedir seyirciyi.
Twilight Zone’u da kale alarak, başarılı bir gerilim/korku dizisinin yirmi ile elli dakika arasında değişen süreçlerdeki episode’larla bir serial yerine series kavramını doğurması her bir episode’u kendi içinde bir bütün ve kısa bir film olarak değerlendirmemize olanak sağlıyordu…
Korku/gerilim dizisi yaratmada uluslararası örneklerin konularından ziyade konseptlerinden beslenebilineceği unutulmamalıdır. İki örnekle bunu açıklamak gerekirse:
–Nightmares and Dreamscapes: Stephen King’in kısa hikayelerinden oluşan her biri farklı bir yönetmen ile çevrilen episode’lar…
–Masters of Horror/ Masters of Science Fiction: Önemli yazarların hikayelerinden uyarlanan, büyük yönetmenlerin çektiği bir saatlik kısa filmler…
Yahut popüler olmuş korku filmlerini ve kahramanlarını çok değişik bir içerikle konu eden diziler:
–Freddy’s Nightmares, A Nightmare on Elm Street The Series: Filmlerden farklı olarak açılış sunumunda da belirtildiği gibi bu sefer Freddy‘nin rüyalarına tanık oluyoruz. Her bir episode kendi içinde bir bütündür. Freddy bir sunucu olarak hikayenin dört ayrımında yorumlarda bulunuyor ve direkt olarak izleyicilere seslenmektedir…
–Friday The Thirteenth The Series: 13. Cuma filmlerinin bir ürünüymüş gibi sunulmasına rağmen dizinin 13. Cuma filmleri ve baş karakteri Jason Voorhees ile bir ilgisi yoktur.
TEMA, KİTLE, DİL:
Korku dizilerinin hedef kitlesiyle alakalı bir genelleştilme zaten korkunun bir alt-tür olması açısından sakıncalıdır. Yine de gelenekselleşmiş karakter temalarının post-modern bir platforma oturtulması genç kitle ile yetişkin kitle arasında gizlice bir anlaşma yapılmış izlenimi uyandırmaktadır. Korku filmlerinde alt-türlerin de alt-türleri haline gelmiş western zombie gibi kültürel adaptasyonlar, dizilerin geleneksel yapısını yerel bir kültüre uyarlayabilme açısından idealdir: The Walking Dead…
-*-
Buffy The Vampire Slayer gibi bir dizinin genç bir vampir avcısı üzerinden gitmesi ve gençlik sıkıntılarını da ifade eden uslubunun yetişkin seyirciye hitap edememesi mümkün değildi. Öncelikle tehdit olarak vampir ve vampirimsi demonların genç bir vampir avcısının boyundan büyük bir işe kalkıştığına çanak tutan yetişkin seviyesinde mücadele yönteminin genç kitlenin espri kültürüyle de harmanlanması ve bu mücadelenin içinde ergen psiokolojisinin yer etmesi diziyi gençlik fenomenine dönüştürebilecek yetkinlikteydi. Dizinin ikinci aşaması Angel ulaşılan başarıyı örnekliyor ve nispeten gençlik fenomenini yetişkin profiline yavaş yavaş evrimleştiriyordu. Angel‘da tehdit daha ürkünç ve daha yetişkin mücadelesi gerektiren bir yapıdaydı.
True Blood gibi bir dizi ise taşra kültürü üzerinden demon-vari karakterlerin bu taşra kültüründe yer edinebilmesini sağlıyordu. Mitoloji her zaman her hikayeye uygulanabilir nitelikteydi ve yeri-mekanı ve zamanı belli olan bir döneme hükmetmesi veya uyarlanması da gayet eğlenceli ve izlemesi zevkliydi.
-*-
Bizim gelenek ve göreneklerimiz ekranda soyut bir korku istese de somut korkunun Türk ekranlarında kurucu paradigmalar nedeniyle izlemesi heyecan uyandırabilecek ama yetkinleşemeyeceği sorununa rağmen soyut korkuların bile beyaz perdede batı kaynaklı ve batıya yönelik olmalarından ötürü yetkinleşemeyeceği gözlemlenebilecektir. Bunu bir Türk yapımının; Türkçe konuşan ve konuşulan bir metni İngilizce olarak pazarlamasına benzetebiliriz. Yatay ve dikey eksenlerin bir dil oluşturmasında kurucu paradigmayla kesişeceğimiz gibi, ekranın da bu paradigma üzerinden zaman ve mekanlaşacağını; tehdidin ancak bundan sonra iyicene yerelleşebileceğini unutmamalıyız.
Fakat bu bizi somut korkudan da uzaklaştırmamalı. Ancak rasyonel bağlamlarla işi polisiyeye çevirmek salt korku janrına uygun olmayacaktır. Mantıksal bir açıklamanın ille de hikayenin çözümlenmesine yedirilmesi gerekmemelidir. Yöntem olarak ise uyarlama yani edebiyat alanından beslenmek Türkiye‘nin bu alanda yeni yönelimler bulabilmesi açısından oldukça önemlidir. Korku edebiyatındaki fantastik boyutun da somut verilere uyarlanabileceğini hatırlatmak gerekir; tıpkı mitolojinin belirli bir zaman ve mekana uyarlanabilmesi gibi. Mitolojinin somutlaşması, fantazyanın egemenliğinde hüküm süren tehdidin hayal gücünden somuta evrilmesi babında oldukça etkilidir. Soyut korkudan somutlaşan tehdit, kurucu paradigmanın içinde yerelleşebilecek, yerel tehdit de hayal gücü ile ekrana bir dil olarak yansıyacaktır.
Edebiyat alanından enteresan bir örnek vermek gerekirse Jane Austen klasiklerinin aynen korunup içeriğine detay olarak zombilerin, deniz canavarlarının, mumyaların eklenmesi günümüzde yeni bir janr doğurmuştur. Yine fantazyanın egemenliğinde hüküm süren bu tehditler zaman ve mekan açısından oldukça somut ve fiziksel bir tehdit oluşturabilmektedirler. Zaman ve mekandan da bağımsız olabilen bu tehdidin kaynağı tıpkı western zombie’lerde olduğu gibi belirli bir coğrafyaya bağlı kalarak yerelleşmenin ötesine gider ve zaman ve mekanın da yerelselliğine vurgu yaparlar çünkü bu tehditler her türlü coğrafyaya uyarlanabilme özelliğine sahiptirler; ama zaman ve mekanın vurgusu tehditten yerelselliğe gibi bir çatıyı daha da verimlileştirir. Abraham Lincoln: The Vampire Hunter yine aynı yazarın ürünüydü (Seth Grahame-Smith) ve filme de bir yöntem olarak gayet başarılı bir şekilde uyarlanmıştı. Bu yöntem realite ve realiteye hüküm vermiş büyük karakterlerin bile fantastik bir temaya uyaranabileceğinin en güzel örneğidir.
Öteki Sinema için yazan: Burak Bayülgen
Yazıyı okuyunca aklıma 90 ların başında trt de oynayan Frank Lupo-John Ashley ikilisinin WEREWOLF dizisi geldi.Lance LeGault kurtadam avcısı rolünde.Chuck Connors da vardı.