Yeni nesil sinema seyircisi ve hatta sinema yazarlarının pek bilmediği ama sonuçlarıyla günümüz sinemasını şekillendiren ulusal sinema kavgasına dair, bu kuramı üreten ve şekillendiren isimlerden biri olan sinemacı Halit Refiğ’in makalesini okurlarımızla paylaşmak istiyoruz. Yazıyı oldukça silik bir taramadan text dosyasına aktaran Murat Kirisci’ye teşekkürlerimizle…

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

blankŞöyle böyle 20 yılı geçti, Ezel Erverdi ve arkadaşlarıyla tanışmamız. Ezel Erverdi benim sinema yazılarımdan bir kısmını bir kitapta derlemeyi düşünüyordu. Bu isteği memnuniyetle kabul ettim. Ezel bir tereddüd olmasın diye, “yalnız, bizim için sağcı derler, bunu biliyor musunuz?” diye eklemek zorunda hissetti kendini. Güldüm. “Benim için de solcu derler. Herhalde ben ne kadar komünist isem siz de o kadar faşist olmalısınız” dedim.

“Ulusal Sinema Kavgası” adını verdiğim kitap Hareket Yayınları içinde çıktı. O güne kadar solcu olarak tanınan benim bir kitabımın sağcı bilinen bir yayın grubu tarafından basılması o sıralarda oldukça tartışmalara yol açtı. Kimden ne tepki gelirse gelsin Ezel Erverdi ve arkadaşlarıyla dostluğumuz en ufak bir sürtüşme olmadan, en küçük bir sarsıntı geçirmeden bugünlere kadar geldi. Hiç kuşkusuz ne 20 yıl önce, ne geçen zaman içinde, ne de bugün görüşlerimizin birbirinin tıpatıp aynısı olduğu söylenemez. Herhalde en büyük farkımız dini uygulamalar ve ibadet konusunda olanlardır. Ama memleket sevgisi, ülke sorunları karşısında dürüst ve gerçekçi olma çabası, temel değer olarak milli kültüre verdiğimiz önem, tanrı ile olan kişisel bağlarımızdan bizi daha çok yakınlaştıran ortak ilgilerdir.

Aradan 20 yıl geçtikten sonra, ulusal sinema kavgasından bugüne ne kaldı sorusuyla son zamanlarda çok karşılaştım. Buna doğru bir karşılık verebilmek için “ulusal sinema kavgası” neydi onu bir doğru hatırlamak lâzım.

“Ulusal Sinema Kavgası”, kitabı yeniden gözden geçirmek zahmetine katlanacakların da göreceği gibi, belli bir tarihî ortamda ortaya çıkmıştı. Bu tarihi ortam 1964-65 yıllarının sinema şartları idi. Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filminin Berlin Film Festivali’nde kazandığı “Altın Ayı” ödülü ile Türk sinemasının evrensel ölçüler içinde rüştünü ispat etmesi, İstanbul’da toplanan I. Sinema Şûrası’nda bir kısım aydınların Türk sineması üzerine bir devlet güdümü getirmeye çalışmaları, Sinematek Derneği’nin kurulması ve Yılmaz Güney’i keşfedene kadar Türk sinemacılarını toptan reddetmesi, Türk sinema piyasasının yerli ve özgün kaynaklardan daha çok yabancı film uyarlamalarına eğilim gösterir hale gelmesi, bu kavgaya yol açan başlıca etkenlerdi.

Bu tarihi ortam içinde ulusal sinema kavramı ve kavgası genel hatlarıyla şu tepkilerin ifadesi haline gelmekteydi:

• Türk filmlerine hayat hakkı tanımak istemeyen yabancı film pazarlamacılarına tepki…
• Bizim hiçbir meselemizi açıklamak için yeterli olmayan yabancı sinema teorilerine tepki…
• Sinemayı sınıfsal bir mücadele aracı olarak görenlere tepki…
• Sinemada dini inançları milli çıkarların üstünde görenlere tepki…
• Devletin kapıkulu resmi sanatçı anlayışına tepki…
• Hiçbir eğitici amaç taşımayan, sadece eğlence aracı olan, ticari başarı için en alt kültür seviyesindeki seyirciye hitabeden “halk sineması”na tepki…

Bunlardan da anlaşılacağı gibi benim savunduğum “ulusal sinema” davası bir üslub, biçim ya da belirli temalar değil, bir bilinç, tutum ve tavır meselesiydi.

Bu tutum ve tavırdan bugüne kadar bilinçli olarak hiç de sapmadığımı sanıyorum. Ama sinema alanında 20 yıl öncesinin kavga ortamının kalmadığını da ifade etmeliyim. 20 yıl içinde köprülerin altından ne sular geçti yarabbi? 60’ların ortasında başgösteren 70’lerin ortasında en keskin haline gelen ideolojik bölünmeler, kutuplaşmalar, çok şükür bugün hızını kaybetmiş bir halde. “Yaşasın”lar, “kahrolsun”lar, “cephe”Ier bugün bakıldığında hem acıklı hem de gülünç gözüküyorlar. Yeryüzünde bütün ideolojik değerlerin, hatta sistemlerin alt üst olduğu akıllara durgunluk veren 1959 yılından sonra, hâlâ sloganlar dünyasında yaşamakla ısrar etmek, kavram kavgasını kördöğüşü haline getirmek insan sağduyusuna aykırı olsa gerek…

Türkiye’de sağcı ve muhafazakâr sayılan bir Kültür Bakanlığı’nın eskiden sansürden geçmeyecek solcu filmlere destek yağdırması, keskin solcu yönetmenleri para yardımına boğması gibi, solcu bilinen yazarların bir zamanlar faşist ilân ettikleri sinemacıları yeni bir gözle değerlendirmeleri de hiç kuşkusuz, Türkiye’nin eriştiği düşünce olgunluğu ve siyasi hoşgörü açısından son derece olumlu gelişmelerdir. Hiç kuşkusuz, 20 yıl öncenin kavga ortamının bugün büyük ölçüde ortadan kalkmış olmasından, o gün benim savunduğum bazı görüşlere şiddetle karşı çıkanların, bugün benzer görüşleri benden de daha güçlü, hatta itiraf edeyim daha başarılı savunmalarından şikâyetçi değilim. Zaman zaman kendimi adeta işlevsiz kalmış hissetsem bile…

blank20 yıl önce Ezel Erverdi ile bir araya geldiğimizde, iki farklı düşünce kaynağından gelenlerin o günler için bir uzlaşma, “milli mutabakat” arayışı belki bir hayal sayılabilirdi. Ama günümüzün gerek dünya, gerek ülke şartları bu hayalin şaşırtıcı bir gerçek haline geldiğini bize gösteriyor.

Peki bundan sonra ne olacak?

Zaman durmuyor… Sinemamızın da öbür ulusal sanatlarımızın da içinde bulunduğu, ya da yeni karşılaştığı bir sürü mesele var. Gücümüz yettiği, ömrümüz vefa ettiği sürece bunları da görüp, anlayıp, aşmaya çalışacağız. 20 yılın tecrübesi ve birikimiyle…

Ha gayret dostlar…

HALİT REFİĞ[/box]

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kuyu’daki Kadın

Metin Erksan kadının dövülebileceğiyle ilgili Kuran temelli söylemlere, yine Kuran’dan
blank

Ellen Ripley

Sinema tarihinin en önemli kadın kahramanı Sigourney Weaver'ın ete kemiğe