Sonunda beklediğimiz bilim kurgu dizisi geldi mi ne?
Küçük kasaba hikayelerini severim. Küçük kasabaların gizem dolu hikayelerini daha da severim. Bu küçük kasaba Amerika’nın ücra bir köşesinde ise zevkten dörtköşe olurum. Ve eğer bu özelliklere sahip hikayemiz Stephen King tarafından yazılıyorsa sonsuz mutluluk benimdir. O halde benim için mutluluk zamanı. King’in 2009 tarihli romanı Under the Dome’un aynı adlı uyarlaması olan dizinin sadece ilk bölümü yayınlandı ve bu ilk bölüm tadını damağımda bırakıp hemencecik bitiverdi. Under the Dome çok başarılı ilk bölümünün ritmini sürdürürse muhteşem bir külte dönüşebilir.
Under The Dome’un hikayesi ve ekibi hakkındaki detaylı bilgiyi Masis Üşenmez’in yazısından öğrenebilirsiniz. Ben diziyi çok beğenmiş biri olarak öncelikle ilk bölüme başlamadan önceki kaygılarımdan bahsedeceğim. Halen büyük bir reklam kaynağı olmasına rağmen Under the Dome’u ekibinin Lost geleneğinden gelmesi beni açıkçası ürkütüyordu. Altı sezonu salyalar akıtarak seyretmiş dahi olsam Lost’un gizem sunma ve açıklama konusunda seyirciye adeta işkence eden üslubu bugün hiç kaldırabileceğim bir şey değil. Seyretmek istediğim son şey bir gizem “soap opera”sı. İlk bölümden anladığım kadarıyla Lost’un bu tekrarlanması rating için tehlikeli yapısı Under The Dome’da pek tercih edilmemiş. Kasabanın şerifi Perkins’i Jeff Fahey’in oynaması dışında perdeye yansıyan bir Lost referansı yok.
Akıllara Lost’u getiren en büyük öğe pek tabii ki projenin arkasındaki isim Brian K. Vaughan. Ancak Vaughan’ın adını görüp olayı sadece Lost’a indirgemek çok yanlış olur. Amerikan çizgiroman dünyasının günümüzdeki en önemli isimlerinden Vaughan denince akla ilk gelmesi gereken çalışmalar şüphesiz ki Y: The Last Man ya da Ex Machina. Uzun soluklu bu fenomen çalışmaları dikkate alırsak Vaughan önderliğinde bir Under the Dome, finalinde bize kubbenin sırrını söylemese bile (buna hazırlıklı olmak lazım) muhteşem karakterler ve ara hikayeler armağan edecektir. Lost’un sorunu gizem hikayesi anlatma konusunda çizgiroman retoriğini alıp deneyen ilk ciddi bütçeli yapım olması ama bunun dozunu ayarlayamamasıydı. Çizgiromanseverler Vaughan’ın önderliğinde daha King’in hikayesinin dikkatli bir şekilde işleneceğine emin. Mevzu King olunca insan Frank Darabont görmek istiyor yanında pek tabii. Gene de sözüme güvenin, eğer King’in dünyasını birilerinin perdeye yansıtması gerekiyorsa ve Darabont müsait değilse, Vaughan bu işi yapacak yetilere sahip birkaç kişiden biri.
Diziyi seyretmeden önce aklımda bulunan ve hala atamadığım bir diğer kaygı ise Under the Dome’un 2005-2007 yılları arasında yayınlanan The Girls çizgiromanına aşırı ölçüde benzemesi (The Girls ile ilgili inceleme yazımıza siteden ulaşabilirsiniz). Küçük kasabanın üzerine bir anda inen dev kubbe, dışarıyla kesilen temas, insanların görünmez duvara arabalarıyla çarpmaları… Hiç biri değilse bile baştaki o kuş yumurtası açılışı… Açıkçası Stephen King’in Luna Kardeşler’in çarpıcı çizgiromanını okumadan Under the Dome’u yazdığına hiç inanasım gelmiyor. Yetenekli ikilinin tüm çizgiromanlarına büyük saygı duyan biri olarak bu kadar net bir fikir hırsızlığının nasıl tepki çekmediğini hala anlamıyorum. Gerçi kubbeyle kapatılmış kasaba fikrini biz Simpsons The Movie’de de görmüştük ama gerçekten hikayenin işleniş şeklini The Girls’ten kopuk düşünmek çok da mümkün değil.
Muhtemelen ileriki bölümlerde oluşacak temel fark, The Girls’ün amaçları belirsiz uzaylıların istilası üzerinden kurduğu gerilimin Under the Dome’da ileriye atılması, öncelikle kasaba halkının güç çatışmalarına ve kişisel karanlık geçmişlerine odaklanılması yönünde olacak. The Mist’i seyreden her Kingsever, yazarın kriz anlarında nasıl çevredeki dehşetten çok içimizdeki dehşete odaklanmayı sevdiğini bilir.Dediğim gibi ben diziyi çok beğendim ve keyifle ilk bölümü seyrettim ama Stephen King konumunda bir yazar olsaydım, bu kadar kopya hissi barındıracak bir atmosfer üzerinden hikayemi kurmazdım. (Tamam, Under The Dome’un aslında King’in The Cannibals adlı basılmamış romanından doğduğu söyleniyor ama sağlıklı yargı için çok değil, iki üç sayı The Girls okumanızı öneriyorum).
Bu arada dizide büyük ölçüde birkaç yıl önce iki sezon yayınlanan post apokaliptik dizisi Jericho tadı aldım. Jericho da haddinden fazla Lost özentisi olmaktan tutunamamıştı. Under the Dome bu işin dozunu tutturacak gibi görünüyor gene de.
Bilim kurgu seviyorsanız, King seviyorsanız, Luna Kardeşler’in Girls’ünü seviyorsanız, Twilight Zone günlerini kısmen ya da tamamen yaşadıysanız ve devamını istiyorsanız Under the Dome’u kesinlikle kaçırmayın. Muhtemelen büyük bir dizi olmayacak Under the Dome, ama yaz akşamları heyecanla seyredip hakkında dostlarla çok muhabbet çevireceğiz, orası öyle gözüküyor. Bunu bize sunsun yeter, o dizi ki ne güzel bilim kurgu dizisidir o zaman.