Vehbi Bozdağ: ‘kadın hikayesi anlatma konusunda hiç kaygı yaşamadım’

23 Kasım 2023

Vehbi Bozdağ ile Ankara Film Festivali’nde kısa filmlerin gösterimi öncesinde tanıştık. Bana senin filmin hangisi diye sordu, ben de kısa filmci olmadığımı söyledim. Kısa filmleri izlemeyi seven bir dost dedim. (Gülümseme) Vehbi Bozdağ, Kurbağalar filmiyle en iyi kısa film ödülü kazanınca, sevdiğim filmle ilgili kendisiyle konuşmak istedim…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Merhaba Vehbi öncelikle seni tanıyalım…

Selamlar, 1989 yılında Manisa’da doğdum. Eğitim hayatıma Manisa ve İzmir’de devam ettim. 2009’da üniversite için İstanbul’a geldim. Galatasaray Üniversitesi’nde Matematik bölümünde okurken bir yandan da kısa film senaryoları yazıp yönettim. Okul bitince filmci olmak istedim ama yönetmenlik aşkının beni geçindiremeyeceğini de biliyordum. O dünyalara yakın bir sektörde çalışmam gerektiğini fark edip reklam yazarlığına başladım. Bu süreçte yazma disiplini kazanma, projeler yönetme, bir işe başlama ve onu bitirebilme gibi konularda tecrübe sahibi olmaya çalıştım. Şimdi hala kredilerimi ödeyen asıl işim reklamcılık. Bir yandan da ilk aşkım olan filmciliği yakın çevremin de destekleriyle sürdürmeye çalışıyorum.

Görüşme, Kurbağalar… İki filmde de kendisini toplumsal olarak kıstırmış iki insan görüyoruz, birisi eve, diğeri de fikirlerine…Bu anlamda kısa filmin senin için ne ifade ettiğini duymak isterim.

İki filmdeki karakterlerin böyle bir ortak noktası olduğunu sizin söylemenizle fark ettim. (Gülümseme) Konu sanırım ne tarz hikayeleri izlemeyi ve dinlemeyi sevdiğimle ilgili. Bu karakterler, gerçek hayatta karşıma çıkınca dikkatimi çeken, hayata bakışlarını merak ettiğim insanlar. Hatta kesin benim içimdeki Vehbi’lerden biri ikisi de onlar. Onlara bakalım ve onlar hakkında bir şey düşünelim istiyorum. İzlediğimiz film bittikten sonra da kafamızda dönmeye devam etsin. Kısa film de böyle bir kesit verip kalanını zihin egzersizlerine bırakmak için kullanışlı bir format.

blank

Filmlerinde iyi açılar, temiz oyunculuklar ve uzun metraja uzanacak hissi veren detaylar mevcut, yani bir kısa filmden çok bir uzun metrajın kesitlerini izler gibiyiz. Bunun bir sebebi var mı, yoksa sadece bizde oluşan bir hissiyat mı?

Ekipçe, izlerken ilham aldığımız filmler gibi, özenli bir iş çıkarmak istedik. Senaryonun bitiminden filmin çekimine kadar olan 9 aylık dönemde, her fırsatta oyun provaları yaptık. Filmin görsel dünyasını tasarlarken küçük bir görüntü ve art ekibi filmin her karesini, sanırım 120 kare falan olmalı, çizip sete öyle girdik. Aslında filmi önden çektik yani. Bu ön hazırlık hem zamandan kazanmak hem de zor bir metni filmleştirirken sürpriz yaşamamak için çok önemliydi. Devam eden süreçte hep alanında usta kişilerden oluşan bir ekip vardı. Sese, renge, kadrajlara aynı özenle hazırlandık. Uzun metraja farklı olarak nasıl çalışılır bilmiyorum ama ilerde uzun metraj yaparsak da yine aynı yöntemlerle gideceğimizi düşünüyorum.

Gelelim Kurbağalar’a… Yusuf Atılgan’ın Evdeki öyküsünden uyarlama. Öncelikle uyarlama yapmanın iyi ve kötü yanlarını soralım. Ne kadar özgün kalabiliyorsun, ya da öyküye bağlı?

Öyküleri ve onlardan beslenmeyi seviyorum. Daha önce de farklı öykülerden esinlendiğim işler olmuştu ama “uyarlama” ilk kez denediğim bir şey. Uyarlama, bu iş özelinde beni fazlaca rahatlattı. Dönüp kendimi kontrol edebileceğim, sınırlarımı görebileceğim bir metin olması bana güven verdi. Ufak değişiklikler yapmak durumunda kaldık ama çok ufak… Örneğin orijinal metindeki kızın baktığı alanda yer alan “kalaslar” kelimesini, biz biraz daha günümüz dünyasına ait olan inşaat hafriyatlarını andıracak şekilde “molozlar” olarak değiştirdik. Onun dışında filmin ritmini de düşünerek bazı bölümleri kısalttık. Özünü tamamen koruyarak tabii.

blank

Kurbağalar bir kadının duygularını anlatan bir öykü. Bu kadının sıradanlığı, odasında ya da evin içindeyken yaşadıkları ve düşündüklerinden yola çıkarak bir toplumsal yargıya dönüşmesi… Bu kadının dünyasının kapsayıcı olması için neler yaptınız mesela?

Filmi yapmaya karar verdiğimizde, cümlesini “Bulunduğu yere sığmayan, bulunduğu yerden çıkmaya gönlü olmayan bir kadının bir ya da birkaç günü” şeklinde tanımlamıştık. Buradaki “bir ya da birkaç gün” vurgusu önemli. Çünkü filmdeki bir gün içerisinde yaşananlar, her gün yaşansa yaşanabilecek olaylar. O anne her gün kızıyla görücü tartışması yaşıyor olabilir, kuzen her gün o eve ders çalışmaya geliyor olabilir… Bu aynılık, zamanda olduğu gibi kişilerde de söz konusu. Aynı toplumun içerisinde yetişmiş ve aynı cinsiyet normlarının hüküm sürdüğü bir dönemde, farklı görünen her kişisel hikâyede aslında bir aynılık da var. Sadece hikâyenin öznesi, adı, işi, yaşı ve o gün yaşadığı şeyler değişiyor. Kalanı çok benzer. Yusuf Atılgan’ın Evdeki öyküsünün ve dolayısıyla filmim Kurbağalar’ın kapsayıcılığı da aslında bu aynılıkla olan ilişkisinden geliyor.

Annesiyle ve yeğeniyle etkileşiminde de çok karışık hisler barındıran bu kızın hikayesi bir erkek romancıdan bir erkek yönetmenin ellerine geçiyor. Erkek olarak kadın dünyasını ne kadar anlatabildiniz diye sormayacağım ama çekerken bu tür kaygılar ufak da olsa yaşandı mı?

Bu sorunun cevabı neden bu öyküyü filmleştirmek istememle de bağlantılı. Bazen halihazırda düşündüğünüz bir şeyi, birinin ağzından muhteşem ifade edilmiş biçimde duyarsınız, “Oha…” dersiniz, “ben de tam bunu diyorum işte.” Bana da bundan oldu. (Gülümseme) Bu öyküyü görmeden önce sinemada anlatılan bazı kadın hikayelerinin çok keskin bir biçimde, neredeyse bir kamu spotu kadar belirgin netlikte verildiğinden şikâyet ediyordum. Sonra bir arkadaşımın “Senin aradığın bu…” deyişiyle Yusuf Atılgan’ın Evdeki adlı öyküsünü okudum. Gerçekliği ve söyleme tarzı beni direkt içine aldı. Bir erkek olarak bir kadın hikayesini anlatma konusunda en ufak bir kaygı yaşamadım, çünkü hem yetiştirildiğim bol kadınlı aile hem de yanımdaki kadın arkadaşlarım (yapımcım, yardımcı yönetmenim, asistanlar, kastlar, filme girmeden önce kafasını şişirdiklerim) “Haydi devam!” işaretini en başta vermişti.

blank

Hikâyenin taşrada ve günümüzden önceki bir zamanda geçmesi ve hala güncelliğini koruması da değişmeyen yargılara, baskılara işaret ediyor. Şehirde kalabalıklar içinde kaybolmak mümkün olsa da kasabada evin içinde kaybolmayı tercih ediyor kızımız?

Dediğiniz gibi bu öykü aslında günümüzde de geçebilirmiş. Biz de o yüzden öyküyü bazı ufak dokunuşlarla günümüze getirdik. Ama ne yazık ki merkezinde kadının yer aldığı bir hikâye olunca, bundan onlarca yıl önce yazılmış bir öyküyü neredeyse aynı şekilde uyarlayabiliyoruz. Orada toplum algısı olarak pek bir toparlanma yok. Bu duruma şehirde kalabalıklar içinde kaybolmak da bir çözüm değil. Orada da bu tip yargılar baş tacı. Ayrıca bir de “şehirde olmanın bilinmeyen tehlikeleri” var. Zaten bu toplumun yetiştirmiş olduğu ana karakterimiz, ne kadar değişiklik istiyor, o da tartışılır. Huzursuzluğu var ama kontrolünde bir alanı da var. O bir aktivist değil, bir “başına geleni yaşayan”. Bence içindeki bu ikilikler onu gerçek bir karakter kılıyor. Hatta öykü benim olmadığı için rahat rahat tahmin yürüteyim, bana sanki karakterimiz birkaç sene sonra normalde şükretmeyeceği şeylere şükretmeye de başlarmış gibi geliyor.

Filmi hangi koşullarda çektiniz, maddi olarak nasıl üstesinden geldiniz? Oyuncu seçimi nasıl oldu?

Filmin ev planlarını Beykoz’da 2 günde çektik. 1 gün de dış mekân çekimleri için İstanbul’un sayfiyesinde gezindik. Yapım bütçesini büyük ölçüde yapımcım Pınar Yener Dinçel ile cebimizden karşıladık. Bunun yanında Fongogo aracılığıyla filmimizi kitlesel fonlamaya açtık. Oradan gelen destekler, filmin post prodüksiyon sürecinde elimizi oldukça rahatlattı. Oyuncu görüşmeleri… Bir filmi hayata geçirirken en heyecanlandığım kısım. Çünkü bir film yapmak demek, aklındaki resimleri seyircilerle paylaşmak demek. Bu paylaşma durumunun ilk antrenmanını oyuncularla görüşürken yapıyoruz. Çok heyecanlı! Filmde “Kırmızılı Kadın” hariç, olabildiğince sıradan karakterler olsun istemiştim. Hepsinin gerçekten etrafımızda gördüğümüz kişileri andırmalarını. Ana karakterimize hayat veren Name Önal oynadığı yapımlardan dikkatimi çeken biriydi. Filmin akışı çıkınca ortak bir arkadaşımız aracılığıyla senaryoyu kendisine ulaştırdım. Okudu ve “neden ben?” diye sordu, tam cevabı bilmiyordum. Kendisine sadece “öyküyü okuduğumdan beri gözümün önünde sen varsın” diye cevap verebildim. İlk konuşmamız aynı zamanda ilk tanışmamızdı. O konuşmanın onuncu dakikasında da yıllardır arkadaşmışız gibi hissettim. “Anne” rolündeki Nihal Hanım, her rolüyle bayıldığım oyunculardan. Ama özellikle Mustang filmindeki rolü, bizim filmdeki karakteri için şahane bir çıkış noktasıydı. Filmdeki diğer oyuncu arkadaşlarım Ömer, Tuğçe ve Arda… Ömer daha çok genç ama dinlemeyi bilen, şeytan tüylü ve aşırı meraklı biri. Bence ilerde adını çok duyarız. Tuğçe, kadroya en son katılan oyuncuydu. Ama sadece son anda yetişerek filmi kurtarmadı, set esnasında da pek çok açığımı tecrübesiyle kapattı. Arda’nın rolü bu filmde küçük ama o her hikâyeyi ilk konuştuklarımdan. Yapım esnasında hiç “acaba mı?” diye düşündürmedikleri için onlara minnettarım.

blank

Ankara Film Festivali’nde kısa filme güzel bir ilgi var ve onların övünç kaynağı bu durum. Bu festivalle ilgili deneyimlerini aktarmak ister misin?

“Ankara seyircisi başkadır.” Bu cümleyi hemen her oyuncu arkadaşımdan ve daha önce festivale katılan yönetmenlerden duydum. Bundan sonra ben de sağda solda bu cümleyi kurabilecek olmanın mutluluğunu yaşıyorum. (Gülümseme) Bir seyirci ki, neredeyse onların ilgisinden ötürü kendi filmimizi izleyemeyecektik. Şaka bir yana, Ankara benim için unutamayacağım bir festival olacak. Organizasyondaki her bir kişiye, yapıcı tutumlarından ve her yana yetişen muazzam enerjilerinden dolayı teşekkürümü etmiş olayım. Tanıştığımız insanlar, sürekli film konuşulması, Ankara caddelerinde yapılan uzun yürüyüşler ve tabii ödül… Hepsi çok iyiydi.

Genel olarak kısa film festivallerini nasıl değerlendirirsin?

Bir yönetmen ve bir izleyici olarak film festivallerinde olmayı seviyorum. Kısa filme olan ilginin de filmlerin kalitesinin de yıldan yıla arttığını düşünüyorum. Bunda tabii dünya çapında kısa süreli içeriklere olan meylin artmasının da etkisi var. Bir kısacı yönetmen olarak, bu durum beni yeni projeler için daha da iştahlandırıyor.

Bundan sonra sinema yolculuğun nasıl şekillenecek? Uzun metraj var mı ufukta? Bence uzun metraja yatkın bir yönetmensin…

Kısa hikayelere olan ilgimi ve projeler esnasındaki yorucu denebilecek özenimizi göz önünde bulundurursam, şimdilik kısa filmler çekmeye devam. (Gülümseme) Ama bir gün belki “neden biraz daha çıldırmıyoruz ki…” diye düşünüp “hadi uzun metraj” da diyebilirim.

Son olarak neler söylersin?

Çok konuştum yaa, şimdi susayım artık… (Gülümseme) Kurbağalar’ın bir festival yılı daha var, şimdi heyecanla oralardan gelecek haberleri bekliyoruz.

blank

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Onur Yağız: ‘Betonlaşan bir dünyada, soluğu masalvari patikalarda buldum’

Onur Yağız ile sinemasının dilini, doğaya bakış açısını ve tabii
blank

Süleyman Demirel: ‘En çok “neyi denedin?” sorusuyla karşı karşıya kalıyorum’

Süleyman Demirel’le son filmi Asfalt’tan yola çıkarak ismini, filmlerini ve