POPÜLER KÜLT yazıları
Voyeur – Dikiz – Sanat – Devlet
“uzanıp yatıvermiş, sere serpe
entarisi sıyrılmış hafiften
kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor
bir eliyle de göğsünü tutmuş
içinde kötülüğü yok, biliyorum
yok, benim de yok ama…
olmaz ki!
böyle de yatılmaz ki!”
En kaba anlamıyla “voyeur” (voyeurism/dikizcilik/röntgencilik), birilerini haberleri olmadan gözetlemeye deniyor. Gözetleme eylemi seksüel bir amaç taşıyabilir. Voyeurism’in ilk tariflerinde bu noktaya dikkat çekiliyor. Ancak kavramın bugün geldiği noktada voyeur, seksüel bir amaç taşımak zorunda değildir. Bugün itibarıyla popüler kültürümüz yüksek oranda voyeur içeriyor ve toplum overdoz voyeur sayesinde her geçen gün daha da çok transparanlaşıyor.
Voyeur kelimesi Fransızca kökenli ve “voir” fiilinden (görmek) geliyor. Bu anlamda voyeur aslında görmek/bakmak ile neredeyse eş değer. Guy Debord’un aktardığı gibi, her şey gösteri toplumunun parçasıysa, gözetlenecek ya da bakılacak da çok şey var demektir. Çünkü mevcut haliyle toplum, oluşturduğu ahlak yapısı ve kurallar sistemi ile bireyleri yargılar. Bu yargılama sonucunda da bireyler birbirlerini “gözetleme”ye, normlara ve topluma uygunluklarını sınamaya başlarlar. Apartmanda kapı deliğinden komşusunu gözetleyen adamla, önünden yürüyen mini etekli kadının bacaklarını dikizleyen adam arasında, ya da yüksek değerler ve etik kaygılarla fotoğraf çeken bir fotoğrafçının sokağı gözetlemesi arasında çok da fark yoktur. Ama uygar birey çıplak bir yerlinin memelerine farklı bakar, kırmızı elbisesiyle bir davette salınan bir kadının hayli cömert göğüs dekoltesine daha farklı. Tüm bu elemanlar bizi atmosfer gibi saran uygarlığın ve dolayısıyla kültürün birer unsuru olmaktan kaçamazlar. Başka bir deyişle, çemberin dışında yer almanın yolu yoktur.
Paparazzi programları, sohbet görünümlü dedikodu programları, “benimle evlenir misin”ler, yemekteyiz, alışverişteyiz’ler, toplumun voyeur’a olan zaafını kullandıkları için izleniyorlar. Voyeur’a meraklı toplumu, “teşhirci” olanları sunarak doyuruyorlar. Aslında her biri temalı birer BBG’den (biri bizi gözetliyor) başka bir şey değil. “Özel hayat”ıyla gündeme gelmek istemeyen şarkıcılar, hayatlarını teşhir ettiklerinde o yüzden dikkat toplamaya başlıyorlar. Zira “mahrem”in perdesi aralandığında ortaya saçılanlar tüm insanların ilgisini cezp ediyor. Merak, insanoğlunun en temel içgüdülerinden biri zira.
Gözetleme ve dikiz; belki bu yüzden, belki de oturtulmaya çalışılan yüksek ahlaklı toplumculuk anlayışının bir yan etkisi olarak, çağların başından beri insanla beraber yol aldı. Zira ne kadar çok yasak varsa, pratikte o kadar çok yasak delici vardır. Voyeur, mitolojide bile yer etti. 1900’lerin başına kadar voyeur sadece bir davranış biçimiydi ve yalnızca “ahlak” çerçevesi içinde değerlendiriliyordu. Röntgenciliği bir hastalık, bir “cinsel bozukluk” olarak değerlendiren ilk isim Sigmund Freud’dur.
Misyoner pozisyonu hariç neredeyse tüm cinsel temasları bozukluk olarak niteleyen Freud’a göre röntgencilik skopofili (bakarak tatmin olma bozukluğu) idi. Freud, skopofiliye ilk kez 1905’te yayınladığı “Three Essays on the Theory of Sexuality”de (Cinselliğin Teorisi Üzerine Üç Makale) ele alır. Daha sonraki çalışmalarında da tezini geliştirmeyi ve skopofiliye boyut katmayı sürdürür. Ancak aslında Freud’un yaptığı da toplumu yargılamak ve bilim uğruna “gözetlemek”ten başka bir şey değildir. Freud’un yaklaşımının voyeurism’i sanata ve kültüre çok daha tartışma yaratacak şekilde soktuğunu söylersek yanlış olmaz. Çünkü bir fenomeni kategorize etmek, adlandırmak; onu tartışmaya açmanın yollarından biridir.
Dikiz ve Sanat
Oscar Wilde, ünlü eseri ve tek romanı “Dorian Gray’in Portresi”nin önsözünde “Sanatın gerçekte yansıttığı yaşam değil, gözlemcidir.” der. Üstüne defalarca söz söylenmiş olsa da, ben bu sözü yeterince açıklayıcı buluyorum. Çünkü “bir gözlemci olarak sanatçı” kavramını özetliyor.
Freud’dan önce, 19. yüzyılda Fransız ressamların yaptığı da buydu. Ressamlar doğayı ve insanı olduğu gibi değil gözlemledikleri kadarıyla yansıtmaya karar verdiler. Işığı ve rengi birer araç olarak kullandılar. Resim sanatını stüdyodan çıkarıp sokağa ve doğaya taşıdılar. Böylece “empresyonizm”e (izlenimcilik) can verdiler. Doğayı ve akıp giden kent hayatını gözlemlediler. İlk defa “gözlemlemek” oluşturulacak eserin kendisinden daha öne çıkıyordu. Işık, yani görmek, göz ön plana çıkıyordu. Başını Claude Monet, Renoir ve Pissarro’nun çektiği akımda resmeden ressamlar, tuval ve fırçalarını alıp saatlerce sokaklarda insanları ve davranışlarını gözetliyorlardı. Ardından da tüm bu gözlem sürecini adeta damıtıyor ve bu sürecin onlarda bıraktığı izlenimi, etkiyi tuvale aktarıyorlardı. Aslında 19. yüzyıla kadar zaten yapılmakta olan, yani sanat icra etmek için gözlem yapma durumu, artık resmen bir akıma dönüşüyor ve bir nevi meşrulaşıyordu. Ardından izlenimcilik edebiyata, şiire, hatta müziğe yansıdı. Yani tüm elemanlarıyla kültüre dahil oldu. Dünya, sanayi devrimi ile tarihinin en önemli değişimlerinden birini yaşarken, sanat da benzer bir değişimin eşiğinde durmaktaydı. Üstelik izlenimciliğin doğduğu yıllarda bir başka devrim daha yaşandı ve Tanrı fotoğraf makinesini yarattı… Fotoğraf, fotoğraf makinesi ve fotoğraf sanatı, voyeur’u kültüre, algılara ve sıradan bireylerin hayatına sokan en büyük etkendir. Üstelik bunu kapitalist bir dayatmayla yapar.
Fotoğrafın varlık kazanmasından sonra dünya üzerinde gözlemleme ve dikiz algısı değişti, hatta evrim geçirdi. Yıllar içerisinde küçülerek cebimize giren fotoğraf makinesi herkesi birer röntgenciye dönüştürdü. İnsanlar kent hayatı içinde röntgenci ya da teşhirci olmak arasında mekik dokuyan birer “post-imge”ye dönüştüler. Kaczynski’nin dediği gibi, bir teknolojik gelişme gerçekleşince süreci tersine çevirmek imkansızdır. Fotoğraf örneğinde de öyle olmuştu işte. Fotoğraf, voyeur’u yeniden kodladı. Üstüne bir de “sinema” eklenince, kent hayatının ve dolayısıyla kültürün en büyük elemanı halini aldı voyeur. Pornografi kolaylıkla ulaşılabilir ve uygulanabilir bir tarz halini aldı. Üstelik Freud röntgenciliği bir bozukluk olarak nitelemişti. Freud’un bozukluk olarak nitelediği tüm eğilimler, popüler kültür içinde kendini bir “fetiş”e dönüştürüyor ve kapitalizm de onları bir güzel satıyordu.
Voyeur ve Popüler KÜLT-ür
Voyeur’un popüler kültürle ilk etkin etkileşimleri 60’li yıllarda başlıyor. Bunda kuşkusuz kült yaratan kült film Peeping Tom’un (1960) büyük etkisi var. Michael Powell’ın yönettiği ve bir seri katilin kurbanlarını öldürürken diğer yandan ölüm anlarını kaydetmesini anlatan ve hala daha tartışılagelen filmi yani. Peeping Tom, voyeur ve “snuff film” kavramına sağlam bir bakış atan, izleyiciyi de başrolle, yani seri katil Mark Lewis ile eş tutan ve gözetleme eylemine dahil eden, aynı zamanda bir ahlak tartışması da başlatan çok önemli bir film. Peeping Tom’dan sonra aynı adla müzik grupları kurulmuş, albümler çıkarılmış, şarkılar bestelenmiştir.
Peeping Tom’un getirdiği yeni bakışla döneminin en anagard sanatçılarından pop art ustası Andy Warhol da voyeur’a bulaşıyor ve ardı ardına deneysel filmler çekiyor. Bike Boy (1967) ve I, a Man (1967) bunlara örnek verilebilir.
Aslında Peeping Tom’dan önce Alfred Hitchcock 1954 yılında çektiği Rear Window (Arka Pencere) ile voyeur’u voyeur olarak sinemaya taşıyan ilk isimlerdendir. Ancak Hitchcock’un filminde voyeur hayat kurtarmaya yönelik bir eylem olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda enteresan bir etik anlayışa sahiptir. Benzer bir yaklaşımı İngiliz yönetmen Andrea Arnold’un en sevdiğim filmlerinden Red Road’da (2006) da görmek mümkün. İskoçya’da mobese kameralarının kontrol merkezinde çalışan ve dolayısıyla vaktini insanları gözetlemekle geçiren bir kadının mobeseler sayesinde kişisel adaletini sağlayışını anlatır film. Söylemekte fayda var; film mobeselerin röntgenci yanını gözler önüne sermekte çok başarılı. Her biri belli bir sokağı izleyen kontrol memurlarının mahremiyeti ihlal edişini izlerken rahatsız olmamak elde değil.
Sinemada voyeurism’in rahatsız edici bir şekilde kullanıldığı bir başka film Gaspar Noe imzalı Irreversible (2002/Dönüş Yok). Monica Bellucci’nin tecavüze uğradığı sahnede ısrarla, izleyicinin gözünün içine bakarak kameraya uzandığı ve adeta yardım için yalvardığı sahne, otomatik olarak sinema salonundaki izleyiciyi dikizci konumuna düşürür.
İzleyiciyi açıktan röntgenci durumuna düşüren bir başka tür ise yamyam filmleri. POV’un da ilk örneklerinin verildiği bu filmlerde sıklıkla gerçek hayvan katletme sahnelerine yer verilir. Bu anlamda bir nevi snuff film olma özelliği de taşırlar.
70’lerden beri popüler kültürü kasıp kavuran ve kültleşen teen slasher serilerinde de (Halloween, Friday The 13th gibi) eli baltalı ya da testereli katiller kurbanlarını gözetlemekten geri durmazlar. Bu filmlerde voyeur haz amaçlıdır. Katil kurbanını izlemekten haz alır. Ayrıca bu “sapkın” eğilim slasher izleyicilerini daha da çok tedirgin etmekte, yani satışı artırmaktadır.
Voyeur’u hazla kodlayan bir başka popüler isim ise Tinto Brass. Brass, pek çok filminde “gözetleme”yi cinsel haz aracı olarak, erotik üslubuyla sunar. The Voyeur (1994), La Chiave (1983/Anahtar), Senso 45 (2002) voyeur barındıran Brass filmlerine örnek gösterilebilir.
En sevdiğim yönetmenlerden Michael Haneke imzalı Caché’de (2005/Saklı) ve David Lynch imzalı Lost Highway’de (1997/Kayıp Otoban) gözetleme eylemi bireysel bir ilgi olmaktan çıkar ve gözetleneni tehdit eder. Zira her iki filmde de bir takım insanlar gözlenmekte, gözlenirken kaydedilmekte ve bu görüntüler izlenen kişilere yollanmaktadır. Haneke ayrıca, 1992’de çektiği Benny’s Video’da voyeur ve teknoloji arasındaki ilişkiyi de irdelemiştir.
1993 yapımı Sliver da (Ira Levin’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır) teknoloji ve voyeur ilişkisine değinen bir yapım. Güvenlik kameraları sayesinde gökdelen sakinlerini gözetleyen bir adamın hikayesini irdeliyor.
Vladimir Nabokov’un kült ederi Lolita’da da voyeur öğelere rastlanır. Zira Humbert Humbert vurulduğu 12 yaşındaki Dolores’i gözetlemekten kendini alamamaktadır. Pınar Kür’ün önce yasaklanan, ardından yayınlanan romanı Asılacak Kadın’da ise iktidarsız ve yaşlı bir erkeğin genç karısını başkalarıyla seviştirme ve izleme merakı işlenir. Roman, aynı adla sinemaya da uyarlanmış ve başrolleri Müjde Ar ve İsmet Ay paylaşmıştır.
Popüler dedektiflik romanlarının ünlü yazarı Georges Simenon’un romanı Monsieur Hire da voyuer düşkünü bir adamın dikiz merakına eğilir. Bir kadın öldürülür ve tüm mahalle katilin Bay Hire olduğunu düşünür. Çünkü o tuhaf bir adamdır. Bu noktada dikiz ve ahlak meselesine bir bakış getirir roman. Roman 1989’da filme de alınmıştır.
Son yıllarda ise eğilim, büyük prodüksiyonlardan değil, el kamerası ile çekilen küçük bütçeli filmlerden yana. Zira geldiğimiz noktada teknoloji öyle ilerledi ki filmler, müzik videoları ya da tv programları gerçekliklerini yitirmeye başladılar. Çünkü haddinden fazla kusursuz görüntülere sahipler. Yüksek dozda hiper-realizm, seyircide bir yabancılaşma etkisi yaratıyor. Oysa el kameraları izleyiciyi yeniden o “gözetleme” hissine geri götürdü. Blair Witch Project (1999), REC (2007), Cloverfield (2008), Paranormal Activity (2007) gibi yapımların kusursuz görsellikteki yapımlardan daha çok beğenilmesinin nedeni de bu. Ayrıca dünyanın akım yaratan galerinde, New York’da, Paris’de yeni trend, gerçek boyutlarda üretilen hiper-realist heykeller. Bu heykeller bir anı da tasvir ediyor olabilir, bir durumu da. Ama nihayetinde izleyenleri “dikizci” konumuna düşürmekten geri kalmıyorlar.
Voyeur hiç kuşkusuz, sanatta ve kültürde yer etmeyi sürdürecek. Çünkü ultra güvenlikli sitelerde yaşayan, güvenilir avm’lerde alışveriş yapan, tv’de kimin kiminle nasıl evlendiğini gözetleyen, komşusunu dikizleyip sonra da dedikodusunu yapan “ahlak” değerleri son derece yüksek kocaman bir küresel derebeylikte yaşıyoruz. Unutmayın; popüler kültürü gaipten birileri değil, bizlerin tercihleri yaratıyor…
“medeni” bir röntgenci olarak devlet
Dünya üzerinde kaç milyon mobese kamerası var biliyor musunuz? Söylemesi çok güç… Bu rakam örneğin Londra’da 500 bin. İngiltere genelinde 2 milyon kadar olduğu düşünülüyor. Devletlerin, şirketlerin, binaların, avm’lerin, sitelerin kendi özel kapalı devre güvenlik sistemleri var. Başka bir deyişle, aramıza yerleştirilmiş milyonlarca göz var. Sauron’un gözü gibi de durmadan bizi gözetliyorlar. Örneğin siz de güvenlik gerekçesiyle apartmanınızın girişine bir kamera koyabilir ve sokağınızı gözetleyebilirsiniz. Bu sorun teşkil etmez.
Bir işe başvururken, devlet dairesinde form doldururken, hatta internet abonesi olurken; nerede oturduğunuzu, evli mi yoksa bekar mı olduğunuzu, sigara içip içmediğinizi, bazı durumlarda boyunuzu, göz renginizi, hobilerinizi, sağlık problemlerinizi belirtmek zorundasınız. Başka bir deyişle kim olduğunuzu kısaca yazmanız gerekiyor. Birilerine benliğinizi sunmanız gerekiyor.
İnternet üzerinden herhangi bir programın güncellemesini yaparken Windows ya da başka şirketlerin IP adreslerinizi tespit etmesine, bazı durumlarda bilgisayarınızda bulunan verileri incelemesine izin veriyorsunuz.
Kredi kartlarıyla alışveriş yapıyor, her an nerede ne alıp ne yediğinizi gözler önüne seriyorsunuz. Elinizdeki cep telefonu adeta gömleğinizin altına yerleştirilmiş bir izleme aracı ya da mikrofon gibi kullanılabiliyor. Ne zaman kalktığınız, ne yediğiniz, hangi yollardan geçip hangi işe gittiğiniz, kiminle konuştuğunuz, ne konuştuğunuz, ne izlediğiniz, ne okuduğunuz, kişisel bilgisayarınızdan hangi sitelere girdiğiniz biliniyor. Daha doğrusu gözetlenmek istendiğinde kolaylıkla tespit edilebiliyor.
Dünya gezegeni tam bir uydu çöplüğü. Dünyanın yörüngesinde çeşitli amaçlarla fırlatılmış, irili ufaklı binlerce uydu var. Bunların büyük çoğunluğu şehrinize, mahallenize, sokağınıza zoom yapabilecek kapasitedeler. Yapay uyduların neredeyse tamamı çok uluslu şirketlerce ya da ülkelerin güvenlik birimlerince kontrol ediliyorlar.
Mernis projesi ile her birinizin Matrix’e bağlanma süreci tamamlandı. Artık birer birey değil, 11 haneli birer numarayız. Ürün kodu gibi kodlarımız var.
Mahremiyet, 21. yüzyılda ortadan tamamen kalktı. Tarik Saleh’in 2009 yılında gerçekleştirdiği hiper-realist animasyon Metropia’da şirketler kontrolündeki devletlerin dikizciliği işleniyor. Bu dikizcilik merak köreltmekten ziyade vatandaşları kontrol altında tutmayı amaçlıyor elbette. İşte devlet röntgenciliğinin günümüz itibarıyla geldiği nokta budur. Bireysel mahremiyetin yok oluşu ve kontrol altında tutulması gereken vatandaşlar. Kameralar, güvenlik sistemleri, uydular, dinleme cihazları, monitörler ve daha nice dikiz elemanıyla kuşatılmış şehirler. Kuşkunuz olmasın, bu çağda herkes dikizlemeyi seviyor; ama çağımızın en medeni dikizcisi devlettir.
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
Serdar Kökçeoğlu – yönetmen, sinema eleştirmeni
Beyazperdedeki “anahtar delikleri”
Sinemada “voyeur” kavramı dediğimiz zaman karşımıza sayısız yol açılıyor; bazıları birbirinden uzak yönlere dağılırken, bazıları birbirinin içine gire çıka yönünü buluyor. Galiba bir noktada ayrımı iyi yapmak gerekiyor: Sinema sanatının emeklediği, büyüdüğü ve geliştiği 20. yüzyılda voyeur kavramının taşıdığı anlamla, 21. yüzyılın başlarında taşıdığı anlam çok farklı. Kamera ve diğer kayıt/çekim teknolojilerindeki gelişmeler ve neredeyse yaşam tarzlarını yeniden tanımlayan internet olgusunun bu kavrama getirdiği yenilikler sonsuz.
20. yüzyılda sinema, voyeur olgusuna sıkça yer vemiştir; sanat sinemasının unutulmaz klasiklerinden istismar sinemasının en “obscure” örneklerine kadar sızmıştır gözetleme teması. Sanatçının bakışı da tartışılır bu filmlerde, gözetlemekten haz alan insanların çarpık ruh hali de. 1960 tarihli Peeping Tom bu anlamda dönemine göre çok ilerici bir denemedir mesela. Şüphesiz Blow Up (1966) gibi derinlikli çalışmalarda filmin kahramanı ile sinema izleyicisi arasında zihin açıcı bağlantılar kurulur. Gözetlemenin ideolojik ve etik anlamı üzerine Orwell gibi yazarlara göndermelerle dolu sayısız fikir ve tartışma da üretilmiştir sinemada. Özellikle bilim kurgu sinemasında ayrı bir alt tür oluşturmaktadır bu tarz çalışmalar. Günümüzde ise bilim kurgu ile güncel arasındaki fark kapanmış ve bilim kurgu “retro” bir nitelik kazanmaya başlamıştır.
Bugün geldiğimiz noktada bu fikir ve tartışmaları yetersiz bırakan tuhaf insanlık deneyimlerine sahibiz. Gözetleyenin gözetlenenle gizli bir ilişki içinde olduğu, gözetleyenin aynı zamanda gözetlendiği durumlar bunlar ve artık televizyon programları da sinemacılık yapmaya soyundu. İnsanlar kendi rızalarıyla kamera dolu evlerde dramalar yaratmaktalar. İnternetin ilk dönemlerinde porno sitelerde voyeur’lüğün kullanıldığı sahte fotoğraf ve filmlere yer verilir, meraklısı için kurmaca mizansenler yaratılırdı. Bugün “youtube devrimi” sonrası, herkesin kendi yatak odası fotoğraf ve çekimlerini paylaştığı seks siteleri, eski tarz sitelerin önüne geçmiş durumda. Kısaca, voyeur kavramının yerini teşhircilik almış, teşhircilik ise eski anlamından uzaklaşarak “normal”leşmiştir.
Meseleyi yeniden sinemaya çevirirsek, POV (point of view porno ya da film – kameranın kullanım tarzı. Seyirci sanki kendi yaşıyormuş gibi hissetsin diye) tarzı filmleri anmamak olmayacak. Paranormal Activity (2007) gibi filmler, izleyicinin gözetleme merakını gıdıklarken korku mizansenleri yaratarak tür sinemasında yeni bir sayfa açıyor. Önümüzdeki yıllarda video oyunları ve sinema arasındaki ortaklıkların, sinema izleyicisinin olaylara birinci elden şahit olma duygusunu yaşayacağı pek çok senaryo ortaya çıkaracağı öngörülebilir. İnsanoğlundaki gizli, yasak, erotik ve karanlık olana şahit olma arzusu devam ettiği sürece sinemanın bir yönü “anahtar deliği” olmayı sürdürecektir. Ama buradaki erotik hazzı sömürmeye çalışanlar kadar bu işlevi sorgulayan yapımlarla da karşılaşacağız.
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
Erdal Kınacı – fotoğraf sanatçısı
Mernis projesi ile damgalı koyun haline getirilen, mobese ve diğer izleme cihazları ile attığımız her adımı kaydeden devlet kuşkusuz en büyük “voyeur”dur.
Hal böyle iken bu “en büyük voyeur” liderliğini kimseciklere kaptırmak istemez ve “kişisel veri” kavramı içerisine fotoğrafı da sokarak, fotoğrafçı olarak geçinen biz minik voyeur’ları 1 ile 4 yıl hapis cezası ile cezalandırmaya kalkar. (bkz: TCK 136)
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
Cahilus – fotoğraf sanatçısı
Alayımız dikizciyiz!
Teknolojinin bu gün ulaştığı aşamada, giderek daha fazla tartışma ve norm geliştirme ihtiyacı duyuran bir konu bu “voyeur/voyeurism” konusu.
Esas olarak iyice daraltılmış ve hedefe odaklanmış anlamıyla, “mahrem koşullarında gerçeklesen ve içinde insan(lar) olan cinsel temalı bir eylemi gizlice seyretmeyi” tanımlayan bir kavramdan söz ediyoruz. Kuşkusuz daha geniş anlamda ve farklı felsefi soyutlama düzeylerinde bu kavramı sağa sola çekiştirmek, esnetmek ya da renklendirmek mümkün.
Benim sokak ortasında (yani herkese açık alanda), gizlenmeden (yani insanların içinde ve elimde kocaman bir fotoğraf makinesi ile) fotoğraf çektiğimi ve özel olarak cinsel temalara odaklanmak gibi bir eğilimimin olmadığını söyleyebilirim. Fakat öte yandan, elbette derinlemesine bir gözleme/gözetleme faaliyeti içinde olmasam, bu tarz fotoğraflar çekemezdim. Bu pencereden bakıldığında, bütün fotoğrafların “voyeur” olduğu gerçeğine ulaşırız. Haliyle, fotoğrafçıların da dikizci olduğunu söylemek, doğal olarak o fotoğrafları seyredenlerin de bu “suç”a ortak olduklarını söylemeyi gerektirir.
Söyleyip kurtulalım öyleyse: Cümbürcemaat, alayımız dikizciyiz! Fotoğrafçıların bu bâpta fotoğraf seyircilerinden belki tek farkı, daha becerikli dikizciler olmalarından ibarettir. Çünkü bildiğiniz gibi bir fotoğraf karesini bakılır kılmak; o kareyi yolu yordamınca kadrajlamaktan, ışığı düzgünce kullanmaktan, karenin içeriğini sabırla oluşturmaktan ve nihayet içine ruh üflemekten geçer. Galiba fotoğraf ile sanat kavramları, tam da bu çerçevede yan yana gelirler.
Bu anlamda seyirci (şanslı kerata) hazıra konmaktan gayri bir özelliği olmayan dikizciden ibarettir. Hiçbir biçimde emek harcaması beklenmez; gelsin, baksın, gerektiğinde ahlaksızlıkla suçlasın, hatta daha da gerekirse “ucube” diyerek yırtsın.
Başlarken, teknolojinin bugün ulaştığı aşamadan söz etmiştim. Düşünelim şimdi. Fotoğrafçı, elinde mükemmel bir lens takılı, çözünürlüğü çok yüksek bir makine ile bir sokağın ortasında durmuş, fotoğraf çekmekte olsun. Sokaktan insanlar geçiyor. Sağlı sollu evler ve mağazalar var. Bir yaz öğleden sonrasının rehaveti çökmüş şehre. Evlerin çoğunun pencereleri açık; bazılarının perdeleri de. Açık perdelerden birinin gerisinde, olanca gürültüsü ile sevişmekte olan bir çift var ve fotoğrafçı, hiç de özel olarak onları fotoğraflamak amacında olmadığı halde, sabitlediği karelerin bir kaçına o çift de girmiş. Ciftin “hedef” olmadığı, karenin bütününe bakıldığında anlaşılmakta. Lakin çözünürlüğü yirmi küsur milyon pixel olan bir karede, sadece “o bölüm”ün kırpılarak ayrılması işten bile değildir.
Bilinçli olarak son derece az ayrıntı ile donattığım bu tasvir, hayal gücü zengin okurlarca ayrıntılandırılsa, her bir ayrıntıdan kaç hukuk davası, kaç ahlak problemi, kaç kavram tartışması çıkar tahmin edebilir misiniz?
Dikizcilik/röntgencilik konusunu konuşurken, en görünür yere koymamız gereken kavram, “mahrem”dir ve bana kalırsa konuştuğumuz eylemin ‘ahlak’a dokunduğu tek nokta da budur. Mahrem, başkalarıyla paylaşmayı istemediğimiz ve bunu sağlayabilmek için de önlem aldığımız her şeydir. Yani paylaşmayı istememek yetmez; bunun için önlem de almak gerekir. Bu bâptan alınmış her tür önlemi aşıp (delip) geçmek, mahreme tecavüzdür. Dar anlamda voyeurism kavramıyla karşılayabileceğimiz “mahrem’e tecavüz”, devletlerin öteden beri uyguladıkları (her tür dinleme ve gözetleme faaliyetleri) rutin işlemlerdendir ve eğer bu konuda bir “karşı-kampanya” açılacaksa, öncelikli hedefin bireyler değil devletler olması gerektiği aşikardır.
Yoksa bir cinsel ilişkiyi seyreden bir dikizci, sadece dikizcidir; ahlaksız değil! Ötekine berikine, soluk alıp verircesine kolaylık ve rahatlıkla “ahlaksız” diyebilen insan kalabalıkları, sırtlarını indirilmiş kitaplara dayayıp bindirilmiş kıtalar halinde linç turlarına çıktıklarında, onları koruyup kollayan dikiz kameralarını (mobese diye okuyun) yerleştirenleri asla ahlaksız bulmamışlardır.
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
Cenin Von Catlien – ressam
Elektronik aletlerin fişini çekin!
Hepimiz dikizci, hafif tabiriyle izleyiciyiz, ama her şeyden önce birilerinin gözünde (devlet, şirketler, medya vs.) tüketiciyiz, zaten bu kültürün içine doğuyoruz. Asli görevi tüketimi kültürünü yaymak olan -ki bunu reklam arası dizi ve programlarla yaşam tarzlarını göstererek yapar- televizyon ve film endüstrisi ile yayılan voyuerism ise özel hayatları evimizin içine taşıdı. Şimdi bu süreç, tv’de reality şovlar, internet ve sosyal paylaşım ağlarının kullanımıyla doruk noktasına ulaştı. Teknoloji, hala, öncelikli olarak askeri amaçlarla geliştiriliyor (misal internet), sonra şirketler kanalıyla tüketim endüstrisinin emrine giriyor. Zaten, devletler de artık şirketlerin kontrolünde… Bu durumda devletin yaptığı izlemeler de aslında şirketlere veri sağlamak için kullanılmış oluyor.
Herkes öyle de ya da böyle ünlü olmak istiyor, illa TV’de 15 dakika görünmeniz gerekmez, facebook da işinizi görebilir. Elbette her şey izleniyor ve izlenmeye devam edecek. Biz de izliyoruz, yapay etkinliklere katılıyoruz, paketlenmiş kültür endüstrisini tüketmeye devam ediyoruz. Çağdaş sanat daha da voyuerism’e hizmet eden, “satılabilir” işlerle ilgiyi üzerine çekmeye çalışacak (misal Jeff Koons’un “Dirty-Jeff on Top” işinde Cicciolina ile sevişmesi ve bize bunu dikizlettirmesi gibi). Kenarda köşede yeşermesine izin verilen alt kültürleri, ana akım kültürün içine çekerek kendini sözde “yenileyen” kültür endüstrisi bize “yeni” ürünler sunmaya devam edecek. Bu Lady Gaga, iphone ya da Muhteşem Yüzyıl dizisinin takıları şeklinde olabilir. Bundan sonra önemli olan tek şey her şeyin “satılabilir” olması. Tüm bunlardan rahatsız mısınız? O zaman önce evinizdeki elektronik aletlerin fişini çekin ya da iyisi mi dağlara çıkın, çünkü artık kaçış yok.
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
Rafet Arslan (a.k.a. Bay Perşembe) – küratör
Röntgencinin Cesedi Kıpırdıyor!
Aslında sanat hep dikizci olagelmiştir; Baudelaire’in “flaneur” kavramından yola çıkarsak, sanatçı büyük şehrin lagunlarında gezen ve şehrin simge ormanlarında röntgencilik yapan bir nevi imge avcısıdır. Ama avangard’ın röntgenci gözü basit bir izleyici değildir, dikizlediğini sanata dönüştüren, sorular soran, total bir dönüşümü, değişimi kışkırtan mahiyettedir.
Geç kapitalizm; avangard’a ait kavram ve değerleri alıp, kendi tüketim ideolojisine, sergilediği gösteriye çevirmede ustalaşmıştır. Flaneur’ün röntgenci gözündeki enerjiyi kendine mal eden gösteri, kitlelerin bilinçaltına seslenen reklâmlar ve kültür endüstrisi vasıtasıyla röntgenciliği kitleleştirmiştir. Özellikle son 30 yılda bu röntgenci haz kelimenin Lacancı anlamıyla bir artı-keyfe dönüştürülmüş, Körfez Savaşları, Balkanlardaki milliyetçi savaşların medyadaki sunumuyla pornografi toplumu aşamasından, snuff film toplumu modeline geçmiştir. Artık herkes röntgenci, çocuklar bile ellerindeki dijital kameralarla röntgenci rolünü oynayarak büyümeye alışmışlardır. Koyu ahlaki değerleri kuşanmış gözüken toplum, gün ışığına yansımayan gündeliğin hayatın bodrumlarında röntgenci gözün sefil bir simülasyonunu kitlesel olarak yeniden-yeniden üretmiş, artık yabancılaşma gibi kavramlar bile yaşanan sefaleti dile getirmekte yetersiz kalmıştır.
Baudelaire’in, Benjamin’in, Gerçeküstücü devrimcilerin yadırgatıcı, şok edici, gündeliğe müdahaleci röntgenci gözünden, gösteri sapıklığının gözüne düşüşte, kaybedilen ise tin’dir. 21. yüz yılın sanat eylemcilerine, daha doğrusu eylem sanatçılarına düşen ödev, esir alınmış tüm imgeleri-eylemleri sistemin elinden geri almak, baştan çıkarmanın devrimci enerjisinin hayaletlerini geri çağırmaktır. (baypersembe@gmail.com)
yeniHarman Dergisinin Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Elinize sağlık çok güzel olmuş
röntgenciliğin röntgeni çekilmiş de teşhir edilmiş gibi bir yazı olmuş