YA BU DURAKTA İNERSİN YA DA…
Son yılların en çok rağbet gören sinemasal trendi haline gelen “80’ler ruh çağırma seanslarının” dozajı arttıkça; aksiyon sinemasının kıyıda köşede kalmış örneklerini yeniden keşfetme alışkanlığını da edinmeye başlıyoruz. Geriye dönük bu yeniden keşifler bir taraftan hafızalarımızı tazelerken, diğer yandan da sinema dünyasının bit pazarı tezgâhındaki ürünlerin aslında sandığımızdan daha lezzetli olduğunu hatırlatıyor bizlere.
Tezgâhtaki yapımları bu gün daha değerli hale getiren en önemli özellikleriyse, karşımıza sanat adı altında çıkarılan ve karmaşık olmayı “sanat olmanın” en önemli kıstası olarak gören anlayışın iyiden iyiye ekşimeye başlaması olabilir belki de! Çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar en kaba tabirle “paçoz” olarak nitelendirilen yapımları yeniden değerlendirme şansı bulduğumuz böyle bir dönemde; elimize yeniden geçen bu güzide ürünlerin yüzeylerini kazıdığımızda aslında pek çok bileşenin sanıldığı kadar rastlantısal biçimde bir araya gelmediğini anlamaya başlıyoruz biraz da! Nihayetinde gündelik zevklerinde kalite aramayan orta sınıf insanının, söz dönüp dolaşıp sinemaya geldiğinde büründüğü o yapay seçicilik ve şekilciliğin aksine; söylemlerindeki okkalı yanlışlara rağmen, meseleyi doğrudan izleyicinin gözüne sokan yapımların aforoz edilmesine bir tepki de olabilir bu kucaklaşma!
Peki Ferdinando Baldi yani nam-ı diğer Ted Kaplan’ın alametifarikalarından biri olan War Bus’ı, yukarıdaki fiyakalı laf salatasının neresine sokuşturmak gerekiyor? Çeşnisinde aşırı kokuşuk erklik gevelemelerinden, o alışıldık mikro iktidar mücadelelerine; paslı ve sinir bozucu militarist söylemlerden, tüm karakterlerde baş gösteren yordamsız şiddet düşkünlüğüne kadar hemen hemen her tarafına dağılan ve buram buram samimiyetsizlik kokan envai çeşit baharatına rağmen; eksantrik tatlar da barındırıyor içerisinde War Bus!
Karşımızda, sadece 80’ler konseptinin kabul edebileceği dozda bir malzemeye sahip olmasına rağmen, bu gün dolgun bütçeli Hollywood aksiyon mahsullerinin bile kayıtsız kalamayıp arada sırada izleyiciye nanik maiyetinde fırlattığı cinsten bir öykü var! Hesapta savaş alanının raconundan bir haber olan misyonerlerden oluşan bir ekibin, Vietkong’lar tarafından saldırıya uğradığı ve kendilerine kaçış vasıtası olarak da sarı bir okul otobüsünü seçtikleri hikâye; büyük ölçüde bu otobüsün görsel gücüne sırt dayıyor! İçine düştükleri ortamın karmaşasına adapte olamayan muallebi misyonerlerimiz, Vietkong saldırısından paçayı sıyırıp, tek derdi sözüm ona “hayatta kalmak” olan bir avuç Amerikan Deniz Piyadesi ile karşılaştıktan sonra da; otobüsün hem sığınak hem de vasıta bellendiği, çatara patarası oldukça bol bir yolculuğa çıkıyoruz!
War Bus, bu gün itibariyle biraz köhnemiş avantür kreasyonunun en yakışıklı örneklerinden biri! Django ve Adios Texas gibi filmlerle kalbimizi kazanmış olan Ted Kaplan’ın, bu son derece basit konuyu, böylesine maço bir aksiyona evirmesi başlı başına takdire şayan! Hiç rötuş gerektirmeksizin bir savaş makinesine dönüşen okul otobüsü, sözde tek derdi düşman sınırını geçmek olan piyadeler ve misyonerlerin elinde, kıyımın sembolü haline geliyor! Düşman mevzilerindeki hemen hemen tüm mekânlara kafa göz dalan kahramanlarımız, 80’lerin kült video oyunu Contra’dan fırlamışçasına deli danalar misali etrafa saldırıyorlar. Bu günün aksiyon sineması trendleri düşünüldüğünde, izleyicide dazlak şaşkınlığı yaratabilecek bu manevra kabiliyeti sayesinde yönetmen Kaplan; her anlamda dönemin video oyun konseptini yakalamayı başarıyor!
Tabi steroid deposu kahramanlarımızın, paçayı kurtarmaya çalıştıkları bu coğrafya sınırlarında, uğradıkları her mekânı fütursuzca tarumar etmekle kafayı kırdıklarını iddia edemeyiz. Ellerinde tuttukları devasa otomatik silahlara kurşun işeterek, izleyiciyi barutla terbiye eden gözüpek piyadeler; bu şiddet senfonisine aşk notaları eklemeyi de ihmal etmiyorlar. Öyle ki her piyade bir misyoner hatunun kalbini çalmakla kalmıyor, süreç içerisinde onların sorumluluklarını üstlenmeye de başlıyor.
Ted Kaplan, bir obje olarak NGH 666 plakalı sarı otobüsün grafik olanaklarını sonuna kadar sömürmeyi başarmış. Vietnam’ın bakir(!) kırsallarında benzin çiğneyen okul otobüsünü, bir aksiyon aparatı olarak kullanma kurnazlığının, işe yaradığını söylemek için kahin olmaya gerek yok! Hatta Kaplan bir adım daha ileri giderek, tüm karakterlerini otobüsün gölgesine itelemekten bile çekinmiyor. Nihayetinde kahramanların hepsi birer birer kevgire dönse bile efsanevi otobüsümüz, kaportasındaki sayısız deliğe rağmen dimdik ayakta kalabiliyor. İşin fantezisine kaçarak beylik eğitim-öğretim okumaları yapmaya kalkışacak sinefilleri kısmi felcin beklediğini söylemekte yarar var! Yine de sarı okul otobüsünün, cengaver deniz piyadesinin cebine tıkıştırdığı Amerikan bayrağından daha vurucu bir etnik sembol haline getirmeyi başarıyor Kaplan… Filmin pek de derin olmayan politik söyleminin ekşiliği de aslında bu noktada ağız yakıyor biraz da!
Öyküye yerleştirilen bu işler grafik tercihe rağmen filmin, Kaplan’ın filmografisindeki diğer güzide inciler kadar layığını bulabildiğini söylemek pek de mümkün değil! Yıldızı asla tam olarak parlayamayan Daniel Stephen’ın kariyerinin zirvesi olan film, bu gün hala yüksek keşif değeri taşıyan bir avantürperest çerezi!