Birçok kanaldan, çeşitli oyuncular ve yönetmenler hakkında birer yazı kaleme almamı rica eden mesajlar alıyorum, bazı öneriler gerçekten çok sevdiğim isimler oluyor ama yeri gelmişken şunu belirteyim, benim önce elimdeki listedeki isimleri tamamlamam lazım. Ki, bu da yola çıktığım listenin büyüklüğü hesaba katıldığında yıllarımı alacağa benziyor.
İyi bilmediğim, pek tanımadığım ve sinemasına hakim olmadığım isimleri şu aşamada değerlendirmem mümkün değil, önce yazacağım kişinin filmlerinin hatırı sayılır bir kısmını seyretmiş olmam ve çeşitli okumalar yapmam lazım. Öncelik verdiğim isimlerin çoğu küçükten beri hafıza dağarcığımda yer etmiş kişiler yani bu yazılarda sadece sanatçıları anlatmakla kalmıyorum, kendime -kendim anlayacağım şekilde- kendimi de anlatmış oluyorum. Bu biyografik nitelikli yazılarımın çoğu kişisel yazılardır yani otobiyografik nitelik de taşımaktadır. Öte yandan; herkesin hakkında birer yazı yazabileceği, önünde uzun bir kariyerin kendilerini beklediği popüler isimleri de şimdilik geçiyorum, rica eden oldu diye söylüyorum, benden Colin Farrell, Guy Ritchie dosyası falan beklemenin şu aşamada bir anlamı yok, bu işi yapabilecek bir sürü yetenekli kalem var zaten. Gördüğüm kadarıyla, ellerinden geleni yapıyorlar da. Açıkçası ben önceliği; filmlerini çok sevdiğim, bugünlerde biraz kıyıda köşede unutulmuş olduğu hissine kapıldığım, Türkçe literatürde izine pek rastlanılmayan yabancı isimlere vermiş durumdayım. Ve bunların da tamamına yakını hayatını kaybetmiş ve/veya kariyerini sonlandırmış isimler olacak gibi. Ayrıca sevmediğim, beğenmediğim sinemacıları da anlatmaya pek niyetim yok, o işi hayranlarına bırakıyorum. Kısa bir bilgilendirmeye yapayım dedim, şimdilik durum budur. Hadi devam edelim…
Chez Paulette’teyiz. Sunset Bulvarı’nda Dean Martin’in restoranının (Dino’s) hemen karşısındaki sokakta, sağda. Sene 1963 falan olmalı. Dışarıda hava soğuk ve hafiften yağmurlu… Her kalabalığın olduğu gibi Chez Paulette’teki kalabalığın da kendine has ezgiler taşıyan bir uğultusu var. Ve tabii ki buraya gelenlerin profili “Dino’s”a gidenlerden biraz farklı ama yine de elit bir yer. İçeriye bakıyoruz ve yavaş yavaş yüzleri seçmeye başlıyoruz. Müdavimler Marlon Brando ve Ricky Nelson barda. Ricky masada oturmayı sevmez. Robert Culp eşiyle beraber ortadaki bir masada, her zamanki gibi keyifli ve heyecanlı. Culp, hararetle, arkadaşlarına haftasonu yazdığı senaryodan bahsediyor. “Adamımız”ın “Pupi’s”den arkadaşı Jack Nicholson da bu akşam uğramış. Garson kız Sally Kellerman içki taşıyor, her zamanki gibi çok güzel. Nick Georgiade’nin mutfağındaki dev masada kağıt oynayan birçok isim bu akşam burada, en başta da “bizimki”nin arkadaşı Steve McQueen. O da bir masada arkadaşlarıyla takılıyor ama bir gözü Sally’de. Çatal bıçak sesleri eşliğinde kahkahalar yükseliyor. Ne kadar da güzel bir akşam bu böyle… “Bizim adam”, her zamanki yerine oturmuş. Kapıdan giren herkesi görebileceği ve icap etmesi halinde -genelde McQueen’in kullandığı- arkadaki odayı çaktırmadan kullanacağı yegâne yere. Maalesef bugün işler kesat. Kapıdan Teddy giriyor. Karısı. İkisi bu mekanda tanışmışlardı.
Beraber Chez Paulette’ten çıkıyorlar. “Adamımız”, eşi Teddy ve karısının yakın bir arkadaşı Micki ile beraber Troubadour’da Richard Pryor’ın stand-up şovunu izlemeye gidiyorlar. “Adamımız” bir bahane bulup, erkenden sıvışıyor. ‘Alkol kifayetsizliği’nden olmalı. Kızları orda bırakıyor ve “The Raincheck”e geçiyor. İşte sonunda kendini evinde hissettiği bir mekan! “The Raincheck” dumanaltı, burada içki ucuz ve herkes kafasına göre takılıyor. Tabii ki elit bir yer değil. İçerisi kalabalık ama çok ses yok. Geçen gün Bob Watkins’in partisinde beraber takılan ve partiyi birbirine katan iki deli de şu an burda: Dennis Hopper ve Sam Peckinpah. Hopper arkada tek başına dart oynuyor. Harry Dean Stanton bir masada yalnız ve suskun. Rock Hudson da burada ama tanınmamak için saçını bir tuhaf yapmış ve evet, yine kapalı mekanda güneş gözlüğü takıyor. Bunu tanınmamak için mi yapıyor bilakis tanınmak için mi yapıyor, bilen eden yok, sonuçta herkes onun kim olduğunu bal gibi biliyor. “Adamımız” ise barda. Tek başına. Barmen Alex Rocco ile bile pek muhattap olmuyor. İçmeye başlıyor, içiyor, içiyor ve daha kimse ne olduğunu bile anlamadan gereksiz bir dövüş daha çıkarıyor. Ortalık savaş alanına dönüyor. Arkadaşları ayırmaya çalışıyor. Bu sefer diğer adamı nereden bulup çıkardığı bile belli olmayan kocaman bir bıçakla kovalamaya başlıyor, caddeye fırlıyorlar. Herif önde, “bizimki” ensesinde… Birkaç dakika sonra onu, aynı mekanda demin bıçakla kovaladığı adama bira ısmarlarken görüyoruz. Aynı masadalar ve kahkahalarla gülüyorlar. O, yani “adamımız” Warren Oates. Sinema tarihinin en çılgın, en kavgacı, en çirkin kovboylarından biri…
Chez Paulette, Dino’s, Pupi’s ve The Raincheck müdavimlerini anmaya devam ediyoruz. Sinema tarihinin yitik kahramanlarında bu seferki durağımız, Kentucky’li, ince, uzun bir aktör olan Warren Mercer Oates. Oates de, ilk görüşte şıp diye tanıdığınız ama adı aklınıza bir türlü gelmeyen oyunculardan biri. Hemen hemen hiç ödülü yok. Ne önemi var? O sadece birbirinden iyi filmlerdeki küçücük rollerine katmayı başardığı trajik ve derin boyut nedeniyle değil, canlandırdığı karakterlere benzeyen özel hayatı nedeniyle de ilgiyi hak eden usta bir aktör.
Warren Oates, 1950’li yıllarla beraber tüm dünya sinemalarında sayıları hızla artan “çirkin kral”lardan biri. Şevket Altuğ’un “Yedi Bela Hüsnü”de Kemal Sunal’a dediği, “bu suratı sigortalamaya para yetmez” repliğini hak eden aktörlerden biri, anlayacağınız. Harbiden çirkin. Kim inanır, bu ağır aksanlı, Kentucky’li çirkin çocuğun Douglas Ramey adlı sıkı bir Shakespeare tiyatrocusunun altında eğitim alarak kariyerine başladığına ve Macbeth’te oynadığına? Kim inanır 1955 Şubat’ında ‘off-Broadway’de Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi”nden uyarlanan “The Wisteria Trees” oyununda Helen Hayes, Walter Matthau, Ossie Davis ve Cliff Robertson’la beraber rol kestiğine? Hiç kimse bir yere kazara gelmiyor. Hakkında Susan Compo’nun yazdığı biyografiyi okuyunca Oates’in; milim milim, santim santim ilerleyerek nasıl efsane mertebesine ulaştığına şahit oluyorsunuz.
Warren Oates’in tiyatro ile uğraşırken barmenlikten bulaşıkçılığa kadar envai çeşit işe girip çıktığını bilmem söylememe gerek var mı? Warren Oates 1928 doğumlu. 1956 yılında ilk kez televizyonda gözüküyor, tamamıyla önemsiz bir rolde. 1956 yılı Amerikan Sineması ve televizyonculuğu için kritik bir yıldır. Sineması için niye kritik olduğunu başka bir yazıya bırakarak televizyonculuk ile ilgili kısmına odaklanalım. 1956 yılının sonbaharından itibaren Amerikan televizyonculuğunun merkezi New York’tan Los Angeles’a kaymaya başlamıştır. 1957-58 yılından sonra da artık televizyonculuğun merkezi büyük ölçüde Los Angeles’tır. Oates, yakın arkadaşı Robert Culp’ın gazlamasıyla Los Angeles’a gitmeyi kafaya koyuyor. Culp ona “Walter Brennan’ın zamanı tükenmek üzere, kıçını kaldır atla gel buraya” diyor. İşte müthiş bir detay, harika bir benzetme. Oates anında ikna oluyor.
Ve Warren 1958 yılının Şubat ayında televizyon projelerinde çalışmak ve biraz daha iyi para kazanmak için New York’tan California’ya taşınıyor. Hem de aşağı yukarı aynı amaçlarla yola çıkan Nick ve Anita Georgiade çiftinin arabasına kaynak yaparak. Oates, tiyatrodaki işine son verir ve ilk eşini de arkasında öylece bırakır. Sadece tek bir bavul, biraz borç para ve bir tekila şişesiyle hayatını tümden değiştirecek bir yolculuğa çıkmıştır.
Warren Oates ilk yıllarda sadece figüranlık kapabildiği için ekonomik açıdan zor günler geçirir ama olağanüstü bir arkadaş çevresi edinir. Tıpkı tüm hayatı boyunca olduğu gibi, kısa sürede herkesin sevdiği, etrafında bulunmasını arzu ettiği bir figüre dönüşür. Arkadaşı Robert Culp’ın, ratinglere ambargo koyan “The Jackie Gleason Show”dan hemen önce yayınlanan “Trackdown” adlı western dizisiyle az biraz şöhret olması Oates’in işine gelir. Culp, ona televizyonda ufak tefek işler bulmaya başlar. Oates; “Trackdown”da, “The Jackie Gleason Show”da küçük roller kapar. “Tombstone Territory”, “Stagecoach West”, “Wanted: Dead or Alive”, “The Rifleman” gibi dizilerde yavaştan bir göz aşinalığı yaratmaya başlar ama asıl önemli olan nokta bu değil. “Wanted: Dead or Alive” dizisi sayesinde başroldeki Steve McQueen ile olan arkadaşlığı pekişir. Ve daha da önemlisi “The Rifleman” ile beraber Sam Peckinpah ile olan dostluğu başlar. Bilmem Oates ve McQueen’in Sam Peckinpah’ın fetiş oyuncuları ve dostları olduğunu söylememe gerek var mı? İlk işbirlikleri “The Rifleman”den sonra çok memnun kalan Peckinpah onu “The Westerner” dizisinde tekrar göreve çağrır.
Bu arada Warren Oates, uzun metraj filmlerdeki küçük rollerle sinemaya ısınmaya başlar. “Yellowstone Kelly” (1959), “Up Periscope” (1959), “Private Property” (1960) ve “The Rise and Fall of Legs Diamond” (1960) ve “Hero’s Island” (1962) filmlerinde boy gösterir. “The Rise and Fall of Legs Diamond” adlı nevi şahsına münhasır gangster filminden sonra sinema kariyerine uzunca bir ara verip hayatının projesine yönelen ve tüm kariyerini bu uğurda bozuk para gibi harcayan efsanevi yönetmen Budd Boetticher’in fetiş oyuncusu Randolph Scott’ı ve görüntü yönetmeni Lucien Ballard’ı bu boşlukta kapan da Boetticher’in sıkı bir hayranı olan Sam Peckinpah olur. Peckinpah, öteden beri Boetticher’i dikkatle takip eden biridir, daha sonra anti-kahramanlarını ve kötü adamlarını ele alışı Boetticher’i andıracaktır. Budd Boetticher ve Sam Peckinpah için ayrıca birer anıt-yazı kaleme alacağım için şimdilik geçiyorum. Peckinpah; görüntü yönetmeni Lucien Ballard’ı ilk olarak “The Westerner”ın 1960 yılındaki iki bölümünde (“Jeff” ile “The Courting of Libby”de) kullanır. Ardından 1962 yılında Ballard’ı, Randolph Scott’ı ve Warren Oates’i alıp buna bir de Joel McCrea’yı ilave edip klasik Amerikan westerninin son muhteşem örneklerinden birini, ilk başyapıtı kabul edilen “Ride the High Country”yi çeker. Warren Oates, filmde Hammond kardeşlerden Henry’yi oynar ve küçücük rolüyle eleştirmenlerin dikkatini toplamayı başarır.
Peckinpah; değişen değerlerin yarattığı erozyonu ve Batı’yı Batı yapan ilkelerin çözülmesini ele alan “Ride the High Country”yi babasına ithaf etmiş ve onun hayattayken en çok sevdiği cümleyi de (İncil’den yapılan alıntı) filmin merkezine oturtmuştur. Filmin bir tarafında sıkı adamların dostluğu ve kapışması diğer tarafında ise dikkat çekici bir baba-kız ilişkisi vardır. Filmin küçük bir kız babası olan Oates’in hayatındaki asıl önemi, Peckinpah ile olan dostluğunun ilerlemesine vesile olmuş olmasıdır. Film çekildiğinde Peckinpah babasını yeni kaybetmiştir. Ve kısa bir süre önce Warren’ın ailesinin maskotu haline gelen köpeği çalınmıştır. Bu da yetmezmiş gibi Oates, bir erken doğum sonrasında hayata tutunamayan 1 günlük kızını (ikinci çocuğunu) toprağa vermek zorunda kalmıştır. İki önemli ismin vahşi ve kırılgan doğaları çekimler sırasında birbiriyle örtüşmüş, kavgacı kişilikleri kısa süre zarfında birbirlerinin adeta yansıması haline gelmiş gibidir. Deniz Kuvvetleri geçmişinden gelen ve ortak acılarla yoğrulan ikili aynı zamanda alkolizmin sınırlarında dolaşan (ve sıklıkla sınır ihlâli yapan) iyi birer içici ve muhabbet adamıdırlar. Peckinpah; Ekim 1958’de Chuck Connors’ın başrolde oynadığı TV dizisi “The Rifleman”ın “The Marshal” adlı bölümü vesilesiyle tanıştığı Warren Oates’i çok sevmiştir. Ve “Ride the High Country”yi çekmek için çıktığı maden kasabasında harikulade bir “maden” bulduğunu çoktan keşfetmiş ve ondan kendine has dokunuşlarla kusursuz bir heykel oymaya başlamıştır bile. Heykel, 1974 yılında tamamlanacaktır.
“Ride the High Country”den sonra Warren Oates’in rol aldığı televizyon dizilerinin sayısı da süratle artar. “77 Sunset Strip”, “The Twilight Zone”, “The Outer Limits”, “Rawhide” ve “The Virginian” gibi dönemin meşhur dizilerinde boy göstermeye başlar. “Gunsmoke” ve “Stoney Burke” adlı dizilerdeki görece uzun soluklu işleri ona az buçuk düzenli bir gelir kapısı yaratır. “West of Montana” (Mail Order Bride, 1964) ve “The Rounders” (Aslan Kovboylar, 1965) filmlerinde zayıf rollerde gözükür. 1965 yılında Sam Peckinpah tekrar Oates’i göreve çağırır. Charlton Heston’ın başrolünü oynadığı “Major Dundee” (Kahraman Binbaşı, 1965) filminde ona uygun küçük bir rol vardır. Gider ve oynar. Ama ne yaparsa yapsın bir türlü sinemada istediği noktaya gelemez. İstediği fırsatı henüz yakalayamamıştır. Figüran olarak başladığı oyunculuk kariyeri figüran olarak devam edecek gibidir. Artık 40 yaşına merdiven dayamıştır. Ekonomik zorluklar, başarısız ilişkiler ve evlilikler, duygusal kırılmalar, depresyonlar ve ciddi sağlık sorunları ile geçen ömrünün kavga-dövüş dolu zil zurna gecelerinde kendi çapında sade bir çöküşün tablosunu çiziyor gibidir. Westernlerdeki uyduruk rollere sıkışmıştır. Ama öyle pek umrunda da değil gibidir. Chez Paulette, Pupi’s ve The Raincheck’teki içki arkadaşlarıyla projeden projeye koşar. Kendine teklif edilen rolleri reddetmez. Aza kanaat eder. Ve gırgırı asla elden bırakmaz, her zaman kendi kendisiyle dalga geçer. Çok sonraları, westernlerdeki önemsiz rolleri hakkında soru soran muhabirlere “kameraya en yakın duran attan itibaren beşinci sıradaki attaydım” der ve ekler “bazen ikinci sıradaki ata kadar yükseldiğim de olmuştur”.
1966 yılında Monte Hellman westerni “The Shooting”de, arkadaşı Jack Nicholson’la beraber boy gösterir. Akabinde; “Return of the Magnificent Seven”da (7 Silahşörün Dönüşü, 1966) Yul Brynner’ın vetosuna rağmen yıllardır çeşitli projelerde beraber çalıştığı yönetmen Burt Kennedy ona kefil olur ve filmdeki rolü alır. Colbee rolünde güzel bir iş çıkarır. Buna çok sevinen Burt Kennedy, onu sıradaki westerninde de görmek istediğini söyler. 1967 yılında Kennedy’nin “Welcome to Hard Times” (Ölüm Sıra Bekliyor) adlı westerninde Henry Fonda ile beraber oynar. Aynı sene Norman Jewison klasiği “In The Heat of the Night”ta (Gecenin Sıcağında, 1967) Sidney Poiter ve Rod Steiger gibi ustalarla oynama fırsatına kavuşur. Film çok iyi gişe yapar, 7 dalda Oscar’a aday olup, “En İyi Film” de dahil olmak üzere 5 dalda ödülü evine götürür ve Warren Oates’in o güne kadar oynadığı uzun metrajlar içinde en çok ses getiren sinema filmi olur.
Ama Oates için işler halâ istenildiği gibi gitmiyordur. Dizilerdeki görece önemsiz rollerine devam eder. İkinci eşinden de ayrılmış ve çareyi alkole sarılmakta bulmuştur. Bilinilirliğinin de artmasıyla ufak tefek roller bulmakta güçlük çekmez. 1968 yılında, “The Split” (Beş Çılgın Adam) filminde Jim Brown ve Ernest Borgnine ile biraraya gelir. 1969 yılında Telly Savalas ile beraber “Crooks and Coronets” (Soysuzlar), Glenn Ford ile beraber “Smith!” filmlerinde oynar. Warren Oates’in kariyerinin dönüm noktası yine bu yıl olur çünkü Sam Peckinpah onu bir kez daha bir kovboy filmi projesi için çağırır. Bir saniye bile tereddüt etmez ve ekibe katılır. Film; tüm zamanların en çok tartışılan, en kanlı ve en iyi westernlerinden birine dönüşecek olan “The Wild Bunch”tır (Vahşi Belde, 1969). Warren Oates, “The Wild Bunch”ta Gorch Kardeşler’den Lyle’ı oynar, diğer kardeş Tector da eski dostu Ben Johnson’dan başkası değildir. Dönemine göre aşırı derecede şiddet içeren film, seyircisini de eleştirmenleri de ikiye böler. Film hakkında ileride doyurucu bir yazı yazacağım için şimdilik fazla detaya girmiyorum. Warren Oates, “The Wild Bunch”ta bugüne kadar kovboy filmlerinde oynadığı küçük rollerin kusursuz bir özetini verir ve dikkatleri üzerine çeker. 41 yaşındaki Warren Oates’in yükselişi geç de olsa başlamıştır.
Warren Oates’in üçüncü karısı Vickery Turner ile inişli çıkışlı da olsa düzenli bir ev hayatı vardır artık. TV için çektiği “The Movie Murderer”da (1970) Arthur Kennedy ve Tom Selleck ile biraraya gelir. Rollerinin önemi giderek artmaktadır. Lee Van Cleef ile biraraya geldiği “Barquero”da (Haydut Avcısı, 1970) Remy adlı psikopat başkötüyü oynar ve olağanüstü bir Shakespearyen performans ortaya koyar. Yıllardır beklediği bu rolle kendine olan beklentileri boşa çıkarmaz ve Lee Van Cleef’i adeta gölgede bırakır. Joseph L. Mankiewicz’in “There Was a Crooked Man…” (Cezanı Çekeceksin, 1970) adlı westerninde Kirk Douglas ve Henry Fonda ile beraber oynama şansına kavuşur. Derken, 43 yaşında ilk (tek kişilik) başrolü gelir. Sene 1971’tir. Maalesef elinden geleni yapmasına rağmen ilk başrolü “Chandler” (1971) stüdyodaki bir iç-karışıklığa kurban gider ve post-prodüksiyonda çıkan bazı sıkıntılar neticesinde fiyaskoyla sonuçlanır. Ama Warren Oates, aynı yıl çekilen Peter Fonda klasiği “The Hired Hand” (1971) ile kendini affettirmeyi bilir. Yine aynı yıl, bugün kendi alanında kült bir klasik kabul edilen “Two-Lane Blacktop”(Çift Seritli Yol, 1971) gelir. Tek kişilik tek başrolü hüsranla sonuçlanmış olsa da “İkinci Adam” olarak filmlere büyük bir katkı sağlamaktadır. 1972 yılında, eski dostu Dennis Hopper ile beraber oynadığı ve 1973 yılında gösterime giren “Kid Blue” filmi de buna bir örnek teşkil eder.
1973 yılında Warren Oates bir kez daha başrol oynama imkanı kazanır. “Dillinger” filminde efsanevi soyguncu John Dillinger’ı, rolüne büyük bir zerafet ve içtenlik katarak yorumlar. Çirkin suratı ve ağır aksanı rolüne büyük bir inandırıcılık katmış (bu arada tipi nedeniyle gerçek Dillinger’ı andıran tek oyuncudur) ve eleştirmenlerden övgü toplamıştır. Yine aynı yıl Terrence Malick şaheseri “Badlands”deki (Kanlı Toprak, 1973) ‘baba’ rolüne hayat verir. Çirkinliği lehine çalışmaya başlamış gibidir. Üçüncü başrolü “Cockfighter” 1974 yılında gösterime girer. Horoz dövüşünü merkezine alan Monte Hellman filminde yine eski bir dostla kamera karşısına geçer. Bir başka Kentucky’li yitik efsane, Harry Dean Stanton’la. “Cockfighter” çok beğenilir ve Oates yine olumlu övgüler alır.
Ve artık beklenen an gelip çatmıştır. Sam Peckinpah, 16 yıl önce başladığı işi bitirmek üzere Warren Oates’i yeni bir işbirliği için sete çağırır. Birlikte sinema tarihinin en orijinal, en tuhaf aventür filmlerinden birisi kabul edilen, “Bring Me the Head of Alfredo Garcia”yı (Bana Onun Kellesini Getirin, 1974) çekerler. Peckinpah’ın hayatından otobiyografik öğeler içeren hikaye, Warren Oates’in kıyafetiyle, duruşuyla, yürüyüşüyle ve gözlüğüyle birebir Peckinpah’ı taklit etmesiyle kusursuz bir hâl alır. Zamanla kült mertebesine ulaşan film, sinemada kendine has bir derinliği olan sapkın karakterlere düşkünlüğüyle tanınan Sam Peckinpah’ın kariyeri boyunca nihai kurgusu üzerinde yüzde yüz hak sahibi olduğu tek film olarak kalır. Bu başyapıtla Sam Peckinpah, Warren Oates’i adeta gömülü olduğu topraktan çıkartır ve sinema tarihinin unutulmaz isimleriyle aynı kefeye koyar. Eser tamamlanmış, hem heykel (Oates) hem de heykeltraş (Peckinpah) ölümsüzlüklük payesi kazanmışlardır.
“The African Queen”de (1977) Humphrey Bogart’ın ve “True Grit”te (1978) de John Wayne’in rolünü deneyen Warren Oates’in televizyon için diziye dönüşmesi ümidiyle çektiği bu pilot filmler maalesef tutmaz. Uzun metrajlara gelince; “92 in the Shade” (1975), “Race with the Devil” (Ecelle Yarış, 1975), “China 9, Liberty 37” (Silahım ve Ben, 1978), “The Border” (Sınır, 1982) ve 1983 yılında gösterime giren “Blue Thunder” (Mavi Yıldırım) kariyerinin geri kalanında öne çıkan filmler olarak sayılabilir. Gördüğünüz gibi “Bring Me the Head of Alfredo Garcia”dan sonra Warren Oates birçok iyi projede yer almasına alır ama bir daha asla bu filmdeki kaliteyi tutturamaz. O film bir zirvedir. Ve iniş kaçınılmazdır. “Bring Me the Head of Alfredo Garcia”nın senaryosunun ilk halindeki umut dolu finalini çıkışsızlık duvarlarıyla ören ve Bennie’yi ölüme mahkum bir kaybeden olarak resmetmeye karar veren Sam Peckinpah’ın bir bildiği vardır.
Warren Oates; çekingen, utangaç mizacı nedeniyle çağrıldığı televizyon şovlarına bile katılmayan bir adamdır. Bu mahçup ve kırılgan tavırlar onun doğal hali gibi gözükse de bir yandan da vahşi, sert ve tahripkâr bir yönü olduğunu bilmek gerekir. O, 1950’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde sanat camiasında ortaya çıkan özel bir “kaybeden” türüne mensuptur (Kısmetse, bu “Renegade Masters” konusuna ileride özel olarak değineceğim). Sinemada ve televizyonda çoğunlukla karmaşık karakterleri canlandırdığı küçük, öte yandan ilginç ve dikkat çekici rollerle tanınan Warren Oates’in genelde kendi kişiliğinin bir yansıması olarak konumlandırdığı kötü adam rollerine bir tür sempati kazandırdığı da gözardı edilemez. Özel hayatında paraya önem vermeyen, anı yaşayan ve kadınlar üzerinde çok büyük etkisi olan biridir. Henüz çok yoksul bir çift iken karısıyla beraber ev kirası için ayırmış oldukları tek parayı, neredeyse birbirinin aynı iki ayrı cekete vermekten çekinmeyecek kadar da çılgındır. Bütün önemli aktörlerde olduğu gibi onun içinde de vahşi bir ruh hiç kimseye hesap vermeksizin oradan oraya dolaşır. Oates’i felakete götüren her kararın altında yine kendisinin imzasının olduğu görülür. Anormal içki tüketimi onu günden güne kaçınılmaz sona sürükler. İlk başrolünü oynadığında 43 yaşında olan Warren Oates, içkinin ve gece alemlerinin çürüttüğü bedeniyle, bol inişli ve az çıkışlı hayatını kalp krizi sonucu kaybettiğinde sadece ve sadece 53 yaşındadır. Takvimler 1982 yılını göstermektedir.
Şimdi sizler için Warren Oates’in filmografisinden birkaç film seçip, önereceğim. Tabii, bunu yaparken, daha önce çeşitli vesilelerle önerdiğim birkaç filmi atlıyor olacağım. Daha çok, ustanın kariyerinde bir çeşit kırılma noktası teşkil eden ve/veya başrolde oynadığı ve/veya hikayesini sürüklediği filmlere odaklanacağım. İşte Warren Oates filmlerinden sizler için seçtiklerim…
THE WILD BUNCH (VAHŞİ BELDE, 1969)
Bu dört dörtlük Sam Peckinpah şaheseri gelmiş geçmiş en iyi westernlerden biridir. “The Wild Bunch”taki (Vahşi Belde, 1969) bütün karakterlerin altı iyi çizilmiş, tüm hikaye örgüsü müthiş bir kurguyla birbirine eklemlenmiştir. Warren Oates bu filmde, önceki tüm kovboy rollerinin adeta bir diptoplamını alır. Filmde baskın bir rolü olmamasına rağmen kariyerini ateşlediği için seçkiye dahil ettim. Film zaten başyapıt…
BARQUERO (HAYDUT AVCISI, 1970)
“Barquero” (Haydut Avcısı, 1970) aslında bir Lee Van Cleef filmi ama Oates öyle bir oynuyor ki, rol çalmak şöyle dursun filmi de çalıp gidiyor. “Barquero” için bir Warren Oates Filmi desek yeridir. Rüyaları, delici bakışları, acımasız cinayetleri ve hele o nehri kurşunladığı sahneyi dikkatle seyredin ve eğer fırsat verilirse Oates gibi iyi bir oyuncunun orta halli bir kovboy filminde neler yapabileceğine şahit olun. Mutlaka orijinal dilinde seyredilmeli.
TWO-LANE BLACKTOP (ÇİFT SERİTLİ YOL, 1971)
David Lynch’in “Lost Highway” (Kayıp Otoban, 1997) filmini bilirsiniz. İşitsel anlamda birçok zirvesi vardır (“Dick Laurent öldü”, “Daha önce karşılaşmıştık, öyle değil mi?”, “Ara beni” vb). Ama görsel anlamda en büyük zirve hiç kuşkusuz Lynch’in boyut/zaman/sekans geçişleri için kullandığı otobandaki gece sürüşü sahneleridir. İşte oradaki kusursuz sarı yol şeritleri imgelemi Warren Oates’in kült filmi “Two-Lane Blacktop”tan (Çift Seritli Yol, 1971) alınmıştır. Film, 1970’lerde sayıları hızla artan otomobil fetişizmi filmlerinin seçkin örneklerindendir. Detaylı bir yazıyı hak eden filmin olağanüstü bir soundtrack’i olduğunu da belirtelim.
DILLINGER (1973)
Warren Oates’in başrolde oynadığı “Dillinger” (1973); John Dillinger’ı iyi kalpli, yakışıklı, sportif bir ermiş olarak göstermeye çalışan tüm filmlerden naif çizgileriyle ayrılır. Herşeyden önce Oates, gerçek Dillinger gibi çirkindir ama kendine has bir gülüşü ve karizması vardır. “Cool Hand Luke” (1967) ve “Bonnie and Clyde” (1967) esintileri taşıyan film John Milius’un ilk filmi olma özelliği taşıyor. Ben Johnson’ın yer yer Oates’den rol çaldığı da bir gerçek. “Dillinger” (1973), dur durak bilmeyen son derece kanlı bir gangster filmi.
COCKFIGHTER (1974)
“Cockfighter” (1974); “The Thieves’ Highway” (1949), “Umut” (1970) ve “Mr. Majestyk” (1974) gibi sinemanın pek ilgilenmediği meslek dallarından birine mensup küçük, sıradan bir adama odaklanıyor. Bu adam horoz dövüşçüsü… Film boyunca hemen hemen hiç konuşmayan Oates, varını yoğunu yitiren bahisçi Frank rolünde bakışlarıyla, duruşlarıyla, çeşitli jest ve mimikleriyle olağanüstü. Ha keza, Harry Dean Stanton. Yan rollerdeki herkes süper zaten, hikaye sarsıcı bir şekilde ilerliyor ve beklenmedik bir finalle noktalanıyor. Baştan uayarayım, “Cockfighter” çok hassas hayvanseverler için uygun bir film değil, biliyorsunuz o zamanlar CGI teknolojisi yoktu.
BRING ME THE HEAD OF ALFREDO GARCIA (BANA ONUN KELLESİNİ GETİRİN, 1974)
Meksikalı, ceberrut bir toprak ağası olan El Jefe’nin kızını hamile bırakan ve kaçan Alfredo Garcia adlı birinin kellesine büyük bir ödül konur. Haber dört koldan ilerler ve insan avı başlar. Kendi halinde piyanistlik yapan Bennie de işe karışır. Yalnız küçük, küçücük bir pürüz vardır, Garcia çoktan ölmüş ve gömülmüştür. İyi de bu onun kellesinin El Jefe’ye sunulmasının önünde bir engel değildir ki! “Bring Me The Head Of Alfredo Garcia” (Bana Onun Kellesini Getirin, 1974) tüm zamanların en tuhaf hikayelerinden birini anlatırken, hem müthiş bir aksiyon dili hem de küçük insanların küçük dünyalarını resmeden müthiş bir görüntü dili geliştirir. Oates, piyanist Bennie rolünde “kaybeden”liğin tarihini yeniden yazar. “The Wild Bunch” (Vahşi Belde, 1969) Sam Peckinpah’ın başyapıtıysa, “Bring Me The Head Of Alfredo Garcia” da Warren Oates’in başyapıtıdır.
KAYNAKLAR
- Bliss, Michael (editör), 2012. “PECKINPAH TODAY: NEW ESSAYS ON THE FILMS OF SAM PECKINPAH”, Southern Illinois University Press, ABD.
- Compo, Susan A. 2009. “WARREN OATES: A WILD LIFE”, The University Press of Kentucky, ABD.
- Prince, Stephen (editör), 1999. “SAM PECKINPAH’S THE WILD BUNCH”, Cambridge University Press, İngiltere.
- IMDb.com
Oates’in zengin filmografisinini-ve yaşam öyküsünü- gerçekten de iyi toparlamışsınız, elinize sağlık.. “Bana Onun Kellesini Getirin” benim de en beğendiğim filmler arasında. Yıllar öncesinden filme yönelik yazdığım bir makalenin linkini veriyorum, belki bir katkısı olur:
https://www.academia.edu/25137662/_Bana_Onun_Kellesini_Getirin_Sam_Peckinpahdan_Bir_Yol_filmi_Klasi%C4%9Fi_
ya da
https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/23-alfredo-garcia.pdf
Kolay gelsin…
Hocam iyi günler;
Çalışmanızı yeni okudum, öncelikle elinize sağlık, çok güzel olmuş.
Peckinpah sineması içindeki yeri ve öneminin de altını çizen bir makale.
“Üç Defin” ile bağlantı kurmanız çok hoşuma gitti, ben de “Alfredo Garcia” ile ilgili notlarıma bu filmi ve bir de “İhtiyarlara Yer Yok”u almıştım.
Elinize sağlık, teşekkürler.