11 Eylül Dünya’yı Birleştirebilir mi: Watchmen (2009)

23 Mart 2009

Çizgi romanları biraz geç fark ettim ben. Fark ettiğimdeyse genellikle GI Joe zehirlenmesine maruz kaldım. Çizgi romanlara ilgimi ayakta tutanlar genellikle Avrupa menşeli olanlardı. Teksas, Tommiks, Asteriks gibi. Amerika’daysa iki büyük çizgi roman yayıncısı, DC ve Marvel arasında on yıllar süren bir çekişme vardı. İlla taraf olmak gerekir mi bilmiyorum ama DC’nin kahramanları ve “dünyası” bana her zaman daha gerçek gelmiştir. Belki de tehlikenin yüzüne gülen Örümcek Adam’dan veya aile içi sorunlarla uğraşan Fantastik Dörtlü’den ziyade Batman gibi kendiyle boğuşan, nispeten karanlık kahramanlar bana daha çekici geldiğindendir. DC’nin süper kahraman parodisi Justice League bile yeri geldiğinde son derece karanlık olabilir (Despero diyorum, başka da bir şey demiyorum).  Çizgi roman dünyasına Dark Horse gibi bağımsız şirketlerin girmesi, DC’nin Vertigo’yu yavrulaması gibi gelişmeler, Amerikan çizgi roman piyasasını iki kutuplu çekişmeden kurtarmış olabilir ama DC’yle Marvel 2000’li yıllarda yeni bir çatışma alanı bulmuş gibi görünüyorlar: Sinema.

Filmini izledikten sonra okuduğum Frank Miller’ın Günahlar Şehri (Sin City) ve Neil Gaiman’ın Sandman serisi gibi çizgi romanlar, çizgi romanın bazı güzelliklerini gözden kaçırmış olduğumu gösterdi bana. Watchmen filmi bitip de sinemadaki koltuğumdan kalkarken de aynı şeyi düşünüyordum. Bir şeyleri kaçırmışım. Güzel bir şeyleri. Tıpkı Frank Miller ve Neil Gaiman’ın eserleri gibi, Watchmen’in yaratıcıları Alan Moore ve Dave Gibbons da insanın doğasına iniyorlar. Bunu yaparken de Batman’in Gotham’ından bile karanlık bir ortam yaratmayı başarıyorlar. Ancak Gotham’ın aksine, bu karamsarlık tek bir şehirle sınırlı değil. Gibbons’la Moore’un oyun alanı, her ne kadar alternatif tarihte geçse de, bütün Dünya.

Film, işlediği olaylar zincirini tetikleyecek olan bir cinayetle açılıyor. Watchmen’in üyelerinden biri olan Edward Blake, nam-ı diğer Komedyen, yine bir süper güç tarafından öldürülüyor. Watchmen’in bir diğer üyesi olan Rorschach birinin “maskeli”leri öldürdüğünü iddia etse de, grubun geri kalan üyelerini pek inandıramıyor. Film, uzunca bir süre zamanda bir ileri, bir geri giderek hem çizdiği alternatif gerçeklik, hem de Watchmen’in tarihçesi hakkında bilgi vermeye başlıyor. Amerika, Watchmen’in de yardımıyla Vietnam Savaşı’nı kazanmış, Nixon, sanki Watergate diye bir şey olmamışçasına 3. kez başkan seçilmiştir. Buna karşın nükleer silahlanma tehdidi gerçek tarihtekine nazaran biraz daha abartılmış. Rusya, bunları kullanmaktan çekinmeyen bir düşman haline gelmiş. Watchmen’in geçmişine baktığımızda da hoş şeyler görmüyoruz. Pek geçindikleri söylenemez. Orantısız güç kullanmaları halkın nefretini çekmelerine sebep olmuş. Sonunda çıkan Keene Yasası’yla süper kahramanlık yasaklanmış. Watchmen dağılmış. Rorschach gibi kimileri yasaya rağmen bu işe gizli kapaklı da olsa devam ederken, Gece Baykuşu gibi kimileri normal bir hayata dönmüştür. Ozymandias, yani Adrian Veidt ise, kimliğini açıklayan iki Watchmen üyesinden biridir. Dünya’nın en zeki insanlarından biri olduğuna inanılan Veidt gizli kimliğini mali bir imparatorluğa dönüştürmüş, eski Watchmen üyelerinden Dr. Manhattan’la İpek Hayaleti de yanına alarak ücretsiz ve sınırsız enerji araştırmalarına girişmiştir. Bir yandan kendi içlerindeki boğuşmalar, bir yandan Komedyen’in ölümü derken Watchmen üyelerinin moral seviyesi dibi buluyor tabii. Tam bu noktada, Adrian Veidt’a başarısız bir saldırı düzenlenmesi dikkatleri bir anda Rorschach ve teorisi üzerine çeviriyor. Rorschach’in tuzağa düşürülerek işlemediği bir suç yüzünden hapse atılması işleri daha da karıştırıyor. Neyse ki bir araya gelen İpek Hayalet ve Gece Baykuşu, eski güzel günlere dönmeye karar veriyorlar ve kostümlerini gardıroplarının tozlu raflarından çıkarıyorlar. Güçlerini birleştiren ekip olanları anlamaya ve mücadele etmeye başlıyor. Konu, ana hatları itibariyle böyle olsa da filmde daha bir sürü şey var ve karakterlerin geçmişleri, nedenleri, niçinleri gayet başarılı bir şekilde aktarılmış.

Filmdeki oyunculuklar, nasıl desem, Yıldız Savaşları’ndaki gibi. Oyuncular üzerlerine düşeni yapıyorlar. Yeri geldiğinde seksî, yeri geldiğinde vahşi, yeri geldiğinde duygusal oluyorlar ama filmin içinde hiçbiri öne çıkmıyor. Bu konuda iki istisna var. Biri Komedyen rolündeki Jeffrey Dean Morgan. Bir diğeriyse çizgi romanın hayranlarının yaptığı yoğun kulis çalışmaları sonucunda rolü kapan, Rorschach rolündeki Jackie Earle Haley. Görüntü itibariyle bildiğimiz süper kahraman tiplemelerine benzeyen Watchmen’in üyelerini diğerlerinden ayıran özellikse son derece gerçekçi çizilmiş karakterleri. Çizgi romanı okumamış biri için ilk başta takibi biraz zor olsa da filmin senaryosu ışıl ışıl parlıyor. Üstelik, çizgi romana da son derece sadık bir senaryo bu. Bu anlamda senaryoya hakkını en güzel teslim eden kişi, Watchmen’in çizeri olan Dave Gibbons. Gibbons, David Hayter’ın senaryosunun Watchmen’in ruhuna olabilecek en sadık senaryo olduğunu söylüyor. Watchmen’in yönetmen Zack Snyder’ın filmografisinde de 300’den sonra büyük bir ilerleme olduğu muhakkak. Her ne kadar 300’ün sorunları filmin rejisinden ziyade bir çizgi roman eserini Bush yönetiminin dünya görüşüne yem yapan senaryosundan kaynaklansa da Watchmen, büyük ihtimalle Snyder’ın kariyerinde 300’den çok daha farklı ve önemli bir yere sahip olacak. Yönetmen, Vietnam sahnesinde Coppola’nın unutulmaz Kıyamet (Apoclypse Now!) filmine yaptığı göndermeler gibi filme eklediği küçük dokunuşlarla kalbimi kazansa da, asıl açılış jeneriğiyle canevimden vurdu beni. Snyder, gerçekten de bugüne dek bir filmde gördüğüm en güzel jeneriklerden birini yaratmış. Jenerik, Watchmen’in eski hali Minutemen’den başlayarak günümüze geliyor. Eski zamandaki olaylar çok yavaş hareket eden fotoğraflar olarak verilirken filmin bugününe yaklaştıkça görüntüler daha çok hareketleniyor. Filmde bir cümleyle bahsedilen (veya hiç bahsedilmeyen) Mothman’in aklî dengesinin bozulması, Dollar Bill’in bir banka soygunu esnasında pelerini kapıya sıkıştığı için vurularak öldürülmesi, Silhouette’in lezbiyen olduğu anlaşıldıktan sonra Minutemen’den ayrılmaya zorlanması ve daha sonra öldürülmesi, hükûmet çalıştığı belirtilen Komedyen’in Kennedy suikastından sorumlu olması gibi olayları göstermesi bir yana, Japonya’ya atom bombası atan uçağın adının Enola Gay değil de Miss Jupiter olması, Vietnam’daki zaferin etkisiyle Amerika’da iki kez başkan seçilme sınırlamasının kalkması ve Nixon’ın 3. kez başkan seçilmesi, yetmişlerde hipilerin bu yüzden düzenledikleri protesto gösterilerinin ordunun üzerlerine ateş açmasıyla sonuçlanması (bu, Amerika’nın bir nevî dikta rejimine sürüklendiğini ima ederek Nixon 1985’te neden hâlâ iktidarda olduğunu da açıklıyor aslında (1)) gibi alternatif tarihle ilgili ipuçlarını da veriyor. Rorschach ve yeni İpek Hayalet’in çocukluklarıyla ilgili olan ve film içinde işlendiğinde daha büyük anlam kazanacak sahnelerle Watchmen’in gözden düştüğü dönemlerin görüntüleri de aralara serpiştirilmiş. Bütün bunlara sadece akustik gitar, mızıka ve Bob Dylan’ın yanık sesiyle hayat bulan Times Are A-Changing şarkısı eşlik ediyor. Zaten çok beğendiğim jeneriği film bittikten sonra internetten bir daha bulup izlediğimde çok daha anlamlı hale geldi. Snyder, kamera kullanımıyla bir övgüyü daha hak ediyor. Tıpkı Matrix’te olduğu gibi kamerayı en olmayacak yerlere yerleştiren Snyder, bu konuda asla Matrix kadar ticarileşmemesiyle de saygımı kazanıyor. Kamera sadece bir duyguyu, bir zıtlığı veya bir konuyu vurgulamak maksadıyla kullanılıyor.

Watchmen pek çok konuda suya sabuna dokunan bir film. Bunların başında insan doğası üzerine söyledikleri geliyor. En belirgin söylemi, filmde bolca tekrar edilen “vahşet insanın doğasında var” sözü. Gerçekten doğamızda mı var, yoksa politikaydı, ticaretti derken bu tür ilkel duygular bolca pompalandığı için mi bilmiyorum ama vahşetin günümüz dünyasında hatırı sayılır bir yer tuttuğu bir gerçek. Vahşeti yücelten Kurtuluş Günü (Independence Day), Transformers gibi lunapark filmlerinin aksine Watchmen bunu bir sorun olarak görüyor ve üzerine eğiliyor. Seksenleri yaşamış olanların hatırlayacağı nükleer silahlanma sorunu, filmde her ne kadar gerçektekinden biraz daha abartılmış olsa da bunun bir uzantısı olarak görülüyor. Vahşetin insan psikolojisi üzerinde kurduğu baskıdan kimse muaf değil. Süper kahramanlar bile. Komedyen’in Vietnam’da kendi çocuğuna hamile olan kadını vurması bu yüzden son derece önemli. Ölüme alışmış olan Dr. Manhattan’ın da bu hunharca cinayete mani olmaması, süper kahramanların da bir süre sonra Dünya’yı korudukları şeye dönüşmeye başladıklarının göstergesi. Bu çember, Komedyen’in Watchmen aleyhine yapılan gösteriyi orantısız güç kullanarak dağıttığı sahneyle tamamlanıyor. Sorunun çözümü olarak, tüm insanlığı etkileyecek bir başka vahşet olayı gösteriliyor. Kimsenin dokunulmaz olmaması, insanları bir araya getiriyor. İnsanların bir araya gelebilmesi için ya çok iyi, ya da çok kötü bir şey olması gerekliliği yeni bir söylem değil. Ancak bunu tüm Dünya’yı etkileyen bir terör saldırısının başarması biraz tartışmaya açık bir konu. Yine de 11 Eylül sonrasında daha da cesurlaşan bir söylemin değiştirilmeden (saldırı biçimi değiştiriliyor ama mantık aynı) beyaz perdeye aktarılmış olması takdire şayan. Sorumluluk ve yeni güçlerin insan psikolojisi üzerindeki etkisi, filmin işlediği bir başka konu. İçlerinde en güçlü olan, yenilmez kabul edilen Dr. Manhattan, yeni güçlerinin ağırlığı altında eziliyor. Asla duygusuz biri haline gelmiyor. Hatta duygusuz olmak, Dr. Manhattan için daha bile kolay. Onun yerine kendini tüm dünyadan tecrit etmeyi tercih ediyor. Bu izolasyon ilişkisine bile yansıyor. Ne kadar süper olurlarsa olsunlar ilgisizlik partnerleri birbirinden soğutuyor. Bu ilgi bir başkasında bulunuyor. Roller değişiyor. Süper kahramanlar arasındaki kadın erkek ilişkileri, en insanî boyutuyla ele alınıyor. Onun haricinde alt hikâyelerde eşcinsellik gibi konularda da söylemleri var filmin.

Peki Watchmen iyi bir film mi? Bunu anlayabilmek için beklentilerinizin ötesine geçmek zorundasınız. Dr. Manhattan’ı ele alalım. Geleceği görebilen, hatta yer yer Tanrısal yetenekler sergileyen bir süper kahraman Süpermen gibi tayt giyip mi dolaşır, yoksa örtünmek gibi bir takım ahlâki kodların üzerinde mi görür kendini? Öte yandan bu kadar üstün yetenekleri olan biri nasıl bu kadar kötü bir sevgili olabilir? Rorschach olayında olduğu gibi insan doğasındaki vahşet, en idealist kişiyi bile yoldan çıkarabilir mi? Bütün bunlara verecek bir cevabı olduğu veya çizgi romanın cevabını beyaz perdeye taşıyabildiği için iyi filmdir Watchmen. Bugüne dek izlediğimiz en insanî süper kahramanları içerdiği için iyi filmdir. Walter Kovacs’ın, hapishanenin psikologuna Rorschach’ten bahsetmesi esnasında sarf edilen, sinema tarihinin en güzel monologlarından birini senaryosunda barındırdığı için iyi filmdir Watchmen (2). MTV kültürünün sinemaya ithal ettiği video klip estetiğini sadece bir tezadı, bir fikri, bir duyguyu veya farkındalığı vurgulamak için kullandığı için iyi filmdir. Jeneriğiyle bile hikâye anlattığı için iyi filmdir. 5 dakikada 50 yıllık dönemin gözünüzün önünden geçtiği jenerikte “Times Are A-Changing”i, cenaze sahnesinde “Sound of Silence”ı çalarak müzik kullanımında da başarılı olduğu için iyi filmdir. Kısacası Watchmen, çizgi roman uyarlamalarında saygın ve farklı bir yere sahip, ezber bozan, sinemasal başarısı açısından adı The Dark Knight gibi filmlerle birlikte anılması gereken, harikulade bir film.

Kaan Zanbakcı

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

1. Bir hipinin tüfeğin namlusuna çiçek yerleştirdiği sahne, Berkley Üniversitesi yakınlarındaki People’s Park’ta gerçekleşmiştir. Jenerikte yaratılan imajın aksine People’s Park olaylarında sadece bir kişi ölmüş, bir kişi de görme yeteneğini kaybetmiştir. Bunun sorumluları da yine jenerikte görülenin aksine jandarma değil, bir şerifin adamlarıdır. Hipinin namluya çiçek koymasıysa gerçekte bu olayların anısına düzenlenen bir gösteride yaşanmış, söz konusu gösteri olaysız dağılmıştır.

2. Rorschach’in monologu (sübyancı çocuk katilini öldürmesi üzerine): Alevin ışığında terleyerek öylece durdum. Göğsümde yeni keşfedilen vahşi bir kıta misali bir kan lekesi. Kendimi arınmış hissettim. Karanlık gezegenin ayaklarımın altında döndüğünü hissettim ve kedilerin geceleri neden bebekler gibi bağırdığını anladım. İnsanların yağlarıyla ağırlaşan sisin arasından gökyüzüne baktım ama Tanrı’yı göremedim. Sonsuzluğa giden soğuk ve boğucu karanlığın içinde yapayalnızız. Yapacak daha iyi bir şey olmadığından hayatlarımızı yaşıyoruz. Mantık arkamızdan yetişmeye çalışıyor. Cehennemden geliyoruz, kendimiz gibi cehennem köpekleri olan çocuklar doğuruyoruz ve yeniden cehenneme dönüyoruz. Var oluş rastlantısaldır. Uzun süre baktığımızda gördüğümüzü zannettiğimizden başka bir düzeni yoktur. Empoze etmeye çalıştığımızdan başka bir anlamı yoktur. Bu dümensiz dünya muğlak metafiziksel güçler tarafından şekillendirilmez. O çocukları öldüren Tanrı değildir. Parçalayan ecel değildir. Köpeklere yediren kader değildir. Bunu yapan biziz. Sadece biz. Sokaklar ateşlere bulandı. Boşluk yüreğimin içine üfledi ve yarattığı illüzyonları buza dönüştürüp paramparça etti. O anda, kendi tasarımımı dünyaya çizme özgürlüğüne sahip olarak yeniden doğdum. Rorschach oldum. Bu söylediklerim sorunu cevaplıyor mu doktor?

[/box]

blank

Kaan Zanbakcı

1976, İstanbul doğumlu. Sinema denen sanatın ne kadar büyülü bir şey olduğunu 1986’da, Şişli Site sinemasında izlediği Return of the Jedi ile farkına vardı. 10 yıldır çevirmenlik yapıyor. Önce Divxplanet bünyesinde, ardından Öteki Sinema’da film eleştirileri yazdı. Sender’in açtığı senaryo atölyelerine katıldı. Hayalî İcraat adında bir bilimkurgu/fantastik sinema sitesi hazırladı ancak o büyüklükte bir siteyi tek başına hazırlamanın zorlukları, hosting firmasının saçmalıklarıyla birleşince 6 yılda büyük mesafe kat eden, 800’ü aşkın makale içeren sitesini kapadı ve Öteki Sinema’ya geri döndü.

6 Comments Bir yanıt yazın

  1. Cok guzel bir yazi olmus. Once “yeter artik, watchmen hakkinda bir yazi daha mi” dedim ama sonra son derece isabetli buldum degerlendirmeleri. Watchmen hakkinda okudugum en iyi yaziydi diyebilirim. Tesekkurler.

  2. ufak bir düzeltme: “Bu anlamda senaryoya hakkını en güzel teslim eden kişi, Watchmen’in çizeri olan ve sadece çizgi romanda işleyebilecek şeyler yaptıkları için filmi izlemeyeceğini belirten Dave Gibbons. Gibbons, David Hayter’ın senaryosunun Watchmen’in ruhuna olabilecek en sadık senaryo olduğunu söylüyor.” Watchmen’in sinemaya aktarılamayacağını ve filmi izlemeyeceğini söyleyen Dave Gibbons değil, yazar Alan Moore. Metindeki çelişkiden bunun gözden kaçan bir hata olduğu anlaşılıyor zaten.

    İkincisi bir ekleme: Rorschach’ın monologu Nietzsche’nin ağzından dökülmüş gibidir, zaten onun felsefesini yaşayan bir karakterdir. Bu monologun ne anlama geldiğini Nietzsche’nin kendi yazdıklarının yanında Ayraç’tan yeni baskısı çıkan, Allan Megill’in yazdığı “Aşırılığın Peygamberleri: Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida” kitabını okuyarak daha derin bir şekilde görebilmek mümkün. Filmi henüz seyretmedim, ama bu monolog çizgiromandan birebir aktarılmış. Bu monologun olduğu bölümün sonunda da Nietzsche’den bir alıntı vardır: Canavarlarla savaşanlar sonunda bir canavar olmamaya dikkat etmelidirler. Ve uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.

  3. Bir düzeltme de benden gelsin.Hippi öğrencilere Amerikan askerleri tarafından ateş açılması Berkley Üniversitesinde değil Kent State Üniversitesinde olmuştur.4 öğrenci yaşamını kaybetmiş 9 kişi de yaralanmıştır.

  4. Enfes bir Watchmen analizi olmuş tebrikler.Bir kaç şey söylemek istiyorum.Bir çok yerde filmin uzunluğu hakkında olumsuz eleştiriler okudum.The Curious Case of Benjamin Button da keza bu eleştirilerden nasibini aldığını gördüm.Ben bunu anlayamıyorum.Sanırım artık insanlar için sinema, bir sanat’tan ziyade vakit öldürmek amaçlı bir hale gelmiş.Filmden zevk almak bir yana sinemada, evimizde, pc başında zaman geçsin diye düşünmek bana çok yanlış geliyor.Elbetteki çerez filmleri saymıyorum.O tarz filmler sahiden vakit öldürmelik ancak ben Watchmen olsun Benjamin’in tuhaf hikayesi olsun sinema sanatının geldiği son nokta olarak görüyorum ve “çok uzundu, sıkıcıydı” diye yorum yapan “can sıkıcı” insanların bu filmler hakkında böyle konuşmalarını sindiremiyorum.Watchmen de sıkıcıysa, Curious Case of Benjamin Button’da hiç birşey hissetmediysen 2,5 saat boyunca, Slumdog Millionaire’i Hint filmi diye aşağılıyorsan kendi sinemana bakmadan rica ediyorum sen film falan izleme.Ya da aç en iyisi Hızlı ve Öfkeli serisini.Değersiz ego’nu o tatmin eder, değerli zamanını dolu dolu! geçirirsin.

  5. Hayatımda hiç çizgi roman okumadım. Tek sevdiğim film de 89 yapımı ilk batman’di. örümcek adammış, fantastik 4’müş, daredevil’miş hepsi ama hepsi benim için hiçbirşey ifade etmedi. Ama bu film bambaşkaymış. Yanlız filmde kaçırılan bir nokta var. o bomba sadece new york’a değil dünyanın belli başlı şehirlerine atılıyor. İnsanlar bu yüzden birlik içine giriyor. 11 eylülde istanbul’a da uçak düşürülseydi biz de amerikanlarla el ele kol kola vermiş olurduk.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

At The Earth’s Core / Arzın Merkezine Seyahat (1976)

At The Earth's Core, televizyonlarda cumartesi sabahları yayınlanan Land of
blank

John Carpenter’s They Live (1988)

They Live; hem yapım tarihi, hem yapısı, hem de konusuyla