Büyümek bazen komik, bazen trajik, bazen de acıklı bir hadisedir. Bir yılı süper geçirirsiniz; ama öteki yıl acı, keder, zulüm, riya ve gıybet içinde geçebilir. Olayın ayrıntılarına girmeyeceğim; zaten hepimiz yaşadık, biliyoruz. Sırasıyla ailemizden, kendimizden ve de hayattan tiksindikten sonra bir bakmışız ve büyümüşüzdür. Ve üstelik hala pek çok şeyden nefret ediyoruzdur. Şimdi bize aksini ispatlamaya çalışan onlarca film yapılıyor, ancak 13-14 yaşlarında aslında ne kadar da sefil olduğumuzu hatırlatan filmler de yok değil. Todd Solondz’un 1995 yapımı Welcome to the Dollhouse’u gibi… Ama siz prensesler gibiydiyseniz baba evinde, bu filmi izlemeseniz de olur.

welcome-posterKomedi çok zor bir alan. İyi komedi yapmak da öyle. Irkçı, cinsiyetçi, ayrımcı espriler yapmadan; kaza yapan ya da başına kötü şeyler gelen insanlarla dalga geçip aşağılamadan kotarılmış bir komediye rastlayınca sıkı sıkı sarılmak gerekiyor. Ben şahsen herkesin koşuşturup durduğu ve bağırarak hepbir ağızdan konuştuğu o komedileri sevmiyorum. Sevmediğim komediler arasına romantik komedileri, düğün komedilerini, tatilde son üç yüz yıldır görmediğim lanet ailemin yanına gidiyorum komedilerini, hayatımdan nefret ediyorum ve bu çok komik ehehe komedilerini rahatça koyabilirim. Bu nedenle de çok fazla komedi izlediğim söylenemez. Ama arada sevdiğim ve takip ettiğim yönetmenler de çıkıyor.

Todd Solondz‘un sinemasını seviyorum. Yani bayılmıyorum, ama fena da bulmuyorum. Solondz’un 6 tane uzun metrajlı komedi-drama olarak nitelenebilecek filmi var ve ben bunlardan 4 tanesini izledim. Welcome to the Dollhouse bunların arasında en sevdiğim. Nefasetli bir kara komedi. Hatta genel anlamda da en sevdiğim filmlerden biri. Hatta ve hatta, bence Solondz’un en iyi filmi, açık ara bu film. Aslında şu güne kadar neden yazmamış olduğumu da tam olarak bilemiyorum. Bu filmde hüzünlü, komik ve şeytani bir şeyler var; ve bu da filmi benim gözümde harika kılıyor.

Başrolde Heather Matarazzo‘yu görüyoruz ve zaten olaylar da Matarazzo’nun, yani Dawn Wiener‘in etrafında dönüyor. Heather’ın film çekildiğinde 13 yaşında olduğuna inanmak zor, çünkü gerçekten de yetişkin, iyi eğitimli ya da yetenekli bir aktris gibi bir performans sergiliyor. Zaten bu filmden sonra önü açılıyor ve bir oyuncu olarak devam ediyor hayata.

Ana karakterimiz Dawn, 7. sınıfa gidiyor (ya da orta ikiye. 95’te bizde orta ikiye gidiliyordu, adı öyleydi). Herkesin çirkin, şapşal, salak olarak gördüğü ve uzak durduğu bir karakter Dawn. Pek arkadaşı yok. New Jersey‘nin orta-alt sınıfının yaşadığı bir semtinde yaşıyor. Ailesiyle arası pek iyi sayılmaz ve genel anlamda orta okul çağında olmanın o düz ve ağır sıkıcılığı var hayatında ve üstünde. Herkes ondan, o da herkesten nefret ediyor. En azından duyguların karşılıklı olması güzel bir şey…

Welcome To The Dollhouse

Neyse… Down bize ergen olma ya da ergenliğe adım atmak üzere olma halinin aslında nevrotik bir hadise olduğunu hatırlatıyor. Ergen olmanın tüm o hastalıklı hali, Dawn’da ve etrafındaki yaşıtlarında mevcut. İşkence, her yerde! Zira tüm çocukların zihni; çocuk olma ile yetişkin olma arasındaki bir boşluğa düşmüş durumda ve en öz tabiriyle pisliğe çalışıyor. Dawn, ergen olmanın tüm o saçma sapan halleriyle mücadele etmeye çalışırken, bir gün abisinin serseri kılıklı bir arkadaşına aşık oluyor. Abisi ve arkadaşları, 90’larda adet olduğu üzere, evin garajında bir rock grubu kurmuşlar ve müzik yapıyorlar. Dawn, Steve Rogers‘ı görür görmez tüm hayal dünyası Steve ile öpüşmek üzerine fazla mesai yapmaya başlıyor. Böylece Dawn’ın sonraki birkaç ayı sadece Steve’i düşünerek geçiyor. Üstelik bu sırada Dawn, kendi yaşıtı Brandon ile, ecnebilerin “awkward” dediği bir şekilde, sevgili oluyor. Annesinin bale yapan sevimli kız kardeşinin önünde sürekli Dawn’la bir derdi olduğu akşam yemeklerine tanık oluyoruz bir yandan da. Yani orta ikiye giden Dawn’ın hayatı hiç de eğlenceli değil aslında ve Todd Solondz bu durumun içindeki has komediyi damıtarak sunuyor bize.

Welcome to the Dollhouse “Amerikalı” olmaya dair bir film denebilir. Ancak acımasız okul arkadaşları, acımasız ve sıfır empatiye sahip ebeveynler ve genel anlamda dünya tarihinin en ruhsuz on yılı olan 90’lar ile kolaylıkla bağ kurup filmden büyük keyif alabilirsiniz. Genel olarak mutlu bir çocukluk geçirdiyseniz bile, en azından bir yazınız Dawn’ınki gibi geçmiştir. Zira her çocuk, dünyanın aslında çok da güzel bir yer olmadığını anladığı bir yaz geçirmiştir.

Welcome To The Dollhouse

Film aslında sert ve zaman zaman can sıkıcı bir dile sahip. 15 yaşındaki çocukların hayatını anlatan ve muhtemelen 15-17 arası insanların izlediği filmlerin “R rated” olduğu dönemler, 90lar, 90larımız… Yeterince ruh hastası olmadıysanız, biz o işi halledelim mantığıyla yapılmış güzide filmler, filmlerimiz. Ama neticede hastasıyız. Çünkü Welcome to the Dollhouse, aslında inanılmaz içten bir büyüme hikayesi. Bazen aşırı derecede realist iken, bir anda süper fantastik bir hal alabiliyor. Kaliteli bir komedisi var ve kimseyle dalga geçmeden hikayesini tertemiz anlatıyor. Benim gözümde, şimdiye kadar yapılmış en iyi büyüme filmlerinden biri. Çocukluğa dair gerçekçi, sert, ama bir yandan da naif bir film. İkisi bir arada nasıl olabilir demeyin, filmi izleyin, anlayacaksınız. Ayrıca son derece etkileyici bir açılış sahnesi var. 13-15 yaşında olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlamak ya da tekrar yaşamak isterseniz, o ilk dakikalar bile yeterli olacaktır. Bu zeki ve parlak filmi, özellikle anne-babalara tavsiye ediyorum.

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Argento’nun Doğaüstü Üçlemesi: Üç Ana Efsanesi (Vol.1)

Thomas de Quincey’nin kitabında yer alan üç kız kardeş betimlemesinden
blank

Rashomon (1950)

“İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere