Oscar vs Çınar Ağacı: What Will People Say (2017)

10 Aralık 2021

16 Ağustos 2021 günü haber ajanslarına düşen bir görüntü içimi burkmuş hatta dehşete düşürmüştü beni. Bu yılın, hatta belki de önümüzdeki on yılın en tuhaf, en acıklı, en kan dondurucu ve üzerinde düşünülesi sahnesiydi: Bir Amerikan C-17 uçağı Kabil Havaalanı’ndan havalanmaya çalışırken yüzlerce Afgan pistte, uçağın  motorlarına ve iniş takımlarına birkaç metre mesafede koşarak uçağa binmeye çalışıyordu. Köktendinci Taliban’ın ülkede kontrolü eline almasının ardından halk panik içinde Kabil Havaalanı’na akın etmiş ve ülkeyi terk etme telaşına düşmüştü. Bu telaşla uçağın iniş takımlarına tutunup birkaç yüz metre havalandıktan sonra yere çakılıp feci şekilde ölenler olmuştu. Ölenler arasında milli sporcular da vardı.

blankBir devlet yönetimi,  bir kuşağını acımasızca harcarken, bir millet “Seyir hızı en az 800 km/saat olan bir uçağın iniş takımlarına nasıl tutunacağız? Tutunsak bile yukarıda eksi bilmem kaç derecede donmadan nasıl yolculuk edeceğiz?” diye düşünmeye bile fırsat bulamadan kaçmak için piste hücum etmişti. Bu esnada ülkemizin güzide konvansiyonel ve sosyal medyasında ibretlik yorumlar havada uçuşuyordu. Bir kısım zevata göre köktendinci Taliban’ın iktidara gelişi “iyi bir şey” hatta “Amerika’ya karşı Afgan halkının zaferi” idi. Hatta yardakçılıkta ileri gidenlerden bazıları hızını alamayıp “Afganistan’ın asıl şimdi Atatürk’ün yoluna girdiğini” söyledi. Bir başka kesim ise “Bak gördünüz mü? Sizin de bir Atatürk’ünüz olsa bunlar başınıza gelmezdi” minvalinde şeyler söyleyecekti. Her iki karşıt yorumun da ortak noktası olayları ve kişileri tarihsel bağlamından kopararak izole bir biçimde ele almaktı. (1)(2)

Tüm bu evinsiz ve yanlış yorumları gördüğümde hissettiğim hoşnutsuzluk, Pakistan asıllı Norveçli yönetmen Iram Haq’ın 2017 yılında çektiği Hva Vil Folk Si / What Will People Say’i izledikten sonra hissettiğimle birebir aynı. Haq, bu filminde de otobiyografik ayrıntılarla bezeli bir hikaye anlatıyor. Norveç’te yaşayan Pakistan asıllı bir ailenin kızı olan Nisha (Maria Mozhdah), Norveç kültürü ile ailesinin muhafazakarlığı arasında pamuk ipliğine bağlı bir denge kurmaya çalışırken erkek arkadaşı ile yakalanıyor. Ailesi onu “hizaya getirmek için” Pakistan’daki halasının yanına gönderiyor. 8 ay boyunca yabancısı olduğu bir kültüre uyum sağlama uğraşı veren Nisha için işler gene iyiye gitmiyor ve Norveç’e, ailesinin yanına geri gönderiliyor.

Filmin iyi taraflarını baştan söyleyelim. What Will People Say, teknik yönden, biçimsel açıdan ve oyunculuklar açısından göze batan zaafları olmayan bir film. Baba (Mirza) rolündeki Adil Hussain’in performansını beğendiğimi söylemeliyim.

blank

Gelelim filmin kötü yanlarına. Bu film bende “nasıl yaptığından” çok “ne yaptığı” hususunda  bir huzursuzluk ve hazımsızlık yarattı. What Will People Say’in yönetmen Iram Haq’ın anılarından derin izler taşıdığını başta belirtmiştik. Iram Haq, Pakistan’da doğmuş. Nisha gibi muhafazakar bir Pakistanlı ailenin kızıymış. Sonra Norveç’e yerleşmişler. Tıpkı Nisha gibi iki kültür arasında kalmış ve yine onun gibi bir ara Pakistan’a kaçırılmış. Özellikle Pakistan’a kaçırılmanın Haq’da nasıl derin bir travma yarattığını anlamamak mümkün değil. Haq’ın muhafazakar aile yapısına ve gençlerin üstündeki ağır aile baskısına olan alerjisi gayet doğal. Fakat filmin rahatsız edici yanı şu: Haq’ın kötü anıları, Freudcu anlamda bir yüceltmeye (sublimation) uğrayıp derinlikli bir bakış ile güçlü ve kapsayıcı bir sanat formuna dönüşememiş ve her az gelişmiş ülkenin olduğu gibi bizim de başımızın belası olan oryantalizme saplanıp kalmış. Koca filmde bir adet doğru önerme (bir şeyi ne kadar çok yasaklarsanız insanların aklında o kadar çok yer eder) ve bir adet de doğru tespit (batılılaşmaya ölümüne düşman olan muhafazakarların batının ürettiği metalara beslediği ölümüne hayranlık) dışında her şeyin 1 saat 46 dakikalık bir şikayetlenme ayini olduğunu söylemek pek  de acımasızlık olmaz.

Batılı ülkelerde “gurbette” yaşayan Ortadoğulular, Asyalılar ve Akdenizliler neden kapalı muhafazakar topluluklar halinde birbirine kenetlenir? Acaba bu onların salt doğulu olmasından kaynaklanan bir şey midir? Yoksa modern batı kapitalizminde onların bu eğilimini körükleyen hatta doğuran dışlayıcı bir şeyler mi vardır? Aslında muhafazakarlık konusu dipnotu uzun, ayrıntısı bol bir konu. Ama Haq’ın filminde bu kapsamlı soruna en ufak bir açıklama getirme / tartışma çabasına rastlamıyoruz. Bunun yerine sorgusuz sualsiz kabul etmemizi beklediği şu önerme ile yetiniyoruz: “Pakistanlılar muhafazakardır. Çünkü Pakistanlıdırlar!” İşte bu kadar basit!

blank

Pakistan’a kaçırılma travmasını anlatırken öznel izlenimlerine tutunan Haq’ın Pakistan güzellemesi yapmasını elbette bekleyemeyiz. Ama bu derece şeytanlaştırılmış bir Pakistan imgesi oluşturmak bana hem inandırıcı hem de adil gelmiyor. Bir dostum ile Argo (2012) filmi hakkında konuşurken filmin kara propaganda boyutuyla dalga geçmek için  “Yahu” demiştim, “Bu İran’ın kedisi bile kötüymüş!” Ki o zamanlar What People Will Say gibi bir filmin çevrileceğini ve bu sefer sahiden “kedisine kadar kötü” bir başka ülke betimlemesi yapılacağını söyleseler bile inanmazdım. Fakat gerçek oldu! Bunu nerden mi çıkarıyorum? Filmin Nisha’nın Pakistan’a gidişinden sonraki kısımlarında böyle bir sahne var. Nisha, mutsuz bir şekilde evin merdivenlerini yıkarken gelen bir sokak kedisini okşamak için kucaklıyor. Kedi ise acı acı miyavlayarak onu tırmalamaya çalışıyor. Nisha da sinirlenip kediyi yere bırakıyor.

Bir insanın ülkesine kırgın olması, hatta ülkesini sevmemesi anlaşılabilir bir şeydir. Haq’ın yaşadığı deneyimlerin hiç de yenilir yutulur cinsten olmadığını tahmin edebiliyorum. Ama şunu da biliyorum ki hiçbir millet, hiçbir topluluk, hiçbir ırk, “kedisine kadar” toptan kötü olamaz Bu, en başta eşyanın doğasına aykırıdır! Filmin Pakistanlılık konusunda böyle sığ bir tespite gitmesi, onu yavan bir oryantalizme götürüyor: “Pakistanlılar muhafazakardır!” Ve o yavanlığa bir de pragmatizm ekleniyor: “Fakat ben o Pakistanlılar’dan değilim. Sizden biriyim!” Ve Haq’ın son iki filminin Oscar aday adayı olarak akademiye gönderilmesi ile o pragmatizm ödüllendiriliyor.

Maalesef What Will People Say, çiğ oryantalizmi yüzünden ağızda nahoş bir tat bırakıyor. Dahası Haq’ın bir kadın olarak muhafazakar ve erkek egemen bir toplumda maruz kaldığı travmatik muameleleri de bu berbat oryantalizmi ile halının altına süpürerek önemsizleştiriyor. İran’da yaşayan Azeriler’in deyimiyle teokratik rejimlerden “gönlü su içmeyen”, seküler dünya görüşünü benimsemiş biri olarak bu dozda bir şikayetlenme ve akıl dışı kötüleme edebiyatı  beni rahatsız etti. What Will People Say, pek fazla iz bırakmayacak ama ne kadar örselenirse örselensin, ne kadar gücendirilirse gücendirilsin gene de yad ellerde
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani
(3) diyenlerden gönlüm hep su içecek.

Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Dipnotlar:

(1) İslamcı açıdan bakarak Taliban’ın “zaferini” antiemperyalist bir zafer olarak selamlayanlar, Taliban’ın ABD, Batı bloku ve Çin tarafından SSCB’ye karşı desteklenen Mücahit örgütlenmesi içinden çıktığını bilerek görmezden geliyordu. Hele 2. Taliban dönemi karşısında ABD ve Avrupa’nın gösterdiği hüsnüniyet bu “antiemperyalist” zafer tezini yeniden gözden geçirmeyi gerektirmez mi? Emperyalistler yanınızdayken emperyalizme karşı zafer kazanmış mı olursunuz? Gerçekte bu, neye ve kime karşı kazanılmış bir zaferdir?

(2) “Sizin de Atatürk’ünüz olsaydı bu hallere düşmezdiniz” diyen karşı kamp ise ne Atatürk’ü ne Afganistan’ın tarihini anlayabilmişti. Çünkü Afganistan bir değil iki defa bu yola girmeye çalışmış ama olmamıştı. Afganistan’a bağımsızlığını kazandıran Kral Emanullah 1920’li yılların başında kadın hakları, kıyafet, kölelik gibi konularda hızlı bir reform süreci başlatmıştı. Kuşkusuz bu sürecin en büyük esin kaynağı Atatürk ve Cumhuriyet Devrimi idi. Ama Emanullah ne yöntem ve zamanlama konusunda bir Atatürk idi, ne de reformların sosyal ve ekonomik altyapısını oluşturabilmişti. Reformlar, kaçınılmaz olarak geri tepti ve Kral Emanullah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. İkinci deneme ise 1978 yılında Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin (ADHP) iktidarı ele almasıyla gerçekleştirilen Sevr Devrimi idi. Sosyalist ADHP yönetimi Batı Bloku tarafından desteklenen İslamcı muhalefet karşısında zafiyete düşünce SSCB’den yardım istemek zorunda kaldı. Afganistan’daki gelişmeleri ilk başta kayıtsız bir biçimde izlemeyi tercih eden SSCB, 1979 yılında ülkeye ADHP lehine gönülsüz bir müdahalede bulundu. Otoriter yönetim, Sovyet müdahalesinin yarattığı kaçınılmaz hoşnutsuzluk ve yönetimdeki yolsuzluklar gibi handikaplar yüzünden İslamcı muhalefet bileşenleri bugün “Mücahitler” olarak bildiğimiz silahlı direnişe evrildi. Daha sonra Taliban olarak bilinecek grup ve Amerika’da 9/11  terör saldırılarını gerçekleştirecek El-Kaide örgütlerinin çekirdeği hep bu batı destekli silahlı muhalefet içinden çıktı ve gelişti. 1988-1989 yılları SSCB’nin Afganistan’dan çekilme yılları idi. 1991 yılında Sosyalist Blok çözülüp Sovyet desteği kesilince ADHP iktidarı ve onun devlet başkanı Necibullah mücahit grupların karşısında ülkenin denetimini kaybetmeye başladı. 1996 yılında muhalif gruplar Kabil’in denetimini ele geçirdi. Devrik devlet başkanı Necibullah idam edildi. Ağır işkencelerden geçirilip halk önünde bir beton direğe asılarak infaz edilen yalnızca Necibullah değil, Afganistan’ın tüm modernleşme ve sekülerleşme umutları idi adeta. Necibullah’ı devirip katleden “Kabil Kasabı” Burhaneddin Rabbani’nin iktidarı ise kısa sürecek ve onun bin beteri olan Taliban iktidara gelecekti. Şu talihe bakınız ki geçmişte SSCB müdahalesini ağır biçimde eleştirip kınayan ve sabote eden Amerika ve batılı devletler 2001 yılında Afganistan’ı işgal edip Taliban iktidarını devirmek zorunda kaldı. Taliban’dan geçici olarak kurtulduktan sonra yaklaşık 20 yıl çatışmalı ve çalkantılı bir serbestlik yaşayan ülke, 2021’in Ağustos ayında yeniden Taliban karanlığına bürünmekten kurtulamayacaktı.

(3) Vasiyet, Nazım Hikmet, 1953.

[/box]

blank

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Jui Kuen / Drunken Master (1978)

Drunken Master: 80’ler video furyası denince aklıma gelen ilk yabancı
blank

Matango: Attack of the Mushroom People (1963)

Sinema tarihindeki “tuhaf/acayip filmler”i ele almaya devam ediyoruz. Bu seferki