Aldo Lado, 1971 yılında “Short Night of Glass Dolls” gibi güçlü bir sınıfsal eleştiriyi sürrealist (üst-gerçekçi) formda paketleyip birinci sınıf bir giallo ile yönetmenlik kariyerine başlar. Bir “ilk film”e (debut) nazaran, gerek hikâye anlatımı, gerekse görüntü çalışması bakımından büyük bir olgunluk taşıyan filmde, sanat yönetiminden prodüksiyon tasarımına, müzik kullanımından kurguya kadar her şey dört dörtlüktür. Lado’nun bu filmden önceki kariyerini incelediğimizde, bir önceki sene, Vittorio Storaro’nun benzersiz görüntü çalışmasıyla belleklerde yer eden, Bernardo Bertolucci yönetimindeki “Il conformista”da (Konformist, 1970) yardımcı yönetmen olarak görev yaptığını görüyoruz. Ha keza, yine ilk yönetmenlik deneyiminden önce, “The Designated Victim” (La vittima designata, 1971) gibi bazı sahneleri Venedik’te çekilmiş, özellikle finali beni çok etkileyen, sağlam bir görüntü çalışmasına sahip sıkı bir filmde yönetmen yardımcısı olarak görev yapmış. Bunlar başarısının tesadüf olmadığını gösteriyor. Yine de damakta benzersiz bir tat bırakan “Short Night of Glass Dolls”u aşırı beğenmiş olmama rağmen, “Who Saw Her Die?” adlı ikinci yönetmenlik deneyimini ilk kez seyretmeden evvel, bir önceki filminin kadrosundan hemen hemen hiç kimseyi ikinci filmin ekibinde göremeyince, biraz önyargılı ve temkinli davranmadım desem, yalan olur. Ama Lado gösterime giren ikinci filmi Who Saw Her Die? (Chi l’ha vista morire?, 1972) ile beni yanıltmayı başardı. Karşımızda, aşağıda detaylarını paylaşmaya gayret edeceğim birkaç özelliği nedeniyle giallo tarihinin en nev-i şahsına münhasır gerilimlerinden biri var.
Bir kayak merkezindeyiz. Yıl, 1968. Yer, Fransa (Megeve). Karlar altında bir orman. Kuşbakışı çekimle karlı dağın yamaçlarını geziyoruz. Dinginlik had safhada. Fonda doğal sesler hariç bir şey yok. Mutlu bir kız çocuğu ve bir kadın (muhtemelen bakıcısı) görüyoruz. Kızın adı, Nicole. Kardan adam yapmışlar. Gülüyorlar, eğleniyorlar, derken kızıl saçlı çocuk kızağa biniyor ve yokuş aşağı bırakıyor kendini. Annesinden uzaklaşıyor. Sonra insanın kalp ritmini yükselten uğursuz bir çocuk şarkısı duyuluyor. Siyahlar giymiş (kıyafet, eldiven, ayakkabı vs.) peçeli bir kadın çocuğun yolunu kesiyor. Hızlı adımlarla gelmekte olan annesi henüz çocuğunun yanına varamadan, ağzını kapatıp kafasını taşla eziyor. Şok dalgası şeklinde yayılan bir dehşet patlaması perdeye adeta korku salıyor. Hunharca işlenmiş acımasız bir cinayet yüzünden titriyoruz. Kadın, çocuğun cesedinin üstünü karlarla kaplayıp saklamaya çalışıyor ama kızıl saçlı kızın annesi giderek yaklaştığı için bu mümkün olmuyor. Filmin yazıları ekranda belirirken, bir yandan da bunun çözülmemiş bir cinayet olarak kaldığına dair adli dosya kayıtları ekrana yansıyor. Bu kısacık girişteki vahşi katili, cinayet işlerken fonda çalan müziği, katilin bakış açısından (siyah matem peçesinin ardından) verilen görüntüleri film boyunca görmeye devam edeceğimizi tahmin ederek bir kez daha ürperiyoruz. Maalesef öyle de oluyor.
“Who Saw Her Die?”ın konusu çok basit. Londra’daki karısı Elizabeth (Güzeller güzeli İsveçli Anita Strindberg) ile bir süredir ayrı yaşadığını anladığımız Franco Serpieri (sıra dışı James Bond, George Lazenby) adında, faaliyetlerine Venedik’te devam eden, iyi-kötü bir çevre edinmiş, başarılı ve sevilen bir heykeltıraşın küçük bir misafiri vardır: Canından çok sevdiği kızı Roberta. Venedik’e babasını ziyarete gelen kızıl saçlı Roberta, çok geçmeden, açılışta gördüğümüz psikopat tarafından katledilir. Polisin soruşturmayı savsakladığını düşünen ve ihmali nedeniyle, kızının ölümünden kendini sorumlu tutan Franco, gazeteci bir arkadaşının verdiği ipucunu (daha önce de Venedik’te kızıl saçlı bir kız öldürülmüş ve katili bulunamamış) takip ederek katile adım adım yaklaşır. İlk başlarda kendisine eşi de yardımcı olur. Bu arada, Franco’nun yürüttüğü araştırma derinleştikçe, katil de kendisine ulaşılmasın diye cinayet üstüne cinayet işlemeye karar verir. Dedim ya, konu basit lakin Aldo Lado’nun anlatısı hiç öyle değil, filmi sinema tarihinin en ürkütücü giallolarından biri hâline getiren de bu.
Önce şunu belirtelim, giallolarda filmin özü gereği, seyirci ister istemez, izleyeceği şeyde birilerinin hunharca öldürüleceğini bilerek filmin karşısına oturur. Yani filmdeki bir karakteri tekinsiz bir atmosfer içinde yalnız başına gördüğünüzde, beklentileriniz zaten “kötü” bir şey olacağına dair sizi koşullandırır. “Tamam” dersiniz içinizden, “bu arkadaşın dakikaları sayılı”. O nedenle çoğu gialloda eğer işin içine “özel” sinematografik öğeler ustaca girmemişse, kendinizi biraz sonra yaşanacak cinayete zihinsel açıdan hazırlanmış bir hâlde bulursunuz, ki bu da sizin o karakterle (müstakbel maktulle yani) özdeşleşmenizi engeller. Dario Argento ve Mario Bava gibi bunu her daim başaran isimler hariç, giallo sinemasında (bulduğu trüklerle) sizin az sonra hayatına gaddarca son verilecek karakterin son anlarında yaşadığı dehşeti iliklerinize kadar hissetmenizi sağlayabilecek çok az yönetmen vardır. Aldo Lado da onlardan birisidir.
Aldo Lado, “Who Saw Her Die?”da (1972) anlatısını unutulmaz kılmak için iki ayrı yöntemi iç içe kullanıyor. Bunlardan ilki, filmin görsel dokusunu teşkil eden her türlü öğenin kusursuz bireşimi. Sahne ve set tasarımı, sanat yönetimi ve görüntü çalışması. Her şeyden önce, “Who Saw Her Die?”da mekân/yer seçimleri kusursuz. Gerek kapalı (Franco’nun apartmanı, evi ve stüdyosu, Serafian’ın evi, avukatın evi, kilise vb.), gerekse açık mekânlar (sokaklar, ara sokaklar, köprüler, kanallar, terk edilmiş binalar vb.) filmin tedirgin edici boyutunu katmerleyecek şekilde özenle seçilmiş. Öyle aşıkların başkenti, turizm cenneti Venedik fotoğrafları yok bu filmde. Kimi zaman soğuk ve yağmurlu, çoğu zaman da yoğun sisli, kapalı bir hava hakim Venedik’e. Aldo Lado; Venedik’i labirentlerden oluşan, mütemadiyen suça gebe kabusumsu bir yer olarak, ana karakterlerini de ister istemez bu şehirde kapalı kalmış (sıkışmış) zavallı bireyler olarak resmetmiş. Birkaç saniyeliğine gözüken setler bile (Franco’nun komşusu Maria’nın evi, daha önce öldürülen küçük kız Marinella’nın babasının çalıştığı işyeri, François Roussel’ın evi, Serafian’ın gemisi vb.) filmdeki karamsarlığı arttıran harikulade detaylarla örülü. Benim sinematografik açıdan filmdeki favori mekânım ise Franco’nun Serafian’ı ararken girdiği (ve saldırıya uğradığı) terk edilmiş bina. Bir diğer favori mekânım ise finaldeki can pazarının yaşandığı bina yani Franco’nun kaldığı yerleşke. Gisella Longo ve Alessandro Parenzo’nun sanat yönetimi ve prodüksiyon tasarımı adeta parmak ısırtıyor.
Tabii bir önceki paragrafta bahsettiğim öğeler tek başına büyük bir anlam ifade etmiyor. Görüntü yönetmeni Franco Di Giacomo’nun olağanüstü çabası da hikâyenin gerilimine pozitif katkı sunan bir seyir izliyor. Di Giacomo film boyunca sahnenin ruh hâlini yansıtmakta büyük bir başarı ve tutarlılık sergiliyor. Gerekirse açılıştaki gibi dingin görüntüler, gerekirse konuşma olmaksızın gerilimi salt olayın özüne yığan (Roberta’nın cenaze töreni gibi) çekimler yapıyor. Takip sahnelerinde ve katilin boy gösterdiği anlarda ise çok daha dinamik bir tarzı yeğliyor. Mekânları çarpık açılardan alan, çeşitli yükseltiler arasında seri gidiş-gelişler sergileyen üslubunun sinemasal açıdan zirve noktaları ise sislerin içindeki hareketliliği resmettiği görüntüler, meydanda uçuşan güvercinlerin odak değiştirerek kaydedilmiş görüntüleri ile katilin gözünden (müstakbel) maktulü gösterdiği anlar. İnanın bana, üçü de kusursuz. Ne de olsa Di Giacomo, “Il buono, il brutto, il cattivo” (İyi, Kötü ve Çirkin, 1966) ve “C’era una volta il West”in (Batıda Kan Var, 1968) kameramanı. Bütün bunlar Angelo Curi’nin yetkin kurgu çalışmasıyla da birleşince, daha ne olsun? Ama burada hakkını teslim etmemiz gereken asıl kişi, bütün bu öğeleri büyük bir ustalık ve zarafetle bir araya getiren ve müthiş bir sinema duyumu yaratan Aldo Lado’dan başkası değil çünkü kendisi bu filmden sadece birkaç ay önce, bambaşka bir teknik ekiple seyircisine aynı büyüleyici hisleri yansıtabilen “Short Night of Glass Dolls”u çekmiş bir yönetmen. Lado’nun atmosfer yaratmadaki başarısı kesinlikle tesadüf değil. Öte yandan bu filmde Aldo Lado kadar etkisi bulunan diğer bir ismi anmadan geçemeyeceğim. O kişi de, kim olduğunu hatırlatmaya bile gerek görmediğim, sinema tarihinin –alanında- en büyük ustalarından biri olduğu konusunda tüm otoritelerin birleştiği, eşsiz bestekâr Ennio Morricone’den başkası değil.
Evet, Ennio Morricone hakkındaki en büyük ve benim de yer yer haklı gördüğüm eleştirilerden biri, ustanın stok çalışmasıdır. Yani sıklıkla, daha film ortaya bile çıkmadan evinde yaptığı bestelerden birini filme uydurması. Ama işte burada şunun da hakkını teslim etmek lazım, bugüne kadar izlediğiniz filmler içinde Morricone’nin bestesinin sırıttığı (kulak tırmaladığı anlamında) kaç eser gördünüz Allah aşkına? Karşımızda sinema müzikleri çağının Beethoven’ı gibi bir şey var. O da aynı onun gibi alırmış evde eline kağıt kalemi besteleyiverirmiş belleklere bir daha hiç çıkmamak üzere kazınacak o ezgileri. Konuyu niye buraya getirdim çünkü şahsi kanaatimce ustanın “Who Saw Her Die?” filmi için yaptığı besteler kariyerinin en iyi işlerinden biri. “En iyi” derken kastettiğim şey, Sergio Leone filmlerindeki bütünleyici etkisi düzeyinde bir şey. “Who Saw Her Die?”ın müzikleri, önceden bestelenmiş olsa kaç yazar, filmi izledikten sonra yapılmış olsa kaç yazar? Karşımızda sinema tarihinin görüntü ve hikâye uyumu en yüksek müziklerinden biri var. Bu giallo bu müzikler olmadan (şimdi olduğunun) yarısı kadar bile etkili olmazdı. Filmin görüntü ve müzik (hatta ses) uyumu o denli güçlü ki, filmdeki bütün diyaloglar kaldırılsaydı, yaşadığınız “dehşet” (horror) düzeyinde hatırı sayılır bir azalma kesinlikle olmazdı. Peki nasıl başarmış bunu Morricone?
Morricone önce, çocuk katili bir sapığın işlediği cinayetlere odaklanan filme bir çocuk korosunun seslendirdiği, insanı huzursuz eden ve temposu giderek hızlandığında (kreşendo hâlindeyken) tehditkâr bir havaya bürünen kısa bir tema bestelemiş. Bu kısa ama tempolu çocuk şarkısının tedirgin edici ritmi filmin içeriğiyle birebir uyumlu. Katil her göründüğünde bu müziği işitiyoruz. O nedenle katilin akamete uğrayan Roberta’yı öldürme girişimleri bile sırf bu nedenle tüyler ürpertici bir gerginliğe sebep oluyor. Bu müzik, duyulduğu andan itibaren zihinlerde Hitchcockyen bir etki uyandırıyor, biz katilin yaklaşmakta olduğunu biliyoruz ama kurban bilmiyor. Bu tabii aynı zamanda katilin (matem tutan yaşlı teyze) siluetiyle koşut kurguda sunuluyor. Katilin gözünden kamera çekimine (POV) geçince müziğin temposu, müziğin temposuyla birlikte bizim de kalp atışlarımız artıyor. Derken Morricone bu müziği, genelde sis düdüğünü andıran ani bir sesle bıçak gibi kesiyor.
Melodinin (daha uzun) sözlü versiyonu ise daha farklı bir amaçla kullanılıyor. İlk kez cinayetten sonra ekrana düşen yazılarla beraber duyduğumuz şarkı bu sefer daha pozitif bir katkı sunuyor. Şarkıyı yine aynı çocuk korosu seslendiriyor ama uyandırdığı etki biraz farklı. Film, adını bu şarkının sözlerinden alıyor aslında. “Chi l’ha vista morire?”, “Who Saw Her Die?” demek. “(O) Kızın Öldüğünü Kim/ler Gördü?” ya da “Kızın Ölümünü Kim/ler Gördü?” şeklinde tercüme etmek mümkün.
Katilin melodisi, sanki ana tema şarkısının bir tür nakaratı ya da tamamlayıcısı gibidir. Filmdeki en etkileyici ve sinemasal anlamda en doyurucu ses&müzik çalışmalarından biri, Roberta cinayetinden hemen önce gerçekleşir. Roberta kaçırılmadan hemen önceki sahnede, diegetic (film içi) müzik ile non-diegetic (sadece filmi izleyenlerin duyduğu) müziğin müthiş bir buluşmasına şahit oluruz. Franco sevgilisiyle yatmak için eve geçer, kızını arkadaşlarıyla oynaması için apartmanın önündeki avluda bırakır. Çocuklar kendi aralarında oynarlarken film için bestelenen şarkıyı söylerler (diegetic), Franco’nun sevişmesi çocukların oyun görüntülerine çapraz kurgulanır. Derken katil arz-ı endam eyler ve bu sefer iki ayrı müzik (diegetic/non-diegetic) birbiri üstünde bindirme yapar ve bir tür kanon yaratır. Katilin gelişini haber veren sarsıcı müzik baskın hâle gelir ve görevi, olayı katilin gözünden gösteren (POV) çekimlerle birlikte usulca devralır. Bu sefer Roberta’nın yakayı kurtaramayacağını anlarız.
Açıkçası, bir çocuk katilini belirli bir melodiyle özdeşleştirmenin tarihi, Fritz Lang’ın “M”ine (Bir Şehir Katilini Arıyor, 1931) kadar uzanır. “Who Saw Her Die?”da bu teknik başarıyla tatbik ediliyor ve filmin adeta ruhuna nüfuz ediyor. Arada diegetic müziklerle (akordiyon, çocukların oyun oynarken şarkıyı/marşı okumaları, sinemadaki film müziği vb.) müthiş geçişler var. Ha keza rıhtımda Roberta’nın cesedinin bulunduğu sahnede ve hemen akabindeki cenaze sahnesinde olduğu gibi bu defa hüzünlü ve dingin bir müziğin bütünüyle sahneyi devraldığı ve duyguları harekete geçirerek tek başına sinema icra ettiği anlar da mevcut. Cenazedeki kısa keman girişi bu anlamda favorim.
Film, müzikal anlamda çok zengin ve çok katmanlı bir dokuya sahip. Pinpon sahnesinde piyano tınıları duyarken, Franco’nun avukatı takip ettiği sahnede ortama heyecan katan farklı tonda bir koro müziği duyarız, Elizabeth gazeteci arkadaşına veda etmek için kafeye uğradığında da dinlendirici bir keman solosu. “Who Saw Her Die?”ın (1972) görsel mimarisi kadar işitsel mimarisine de önem verildiği ortadadır. Sadece müzikler için değil, sesler için de durum aynıdır. Örneğin katil, Roberta’yı öldürdükten sonra Franco’yu atölyesinde çalışırken görürüz, arka planda kilisenin çanları çalmaktadır. Baba çatıya çıkar, gök gürlemektedir. Kötü şeylerin habercisi olan bir fırtına yaklaşıyordur sanki. “Who Saw Her Die?”da birçok sekans sese dayalı hazlarla örülüdür. Ayrıca telefon sesleri, telesekreter kayıtları, şantaj için alınmış ses kayıtları, sıkça duyduğumuz çan sesleri, vapur ve teknelerin düdük sesleri, motor sesleri, çocuk sesleri, kuş sesleri, kalabalıkların uğultuları, kamera kayıt ya da film gösterim cihazının çıkardığı sesler, basketbol topu sesleri, kılıç sesleri şehrin eninde sonunda yolu ölüme çıkan labirentimsi yapısının işitsel koridorlarını inşa ediyorlar gibidir. Bu sesler cehennemvari bir atmosfer yaratır. Tüm bu ürkünç yapının ortasında da bütün ihtişamıyla Morricone’nin mükemmel besteleri durur.
Bu yazımda “Who Saw Her Die?”ın (1972) içeriğine fazla girmek istemiyorum (ilk başta katledilen çocuğun dadısının kim olduğuna falan) ama yeri gelmişken bahsetmeden geçemeyeceğim özel bir durum var. Nicolas Roeg’in Julie Christie ve Donald Sutherland’i bir araya getiren, “Don’t Look Now” (Karanlığın Gölgesi, 1973) adında, zamanla kült statüsüne erişmiş, benim de çok sevdiğim ödüllü bir Daphne Du Maurier uyarlaması var. Du Maurier’in, kızlarını kaybeden ve bunun travmasıyla yaşayan iyi eğitimli, elit bir çiftin Venedik’te yaşadığı tuhaf bir deneyimi anlatan kısa hikâyesi 1971 yılında yayınlanmış. Aslında 1972 yılında gösterime giren “Who Saw Her Die?” filmi de 1971 yılının son aylarında çekildi. Ama ben Du Maurier’in orijinal hikâyesini okudum, Aldo Lado’nun filmiyle (Venedik ve çocuğunu kaybeden çift dışında) bir bağlantısı yok. Lakin Roeg’in “Don’t Look Now”ını (1973) izledim ve o film “Who Saw Her Die?”dan (1972) hiç etkilenmemiştir diyen biri varsa, o arkadaş sinemadan pek anlamıyor demektir, bunu da hazır fırsat bulmuşken tarihe not düşeyim. İyi seyirler…
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- https://www.myreviewer.com/
- http://www.whatsontv.co.uk/
- http://ninjadixon.blogspot.com.tr/
- http://thedevilshoney.blogspot.com.tr/
- http://thoughtsfromcinemasfringes.tumblr.com/
- http://sonofcelluloid.blogspot.com.tr/
- https://mezzanotte.wordpress.com/
[/box]
Not: İlk kez Alacakaranlık Dergi’nin 2017 Ağustos sayısında yayınlanmıştır.