blank

Sonradan, video ve sinema için anime (Japon animasyonu) adaptasyonları da yapılan Vampire Hunter D, A Wind Named Amnesia, Darkside Blues ve Demon City Shinjuku kitaplarının da yazarı olan Hideyuki Kikuchi’nin, Canavarlar ve İnsanlar arasında süren gizli savaşı bitirmek için doğacak mesihi konu edinen fantastik-korku türündeki kitabı Wicked City Serisi’ne dayanan, aynı isimdeki anime uyarlaması (Ki yönetmeni, Hideyuki Kikuchi’nin eserlerinden de animeye uyarlamada bulunmuş ve en son Highlander: The Search for Vengeance’i yönetmiş olan Yoshiaki Kawajiri ) ile kitaptan ve anime uyarlamasından esinlenmeler taşıyan, gene aynı isimdeki Hong Kong versiyonlu Live-Action’ı mevcut.

Öteki Sinema için yazan: Cemalettin Sipahioğlu

*** Okuyacağınız yazılar spoiler / sürprizbozan içerir, dikkat! ***

Wicked City (Yōjū Toshi) 1987

blankTeknolojinin son sürat geliştiği 20. YY’dayız. İnsanoğlunun büyük kısmının bilmediği, canavarların hüküm sürdüğü Kara Dünya ile insan dünyası arasında kırılgan bir barış ortamı sürmektedir. Barışın sürdürülmesi adına yapılacak görüşmelerde insan tarafını temsil edecek olan 200 yaşındaki büyücü Giuseppi Mayart’ta, Tokyo’ya gelmek üzeredir. Her iki tarafta barış istese de, özellikle Kara Dünya’dan insan dünyasına kaçak olarak geçen bir grup canavar terörist, yapılacak barışı engellemeye çalışmaktadır. Bu ortamda temsilciyi korumak için Kara Gardiyanlar adlı gizli örgütün üyesi olan Taki ile Kara Dünya’dan gelme, insan görünümünde dolaşan dişi canavar Makie görevlendirilir.

Görevleri gereği bir araya gelen Taki ve Makie, her ne kadar farklı olsalar da, amaçları için çabalarken birbirlerine daha da yakınlaşacaktır…

Wicked City’nin beslendiği kaynaklar sırasıyla Fantastik ve Bilimkurgusal temalar, insan vücudunun deformasyonuna dayalı canavar olgusu, hentai diye adlandırılan; pornoyografik öğeler içeren anime alt türüne ait kimi temalar, Femme-Fatale, film-Noir ( Kara Film) ve gotik.

Fantastik sinema ile olan bağı zaten hikâyesinden de anlaşılacağı gibi iblisler ve insanların, birbirleri ile olan mücadelesine dayalı. Amma velâkin hikâye her ne kadar fantastik-macera olsa da hikâye içerisindeki kavgalar, gereksiz efektlerden uzak, sade denebilecek bir görselliğe sahip. İblislere karşı savaşan insanoğlu da, sihir yerine teknoloji destekli bir savunma geliştirmiş ki, bu filmimize küçükte olsa bilimkurgu sosunu ekleyebilmiş (Tek yumruk ile canavarların kafasını patlatabilen Taki apayrı bir olay tabii ki). Bunların toplamıyla mücadele esnasında, bir iki kıvılcım parlaması harici; yumruklar, silahlar ve keskin yaratık uzuvları daha fazla görüyoruz.

İnsan görünümlü sahte bedenlerini yırtıp bir anda saldırıya geçen mahlûkatlarını, John Carpenter’ın The Thing’in de gerilmemizi sağlayan faktörlerden biri olan “Acaba hangisi ve ne tür bir canavara dönüşecek?” Sorusunun, “…Ne tür bir canavara dönüşecek?” Kısmına odaklanarak ve hatta kimi canavar tasarımlarıyla bahsi geçen filme de selam göndererek sunmakta. Lakin insan kılığındaki dişi canavarlara sıra gelince çekici görünümlerinin büyük kısmını da korumayı ihmal etmeden bir dönüşüm geçiriyorlar. Vajinaları dişler ile kaplı olanlardan; saç ve tırnakları birer silaha dönüşebilenlere; bedenlerindeki vajinamsı yarıklar ile hipnoz etmeye çalışan, karşısındaki erkekleri cinsel olarak baştan çıkarıp ağına düşürmeye uğraşan ölümcül dişiler bunlar. “Dişilik” eşittir “tehlike” sinyalleri veren bu tasvirsel ve davranışsal çizgi, Femme-Fatale olgusunun vücut bulmuş hali bir nevi. Buna paralel olarak, filmin cinsel tansiyonu da normalin biraz üstünde. Hafif erotik denebilecek sevişme sahneleriyle kalmayan cinsellik bazen tecavüz gibi sert temaları da, fazla ayrıntıya gitmeden imasal yöntemlerle kadrajına sokuyor. Kadın karakterin karşısına, düşman olarak erkek cinsel organını andıran yaratık (Makie’ye saldıran parazit); erkek kahramanımızın karşısına da kadın cinsel organını andıran silahlarla bezeli dişi canavarların (Bedeninin ortasında vajina benzeri bir yarık bulunan dişi canavar) çıkması ile yapımın cinsel dozu farklı bir boyut kazanıyor. Karşı cins ile istedikleri gibi bir iletişim kuramamış ve hatta birbirlerinden ilk başlarda hoşlanmadıklarını belirten Taki – Makie ikilisi için devamlı kendilerine düşman olan karşı cins mensuplarınca ele geçirilmeye çalışılmak, onların ortak noktalarından biri oluyor.

blank

Açılış ve kapanış sahnesi haricinde gündüz vakitlerine şahit olmadığımız filmimizin hikâyesi de, karanlığın oluşturduğu gizemli atmosferi arkasına alarak, sade çizimlerine rağmen gotiğimsi mekânlara dönüşen hava alanı, terk edilmiş fabrika ve kilise gibi yerlerde cereyan ediyor. Bu seçimiyle, Bilimkurgu ile Fim-Noir birlikteliğinin meyvesi olan Blade Runner’ın gecesi bitmeyen şehrini akla getiriyor ki tıpkı onun gibi işi “dünyada olmaması gerekenleri avlamak” olan ve memnuniyetsizce görevine devam etmesine paralel olarak bambaşka içsel meseleleri kafaya takmış bir ana erkek karaktere sahip: Taki’ye.

İlk sahnelerde filmimizin tek jönü olan Taki, uzun süreden beri aynı barda karşılaştığı bir hanımla çıkmaya hazırlanmaktadır. Ama barmen buna çok şaştığını ve o tarz bir kızdan bunu beklemediğini söyler. Barmenin “o tarz” demek ile ne kastettiğini, açıklamaya çalışırsam; burada kastedilen kadın, büyük ihtimalle, geleneksel bir iş çıkışı alışkanlığı olarak barda arkadaşları ile bir iki kadeh içip etrafla da fazla hoş peş olmadan evine giden; bizdeki tabiri ile “Yüzü yere bakıp yürüyen” biridir muhtemelen. Yani bir erkek ile çıkacaksa bardan değil de mesela, tanıdıkları vasıtasıyla çıkması gerektiği düşünülen bir tiptir (Eski Japon geleneklerinde de çiftlerin görücü usullü tanışıp evlenmesi söz konusudur). Ama Taki’nin çıkacağı hanım, beklenmedik bir şekilde teklifi kabul edince, barmenimizin şaşkınlığı bu bağlamda netleşmiş olur.

Taki’nin ilerleyen zamanlardaki tepkileri de her ne kadar teklifi kendi yapmış olsa da Barmen dostunun kafa yapısında işlemeye başlar. İlk önce kadının binasına gelirler ve Taki’nin ilk tepkisi binanın pahalı bir yer olması üzerinedir. Burada haliyle karşı cinsten birinin kendisinden daha fazla kazanmasından duyulan rahatsızlık söz konusudur. Sonraki sahne de ise üzerinde ayıcık bebek olan bir kapı görürüz ki bu seyirci olarak çoğumuzun aklında bir çocuk odası olabileceği fikrini getirir. Ama kapı aralanır ve içeriye çiftimiz girer. Buradan anlaşılacağı üzere oda, kadına aittir. Etrafta oyuncak bebeklerin dizildiği, çocuksu –ya da el değmemiş saf olanın- havasına sahip olan odanın aksine, sahibesi soyunup ta, iç çamaşırı mankenleri gibi bir poz verince oluşan tezatlığa ithaf-en Taki’de kadının biraz cüretkâr davrandığını dile getirir.

Taki için her ne kadar sıradan bir buluşma olsa da, oda sahibesi ile odası arasındaki tezatlık bir nebze de olsa onu şaşırtır. Oda; çocukluk saflığını kaybetmemiş, bozulmamış, yani üst satırlarda da üstü kapalı olarak bahsettiğim gibi kutsal bir bakirenin sahip olabileceği bir mekân olurken; odanın ortasında durup kendini teşhir ederek erkeği birlikte olmaya davet eden dişi ise, haliyle mekânın, Taki’nin aklına getirdiği kutsallığını bozar. Ve otomatikman Taki’nin karşısındaki dişi, bir gecelik bir ilişkiden fazlası olmayacak, basit birine dönüşüverir onun için.

Ama olay burada da bitmez, öldürücü tasvir sona saklanmıştır. Çiftimiz beraber olduktan sonra Taki, önceden her ne düşünürse düşünsün bir şekilde huzur bulmaya çalışarak partnerinin göğsüne kafasını yaslar. Burada bunu biraz daha deşersem, Taki bir bakıma, Dr Freud’un tabiri ile ana rahmine dönmek isteyerek, anne karnındaki gibi huzurlu ve güvenli bir ortam ister. Zaten memuriyet hayatı ve yaşadığı zaman onu tatmin etmemektedir. Ama bu temsili dönüş isteği, koynunda huzur bulduğu ya da huzur bulmaya çalıştığı dişinin yavaşça; vajinasının olması gereken yerde, uzun dişli bir ağza sahip olan örümceğimsi canavara dönüşmesi ile kâbusa döner.

Tabi hikâyenin bu bölümündeki canavar, Taki’nin güvenini kazanan bir kadının kılığına girerek onu aldatmış bir iblistir. Ama bu bölüm boyunca bize tanıtılan kadın: Kendi işi olan ve haliyle ayakları üstünde durabilen, bunu takiben de, canının istediği gibi davranıp erkeğini kendi seçen bir kadın portresidir ve Taki’de davranışları ile bir bakıma bu portredeki kadın profilini garipsemektedir. Üstelik ilerleyen sahnelerde bu kadının, canavara dönüşmesi de, alttan alta bu tarz bir yaşam süren dişinin –her ne kadar bir başkasının kılığına girmiş bir canavar olsa da- tehlikeli olduğunu dile getirmektedir ki yazının başlarında bahsettiğim Femme-Fatale olgusu da bu kadınların hem amaçları hem de vücutlarının aldıkları ürkütücü biçimle korkutucu kimseler olduğunu güçlüce ima eder.

Filmin başında Taki’nin sesinden, dünyanın, bilgisayarlar ve yüksek teknoloji ile örülü olup, artık doğaüstü olarak adlandırılan olgulara inanılmadığını ya da fark edilmediğini ama insanlar ile şeytanların arasında yüzyıllardan beridir süregelen bir savaşın devam ettiğini anlatır. Filmin ortalarına doğru geçen bir konuşmada ise Taki, dünyanın kurtarılmaya değer olup olmadığını düşündüğünü ifade eder. Taki’nin işi, dünyayı korumak yani bir nevi “kahramanlık”tır. Ama bilim ve teknoloji ile örülü bu yeni dünya da, varlığına inanılmayacak bir düşmanla olan savaşın “kahramanı” olması, onu, “kahramanlığın” getirisi olarak beklenebilecek maddi ve manevi bir artı vermemektedir: Sıradan bir memur gibi asgari bir ücret almaktadır, ara sıra –bize filmde gösterilmese de bir iki ayrıntıdan sonucuna ulaşabileceğimiz- iş arkadaşları ile bara, bir iki kadeh içmeye gider. Yani filmin burada ekleyebileceğimiz ilginç bir yanı olarak; ruhani güçler ile savaşan insanlar, memur kategorisine dâhil edilmiş sıradan birer yaşam sürmektedir -görevlerinin önemli olması onların hayatlarında olağanüstü bir etki yaratmaz. Geleneksel erkek bakış açısına tabi olaraktan kendisini onöre edecek bir yaşam yoktur Taki için. Önceleri bir alt basamakta duran kadınlar artık rakipleri olup kendisinin bile sahip olamadığı bir lükse kavuşmuştur. Ve bu hayata onun gibi “Dünyayı koruyarak” kavuşmamışlardır da, çünkü kadına yepyeni imkânlar sunan teknoloji dünyasında Taki’nin uğraştığı şeytanlar birer hurafedir.

Film esnasında görünen düşmanların, insan görünümlerine rağmen, derilerinin altında, akla hayale gelmeyecek mutasyonlarda tehlikeli varlıklar olması, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, güvenilebilir gibi görünenin ardında bir tehlikenin yatabileceği gerçeğini beraberinde getirmektedir. Şeytan-insan savaşı içerisinde mücadele veren Taki için hayatta güvenebilecek bir liman da yoktur ayrıca. Buna yaptığı işe rağmen bulunduğu memuriyet hayatını eklersek, filmimizin jönü için dünyanın kurtarmaya değer olup olmadığını sorgulamak normaldir. Başka bir yönden, hayata olan tutkusu da yok gibidir. Her şeyi monoton bir ruhla yapar.

Bu çerçevede Taki’nin arayacak olduğu şey, bir erkek olarak kendini önemli hissettirmesini sağlayacak, her şeyi ile sahibi olabileceği bir limandır. Beraber olduğu kadın, barmen muhabbetinde de bahsettiğim gibi maço (Ya da yaşadığı toplumun geleneksel kafa yapısındaki) erkek bakış açısıyla, onun zihni içerisinde “Güvenilir bir kadın” portresi çizer ve Taki için sahiplenip, saygı duyulacağı, bu sayede huzur bulabileceği ve belki de geleneksel düzeyde –erkeğin evin reisi olduğu- bir aile kurabilmesini sağlayacağı kişi olmasının potansiyelini taşır. Belki de Taki’nin kadınla beraber olduktan sonraki huzurlu görünüşü buna işarettir. Ama “huzur” ile kandırma Taki’nin dişi düşmanları tarafından devamlı kendisine karşı kullanılacak bir kozdur. Kimi zaman güzelliklerini, kimi zaman da kadın cinsel organına benzeyen uzuvları ile sahte bir “huzur” illüzyonu yaratarak kandırmaya çalışırlar. Bu sebep ilen de, Wicked City evreninde “güçlü ve çekici kadın,” bir bakıma ölümle eş anlamlıdır. Taki’nin, film içinde temsil ettiği zamana yenik düşmemeye çalışan geleneksel erkek için de birer tehlike oluştururlar.

İşte bu noktada sevgili şeytan ortağı Makie karşımıza çıkar. Maki’de filmin içerisindeki diğer düşman dişi iblisler gibi yeri gelip cazibesini kullanarak rakibini tuzağa düşüren, kuvvetli bir barış taraftarı canavardır. Makie, teknoloji dünyasında hurafeler ilen uğraştığı düşünülebilecek işinde, film boyunca, hep iblis olduğunu öğrendiğimiz kadınlardan çeken Taki’nin yanında savaşan –doğru olduğunu bildiği (inandığı) dünya içerisinde onun yanın da yer alan- tek dişidir. Ayrıca ilk başlarda dişi iblis olduğu için çekiciliğine bile “iyi makyaj” muamelesi yapan Taki gibi o da kendine sahip olmaya çalışan erkek cinsinden hoşlanmamaktadır. Taki ile olan ilişkileri içerisinde onun için tek başına kalkıp kurtarmaya gideceği biri olacağının ilk sinyali ise bir tuzağa düşürme sahnesi esnasında, Maki’nin ağzından dökülen cümle ile bize çıtlatılır öncelikle. Karşısındaki erkek iblis, eski erkek arkadaşıdır. Adam, Makie’nin bir hain olduğunu ve vakti zamanında onun bedenine sahip olarak terbiye etmesi gerektiği gibi bir şeyler söyler. Makie’nin cevabı Türk filmi kıvamındadır: “Bedenimin ırzına geçip ruhuma sahip olmaya çalışmak, ancak senin gibi birinin fikri olabilir.” Yani bizdeki Türkçe versiyonu: “Bedenime sahip olabilirsin, ruhuma asla!” Dır. Film boyunca da devamlı rızası dışında cinsel olarak zorlamalar maruz kalarak asimile edilmeye çalışılsa da, bulunduğu tarafı asla değiştirmez.

Taki’nin, bu güzel ve güçlü kadının peşinden gitmesini sağlayan olay, Maki’nin şeytan dünyasına açılan boyuttan kurtulmak için kendini tehlikeye atarak düşmanın elinde tutsak olmasının ardından patlak verir. Maki’nin, inandığı amaç uğruna kendini feda etmesi; Taki gibi “iş” kavramı ile hareket edip, artık bu tarz ruhani fedakârlıkların olmayacağına inanmasının getirisiyle, etkileyici gelmektedir. Görevinin dışına çıkacak şekilde Maki’yi kurtarabileceği fırsatının önüne sunulmasıyla, hem de karşı tarafın “Onu kurtarmak istiyorsan…” ile başlayan “Onu kurtarabilecek tek kişi sensin” kıvamındaki iması ilen de, şu memuriyet düzenindeki kahramanlık ortamında, tıpkı “filmlerdeki gibi!” Üstelik kendisinden daha güçlü olmasına rağmen yenik düşüp yardımına ihtiyacı olan ortağını –bir bakıma Taki’nin geleneksel kafasına yatan “kadını”- kurtarmak için tehlikeye atılma olanağı söz konusu olur. Gerçek bir kahramanı oynamasını sağlayacak şekilde, “özel” hissetmesine olanak veren macera teklifine vereceği cevabı haliyle “evet” olacaktır.

Ve en sonunda birbirine kavuşan çiftimizin kilisede yaşadıkları ilen de, hem ana hikâyenin insan-canavar barışına hem de Taki’nin, monoton ve anlamsızlığa sürüklenmiş hayatına aradığı anlamın katılması sağlanmış olunur.

The Wicked City (Yao shou du shi) 1992

blankBildiğimiz dünyanın dışında, bambaşka bir boyutta yaşayan canavarlar da vardır. İnsanların yaşadıkları şehirlerde manyetik bir kalkan vasıtası ile bilinmeyen boyuttan gelen bu varlıkların akınlar halinde yeryüzüne gelmesini engellenmektedir. Lakin kimi canavarlar, insan suretine bürünüp, aramıza karışmıştır. Canavarları yakalamak için kurulan Anti-Canavar Polisi de, gerçeği ve kendilerini halktan gizleyerek, görevlerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Kullananını anında bağımlısı yapan ve etkisini kaybettiği an kullanıcısını çıldırtıp ölüme sürükleyen “Mutluluk” adlı performans arttıran uyarıcının piyasaya çıkması ile şüpheler Daishu (Film boyunca, ister insan isterse canavar formunda olsun, karizmasını koruyan ve oyunculuğunu da iyi şekilde ortaya koymuş Japon oyuncu Tatsuya Nakadai) adlı, canavar liderde toplanır. Bunu araştırması için de, Anti-Canavar şubesinden, Taki görevlendirilir. Daishu’nun metresi olan dişi canavar Gaye’in varlığı, Taki için aldığı görevi daha kişisel hale getirecektir.

Hong Kong yapımı The Wicked City için “iki arada bir derede kalmış” denebilir. Türlü canavarın insanlar ile düellolara girdiği, entrikası ve karakterlerinin içsel çatışması bol olan bir film olmayı hedeflemiş. Lakin tüm bunları sığdırabilmek için özellikle ilk kısımda seçmiş olduğu bölümler arası hızlı kurgu seyircisine olayları aktarabilse de bu tarz bir film için gerekli olan heyecan ve merak duygusunu tam olarak veremiyor. Özellikle de ilk yarısında, birbiri ardına ilerleyen bir takım hadiseler hızlıca önümüzden akıp gidiyor ve biz de sadece bakmak ile yetiniyor gibiyiz.

İnsan-canavar savaşının ilk başlarında tutturulmaya çalışılan “doğaüstüne karşı teknoloji” kavramına dayanarak, John Carpanter usulünden yaratıklar ilen The Blob filmini akla getiren sıvımsı varlığın cirit attığı canavarlar ve onlara karşı savaşan insanlar arasındaki kavga sahnelerinde; yaratık kostümlerinin ve insanları kavrayan uzuvlarının fazla sırıtmaması için sanki kavga çok hızlıymış ta, biz izleyicilerin olanları kavrayabilmesi adına bol bol ağır çekime, hızlı kurguya ve hızlı hareket ediyormuş hissi uyandırmaya çalışan efektlere başvurulmuş.

İlk bölümlerde birbiri ardına gelen kavga anlarını sayar ve önceden bahsettiğim “zamanı sığdıralım” tavrından gelme kimi sahnelerin hızlıca geçilmesini de eklersem; ilk kısımların izlemesinin de bayağı zahmetli hale geldiğini söyleyebilirim. Başlarda, “Doğaüstünün karşısına teknolojiyi çıkarma” temellerine dayanarak inandırıcı olmaya gayret göstermeye çalışırken, bunun getirmiş olduğu teknik ve perdeye aktarma zorlukların verdiği yorucu tarzı aşmak adına, ilerleyen bölümlerde “canavarın karşısında insan” mücadelesi yerine “canavara karşı canavar” mücadelesine kayarak, işin doğaüstü kısmına daha fazla yer veriyor. Filmin ilerleyen zamanlarında bu yönde değişen tercihin etkisi ile: büyü vasıtasıyla küçülen arabalara, vücudunu dev bıçaklara dönüştüren melez avcıya, oradan oraya uçan canavarlara (Ki filmin en kötü performansına sahip olan Gaye rolündeki Michelle Reis’de, vücuduna sardığı siyah örtüyle, Superman edasında uçuveriyor) şahit olunuyor. Hatta insan tarafı bile anti canavar özelliği gösteren manyetik güç kullanmaya başlıyor ki, bu güç giderek başka işler için de kullanılır oluyor (Filmin sonlarında biraz havalanıveriyorlar). Bu tercih değişikliği de filmimizin doğaüstü-aksiyon kısmını daha ön plana çıkarıyor. Her ne kadar, ilk başlarda kurmaya çalıştığı hikâyenin kendi evrenine ihanet etmiş olsa da; art arda gelen taraf değişikliği ve hainlerin ortaya çıkışı ile hareketlenen hafif romantik soslu maceranın daha kolay izlenmesini sağlaması ile biraz daha takip edilebilir bir olay akışına kavuşuyoruz.

blank

Filmin ana yapısını az çok sayabilmeyi başarabilmişken, gene konumuz olan Japon yapımı Wicked City ile olan bağına geleyim. Kitabını okumak nasip olmasa da sağdan soldan edindiğim bilgilere dayanarak anime uyarlamasına kıyasla Hong Kong yapımının uyarlamadan çok, kitaba atıflarda bulunan bir yapıda. Anime versiyonuna göre de, kendi oto sansürünü uygulayarak, oldukça düşük bir cinsellik kullanımı söz konusu. İlgili anları da açık şekilde değil de imalar aracılığı ile cinsel temalara dayalı sahneler içermekte (En uçuk örneği, pinball makinesi ile sevişme!). Bunların yanında, anime uyarlamasındaki insan-canavar birlikteliğine dair umut dolu sonunun tam aksi istikamette bir hikâyeye sahip. Bir türlü kavuşamayan, biri insan diğeri canavar iki âşık; yarı canavar yarı insan olduğu için devamlı sadakatinden kuşku duyulan canavar avcısı; kötü canavar, iyi insan klişesi yerine, soyu hangi taraftan gelirse gelsin, iki taraftan da ihanet edene de edilene de rastlamamız; güvendiği tarafa da itimadı kalmamış iki arada bir derede ruh halini yaşayan karakterleri ile filmi daha karamsar bir havaya sokuyor. Ama ele aldığı bu temaları; hem bir arada sunup hem de aksiyon oluşturma çabasıyla, aceleci işleyişine dayanan yanlış veya zoraki seçimlerinin gölgesinde kaldırıyor. Son dediğime örnek vermek adına filmin romantik çifti olan Taki ve Gaye’in tanışma fasıllarına dair flashbacke değineyim. Şık kareler yakalayabilen yağmurlu gece sahnesindeyizdir. Çiftimizin küçük kovalamacasının ardından ortaya çıkan canavarlar ile ağır çekimde gerçekleşen, bol kesmeli dövüş sahnesine şahit olmuşuzdur. Arbede sonrası çalan romantik müzik eşliğinde, ağır yaralı olduğu halde, aklı, düşürdüğü polis rozetinde olan Taki ve aldığı yarayla can çekişen bu adamın başında durup doğrudan kameraya bakarak yaşadıkları hayata dair sorgulayıcı laflar sarf eden dişi canavar Gaye’e şahit oluruz (Taki rolündeki Leon Lai, karakterine yaptırılanlara rağmen, gene de sahici olmaya çabalarken; Gaye rolündeki Michelle Reis’de, abartılı repliklerine uygun oynamayı tercih ediyor). Çekim olarak iyi kotarılmış görselliğe ve canavarlar ile olan kavga sahnesine sahip olsa bile “Görevine sadık erkek” ile “yaşadığı hayattaki ‘canavar-insan’ ayrımının manasızlığını kafaya takan kadı”nın karakterlerini ve doğacak aşklarını sunabilmek için gayet aceleci ve trajik-komik bir sahneyi layık görülmüş.

Saydığım eksiler yüzünden bir türlü anime uyarlaması gibi homojen bir yapıya bürünemeyen filmin fantastik kısmını çıkarır, karşıt kurumlardan birini polis diğerini de mafya yaparsak, sanki daha iyi olurmuş gibi bir hissiyata kapıldığımı söyleyebilirim. Zamanının teknik olanaklarını göz önüne alırsak, canavarlı dövüş sahnelerinde elinden geldiği kadarıyla başarılı olmasına rağmen, ele aldığı konunun işlenişi açısından, aynı oranda uğraş verememiş. Anime uyarlaması gibi türünde başarılı olabilmeyi büyük farkla ıskalamış bir yapım, The Wicked City.

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

3 Comments Bir yanıt yazın

  1. En sevdiğim animelerden biri! Çok güzel yazı. Ellerine sağlık yazan arkadaşımızın.

    – Ama bir film yazısı yazarken o filmi baştan sona anlatmak kocaman bir spoiler (sürprizbozan) olmuyor mu? Böyle yazıları okumayı hiç sevmiyorum o filmi izlememişsem eğer. Bu adet DVD öncesi, hatta VHS öncesi dönemlerden birçok sinemaseverin ulaşmasına imkan olmadığı filmleri arşivlerden okuyarak öğrendiği dönemlerden kalma bir adet diye düşünüyorum. Günümüzde ise zaten herhangi bir filme torrent gibi yollardan ulaşmak oldukça kolayken, bu tarz yazılar ya okunmuyor, ya da okunuyorsa da okuyucunun/izleyicinin filmden alacağı zevki belli oranda baltalamış oluyor diye düşünüyorum.

    Bu yazıda mesela son 11 paragraf olmasaymış daha güzel olurmuş (anime kısmı için söylüyorum)

  2. bir de bukadar uzun yazıları okumak çok zor. okumak yerine göz gezdiriyorum :)

  3. İkiniz de haklısınız. Yapının kendince olan farkını belli etmeye çalışayım derken ipin ucu biraz kaçmış oldu.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Yürüyen Şato / Howl’s Moving Castle (2004)

Her ne kadar Miyaziki’nin en iyi animelerinden biri olarak görülmese
blank

The Secret World of Arrietty / Aşırıcılar (2010)

Aşırıcılar Mary Norton’un aynı isimli fantastik romanından uyarlama. Miyazaki’nin fantastikliğinin