blankTakvimler Mayıs 2005’i gösterdiğinde, İstanbul yalnızca bir Şampiyonlar Ligi finaline değil, aynı zamanda tüm zamanların en görkemli futbol maçına ev sahipliği yapmaktaydı. Liverpool ile Milan arasında oynan ve Liverpool’un ilk yarısını 3-0 geride kapatmasına rağmen kupayı müzesine götürmeyi başardığı maç, Kırmızılar’ı bir kez daha Avrupa’nın zirvesine taşırken kulübün ihtişamlı mazisine de yeni anılar ekliyordu. İşte o destansı finali merkezine alan ve engel tanımaz Liverpool sevgisine parantez açan Will, naif, sürükleyici ve bir o kadar macera dolu bir film olarak arz-ı endam ediyor.

Filmin konusuna değinmek gerekirse; 11 yaşındaki fanatik Liverpool taraftarı Will, yakın bir zamanda annesini yitirmiş, denizci olan babasından da mecburi şekilde ayrı kalmış bir çocuktur. Yatılı okulda üçüncü yılını geçirirken babasının aniden çıkagelmesi, hem de elinde İstanbul’daki final maçına ait iki biletle belirmesi, bu küçük taraftarı bambaşka bir heyecanın ortasına bırakır. Ancak tam bu süre zarfı içerisinde Will’in babasının da vefat etmesi, tüm bu heyecanın yerini hüzne bırakır. Tabii Will’in vazgeçmeye hiç niyeti yoktur. Artık geriye tek bir hedef kalır. O da İstanbul’a, Liverpool’un yeni hatıralara gebe finaline doğru yola koyulmak!

Tarihi başarılarla dolu olan Liverpool, kültürü, zaferleri ve gelenekleriyle dünyada en çok fana sahip takımların başında yer alıyor. E Kenny Dalglish, Steven Gerrard gibi kulübe mal olmuş mütevazı yıldızların varlığı da cabası! Hal böyle olunca Liverpool’u sevmek için onlarca neden saymak mümkün hale geliyor. Ancak her saf sevgide olduğu gibi, en güzel aşk da karşılıksız olandır. Aynı Will’in tutkunu olduğu renklere çıkarsızca sevdalanması gibi. 11 yaşındaki bir çocuğun, Liverpool sevdasını ve akabinde babası için çıktığı yolculuğu merkezine alan film, sıradan bir futbol anlatısının fersah fersah ötesinde seyreden bir sevgi hikâyesine sahip.

blank

Üstün körü bakıldığında Will’in en dikkat çeken noktasının, Liverpool sevgisine biçtiği paye olarak gözükebilir. Ancak film, farklı temaları başarıyla harmanlayarak tümüyle ayakları yere sağlam basan bir duruş sergiliyor. Daha ilk dakikalarında aile hasreti çeken bir çocukla izleyicisini baş başa bırakan, akabinde ise tüm kaygıları bir kenara bırakarak yollara düşen film, hem adrenalin dozajını git gide yukarı çekiyor hem de kötülüklerden arınmış bir çocuk vesilesiyle naif yapısını diri tutarak oldukça içten bir hikâye servis etmeyi başarıyor. Nitekim Will’in asıl başarısının da burada gizli olduğunu söylemek mümkün. Keza bir çocuğu anlatının ana değişkeni olarak konumlandırmak, oldukça riskli bir tercih. Çünkü hafif bir doz aşımı, anlatıyı bayağılaştırmakla kalmaz, yaratılan evreni de hepten yapay bir görüntüye indirgeyebilir. Ancak film, bir an olsun raydan çıkmayarak, ilk dakikasında takındığı içten tavrı son ana kadar koruyarak, izleyicisi ile kurduğu gerçekçi bağı bir an olsun zedelemiyor. Bu da Will’in anbean tebessüm ile takip edilmesine olanak tanıyor.

Filmin maceraperest yapısını dışa vuran husus ise hiç kuşku yok ki yol temasından ziyadesiyle beslenmesi. Evet, yola çıkmak her daim farklı tecrübeleri beraberinde getirir. Kaç yaşında olursak olalım büyümemize fırsat tanır. Daha da önemlisi yol, her daim sürprizlere gebedir ve yeni hayatlara açılan bir kapıdır. Will’in özeline döndüğümüzde ise 11 yaşında bir çocuğun amiyane tabirle dünyayı fethetmek için yola koyulması, esasen ulaşılması kolay olmayan bir cesaret örneği olarak belirir. Nitekim Will, yalnızca babası için düşmez İstanbul yoluna. O, hayallerini erteleyen, bahanelerin arkasına sığınmayı adet edinen ve bir türlü o adımı atma cesaretini kendi bulamayan herkes için atılır bu maceraya. Ne ile karşılaşacağını, nasıl fırtınalı denizlere yelken açacağını bilmeden…

blank

Will’in macerasının kırılma anı ise Paris’te karşısına çıkan Alek olur. Eski bir futbolcu olan Alek, hikâyenin gidişatını etkileyecek ve Will’in macerasına anlam katacak yegâne değişkendir aslında. Keza o ana kadar tek motivasyonu babasının mirasını yerine getirmek olan Will için artık olgunlaşma ve başka hayatlara da merhem olmak vakti gelip çatar. Doğrusunu söylemek gerekirse Will’in macerasında Alek, gerçek olamayacak kadar masalsıdır. Ancak Alek’in parçalanmış ve yok olmak üzere olan yaşantısında Will, hayatın kendisi kadar sarsıcı bir gerçekliktir. Esasen Alek ile Will o kadar çok birbirine benziyor ki… İkisi de farkında olmadan tutunacak bir dal, hayata dönebilme gücü verebilecek bir ele ihtiyaç duyar. Nitekim ikisinin yolunun kesişmesi, beraberinde sevginin en duru halini de ortaya çıkarır: Karşılıksız ve çıkarsız… Hele hele bu durumun olabildiğince ağdasız bir şekilde işleniyor oluşu, hem filmin içten yapısına katı sağlar hem de en çaresiz anda belirmesi muhtemel sürprizlerle izleyicisinin içine umut aşılar.

Kabul etmek gerekir ki sonu belirsiz her yolculuk, insana kocaman bir olgunluk armağan eder. Çünkü yol, hayal dahi edilemeyeni mümkün kılarak, insana benzersiz bir tecrübe sunar. Will, yapamazsın diyenlere inat yola düştüğünde, arkasında bıraktığı babasına son görevini yerine getirmenin ve tutkunu olduğu Liverpool’u sahada izlemenin peşindeydi yalnızca. Ancak Alek, ona hayatın acımasız tarafını gösterir. Savaşlarla örülü bir dünyada her daim daha büyük acılara hazırlıklı olmak gerektiğiyle yüzleştirir. Daha da önemlisi yaşama sevincini yitirmek üzere olan 11 yaşındaki bir çocuğa bir kez daha hayata sıkı sıkı tutunma fırsatı tanır. Alek tüm bunları yaparken izleyicisine de tüm felaketlere rağmen kaya gibi dik durmanın öğüdünü, kör göze parmak sokmadan vermeyi başarır. Keza filmin tüm bu iddialı cümleleri olabilecek en sade bir şekilde sunması da Will’in cazibesini doruk noktasına çıkaran ve anlatının melodram havasını güçlendiren en önemli etken olarak belirir.

blank

Gelelim filmin diline. Will, fazlasıyla duygusal bir anlatıya sahip. Keza zaman zaman büyük acıları beraberinde getirmesi de cabası! Ancak anlatıyı ilgi çekici kılan ve seyir zevkini diri tutan husus filmin bir an olsun ajitasyona kaçmaması. Nitekim bunu yaparken sahtelikten uzak ve realist bir şekilde hikâyesini izleyicisine sunması, filme dair oluşacak sempatinin de önünü açıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Will’i izlerken kocaman bir duygu karmaşasının içine düşmek mümkün. Ancak burada önemi olan nokta, filmin bunu fazlasıyla yoğun hislerle dile getirmesi ve böylelikle izleyicisini büyüsüne ortak etmeyi başarabilmesi. E hal böyle olunca da Will’in yaşadığı tüm bu serüvene dostane bir şekilde eşlik etmek, bu maceraperest çocuğun gülüşüne, gözyaşına birebir ayak uydurmak da kaçınılmaz bir süreç halini alıyor.

Will, bir yandan 11 yaşındaki bir çocuğun büyüme hikâyesine odaklanırken, öte yandan ise tarihin en önemli futbol müsabakalarından birine uzanan yolculuğuyla heyecan dozajını diri tutan içten ve etkileyici bir film. Karakter ile hikâye temellendirmesindeki birtakım problemleri ve gerçeküstü hadiseleri bir kenara koyarsak gücünü saf sevgiden ve futboldan alan bu filmi başarılı bir yol hikâyesi olarak nitelendirmek pekâlâ mümkün. Anbean akıllara Liverpool’un dillere pelesenk olan “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” marşını getiren ve Will’e bu macera dolu yolculuğunda eşlik etmemize olanak tanıyan film, yalnızca futbolseverlerin değil, aynı zamanda karşılıksız sevginin gücüne inananların da keyifle seyre dalacağı bir iş.

Öteki Sinema için yazan: Polat Öziş

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Moon Child (2003)

Moon Child, Uzakdoğu sinemasına ve vampir filmlerine karşı duruşunuz ne
blank

Lone Wolf McQuade (1983)

Lone Wolf McQuade aslına bakarsanız tam bir tür kırması: biraz