İzlerken soğuğu iliklerinize kadar hissedeceğiniz, hatta ve hatta yer yer battaniyeye sarılma ihtiyacı duyacağınız Wind River, dramatik yapısını doğru şablonlar üzerine kurmuş bir polisiye olarak huzurlarımıza geliyor. Bu yıl 16.kez düzenlenen Filmekimi’nin de seçkisinde bulunan Wind River, son yıllarda yazdığı Sicario ve Hell or High Water filmleri ile adından söz ettiren Taylor Sheridan’ın yönetmenliğini yapmasıyla da dikkat çekiyor.
Filmin konusuna geldiğimizde ise, esasen sürprize açık bir yapı ile karşılaşmıyoruz. Karla kaplı ücra bir noktada bulunan ceset sonrası ilerleyen soruşturmaya odaklanan film, bu noktada merkezine toy FBI ajanı Jane Banner’ı ve kasabanın avcısı olarak nam salmış sert mizaçlı Cory Lambert’ı yerleştiriyor. Birbirine taban tabana zıt olan bu iki ismin, katili bulmak adına verdiği uğraş ise genel hatlarıyla filmin senaryosunu oluşturmakta. Ancak bu noktada itiraf etmekte yarar var; senaryo en başta kulağa fazlasıyla klişe gibi gelse de, yönetmen Taylor Sheridan’ın seçtiği vurucu anlatım dili, Wind River’ı deyim yerindeyse tadına doyulmaz bir seyirliğe dönüştürüyor.
Öncelikle filmi farklı kılan yegâne hususun mekânları olduğunu söyleyebiliriz. Başından sonuna dek biran olsun beyaz örtüden vazgeçmeyen ve bu yöntemle izleyicisine oldukça soğuk bir ortam vadeden Taylor Sheridan, böylelikle hikâyesinin gerçekçilik dozajını da diri tutmayı başarıyor. Hatta bu durum o kadar ileri bir seviyeye taşınıyor ki, bir yandan hikâyenin akıcılığına kendinizi bırakırken, öbür yandan da tir tir titremeniz mümkün hale geliyor. Burada da esasen yönetmen Sheridan’ın başarısına parantez açmak gerekir. Nitekim kendisi kurduğu şablonu, basit ama nokta atışı tercihlerle öylesine realist bir atmosfere taşıyor ki, izleyenlerin filmin içine girmesi hatta ve hatta o anları birebir yaşaması, kaçınılmaz bir süreç olarak karşımıza geliyor.
Wind River’ı seyre değer kılan konulardan birisi de dramatik yapısını, tadında seyreden bir şiddetle birleştirmesi. Evet, film merkezine aldığı cinayet vesilesiyle yer yer duygusal yapısını dışa vuruyor. Ancak tüm anlatısı boyunca da bu noktaya takılıp kalmıyor. Aksine, tam da gerektiği dakikalarda devreye soktuğu aksiyon sekanslarıyla, izleyicisinin adrenalin seviyesini yukarı çekmeyi başarıyor ve olası bir kopuşun önüne geçiyor. Bu da Wind River’ı, izleyene farklı çıkarımlar yaptıran ve duygu durumunu harekete geçiren bir film olarak addetmemizin önünü açıyor.
Tabii ki Taylor Sheridan’ın aksiyon sahnelerindeki tutumuna da değinmek gerekir. Nitekim yönetmen, bu türün öncü isimlerine taş çıkartacak cinsten çatışma sahnelerini izleyenlerine sunarak, Wind River’ın gücünü doruk noktasına ulaştırmayı başarıyor. Aynı zamanda bu sahnelerde kanın gövdeyi götürmesi de, bu bembeyaz anlatıya renk katan en önemli yapı taşı olarak beliriyor. Yönetmenlik anlamında elle tutulur pek de geçmişi olmayan Taylor Sheridan’ın böylelikle rüştünü ispatladığı ve yılın en değerli filmlerinden birine imza attığı da kaçınılmaz bir gerçek.
Filmin ana temasına dönecek olursak, buz gibi bir polisiyenin bizi beklediğini söyleyebiliriz. Hem filmin karla kaplı bir atmosferde geçmesi, hem de hikâyenin sürükleyiciliğini had safhada hissettirmesi filme karşı olan ilginin anbean artmasının önünü açıyor. Tüm bunların yanı sıra, Taylor Sheridan’ın biçimi öne çıkaran anlatım dili, filmin sertliğine birebir katkı sağlıyor. Nitekim Wind River’in yer yer vites yükselten haleti ruhiyesi, hem vadedilen dramatik dozajı daha realist bir konuma yerleştiriyor, hem de aksiyon sekanslarına hayran gözlerle bakılmasının önünü açıyor.
Her ne kadar Taylor Sheridan’ın hikâyenin özelinde pek fazla maceraya girişmediği ve klasik bir suç şablonuyla yola çıktığını dahi söyleyebilsek de, Wind River’ın finale kadar gizemini koruması ve “Şimdi ne olacak?” sorusunun her daim gündemde olması, filmin izleyicisi ile bir bağ kurmasının önünü açıyor. Nitekim öncesinde senarist kimliği ile tanıdığımız yönetmen, finale dek katilin kimliği ve cinayetin işleniş nedenine dair tek bir tüyo vermeyerek de heyecan dozajını diri tutmayı başarıyor.
Wind River’in finale kadar gizemini korurken en büyük yardımcıları ise üstün sinematografisi ve yerinde devreye giren müzikleri oluyor. İnsanın kendini ekrana zevkle bakmaktan alıkoyamadığı görüntüler, hiç kuşku yok ki filmin en büyük artılarından biri. Tabii bu harikulade görüntüleri süsleyen müziklerin de hakkını teslim etmek gerekir. Deyim yerindeyse insanın içine derin bir hüzün saplayan ve o kaotik ortamı birebir yaşatan Nick Cave imzalı müzikler, Wind River’ın etkileyicilik dozajını yukarıya çeken en önemli yapı taşlarından biri olarak beliriyor.
Filmin rahatsız edicilik dozajının da zaman zaman yukarılarda seyrettiğini dile getirmekte yarar var. Henüz başlangıcında Jeremy’nin avcı kimliğinden kesitleri huzurlarımıza getiren Wind River, ilerleyen dakikalarında ise Tarantino estetiğini aratmayacak düzeydeki sertliği ile konumlandığı noktayı bambaşka bir boyuta taşımayı başarıyor. Böylelikle sırtını dayadığı suç temasını daha dişe dokunur bir hale getiren Wind River, seyir zevkinin de asla düşmesine izin vermiyor ve son dakikasına kadar izleyicisinin ilgisini kaybetmiyor.
Wind River, merkezine aldığı suç temasını duru bir şekilde anlatan ve bunun yanında şiddet öğelerine de sırt çevirmeyen sürükleyici bir film. Özellikle izleyicisini hapsettiği karla kaplı ormandan, buz gibi bir anlatı çıkarmayı başaran film, böylelikle ekran başındaki herkesin üşümesini ve hikâye ile daha sıkı bir bağ kurmasını da başarıyor. Yönetmen Taylor Sheridan’ın, 40 yıllık sinemacılara taş çıkarırcasına ortaya koyduğu Wind River, basit ilerleyen yapısına rağmen vuruculuğundan zerre ödün vermiyor ve gerilimli atmosferini finale kadar taşıyarak, üst düzey bir seyirlik halini alıyor.