2011 yılında Maltepe Üniversitesi’nin felsefe bölümünde misafir öğretmen olarak “Kara Filmlerde Felsefe” üzerine bir ders vermiştim. Alt başlığı “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar (1946) ve Varoluşçuluk” idi. Dersten sonra genç arkadaşlardan biri, kara filmlerden sonra varoluşçuluğa (existentialism) en yakın filmlerin korku filmleri olup olmadığını sordu, Ingmar Bergman ve Woody Allen sineması olduğunu düşündüğümü söyledim. Bugün bu konudaki kanaatim değişmedi, sadece bu ikiliye Michelangelo Antonioni’yi ekleyebilirim.
Woody Allen, Eric Lax’a verdiği bir röportajda “Filmlerinin hiçbir zaman sosyal ve politik meselelere eğilmediğini; her zaman psikolojik, romantik ve varoluşsal meselelerle ilgili olduğunu” belirtir. Allen’ın başlıca ilgi alanı, Hannah Arendt’in kullandığı anlamda “insanlık durumu”dur (human condition). Allen, sosyal ve politik meseleleri; davranışlarını incelemeye çalıştığı insanların içinde bulunduğu koşulları netleştirmek için kullanır. Bu bağlamda Zorla Kahraman (Bananas, 1971) bile aslında “politik film” kabul edilemez. Allen, belirli şartlar altındaki insanların düşünce ve davranışlarını irdeler ve bunu yaparken de sıkça felsefeye başvurur. Woody Allen sineması Take the Money and Run (1969) gibi daha ilk filmlerinden başlayarak hatta Allen’ın nüktedan öykülerinden oluşan yazıları/öyküleri ve günümüze ulaşmayı başarabilen tek stand-up gösteri kaydı (meşhur Granada TV kaydı), belirgin felsefi öğeler ve önermeler taşımaktadır. Bunların içinde en çok öne çıkanı varoluşçuluktur. Varoluşçuluğun; Alman Varoluşçuluğu, Fransız Varoluşçuluğu, Heidegger, Jaspers ya da Sartre gibi kimi düşünürlere has çok sayıda alt türü vardır. Woody Allen’ın varoluşçuluk anlayışı, Kierkegaard’çı ekolden ziyade, Sartre Varoluşçuluğu’nun ve Nietzsche Nihilizmi’nin bir bileşimine dayanmaktadır. Ben Woody Allen’ın felsefesini, Dostoyevski-Nietzsche-Freud-Sartre-Camus-Bergman panteonunda görenlerdenim.
Woody Allen, adını saydığım isimlerin kendi düşünce dünyası üstündeki derin izlerini eserlerine yansıtmaktan çekinmez hatta çoğu zaman onları ismen anıp bir tür saygı duruşunda bulunur. Ama ağırlık, Sartre-Camus merkezli bir varoluşçuluğundur. Woody Allen sineması (felsefi anlamda) idealizm içermez. Allen ateisttir, insanı; mutlak ya da sonsuz bir tözün tezahürü olarak görmez. Nesnellik arayışında değildir. Varoluşçuluğun sıkça kullandığı “yazgı”, “rastlantı”, “anlamsızlık” ve “absürt” gibi kavramlar, Woody Allen sinemasının köşe taşlarıdır. Kılı kırk yardığı, iğne oyası gibi örülmüş senaryoları, varoluşçuluğun bu gibi temel kavramlarından beslenir. Woody Allen karakterleri, Albert Camus’nun Sisifos Söylencesi eserindeki (sonsuza dek bir kayayı dağın tepesine taşımakla yükümlü) Sisifos gibi acıları içinde mesut görünmektedir. Onun karakterleri sırtındaki “kaya”yı (karşı cinsle yaşadığı ilişki) film boyunca dağın tepesine taşır, öykü boyunca o kaya en az bir defa aşağı düşer (ayrılık) ama finalde her şeyden mutlu görünen karakterleri başka bir kayayı (yeni bir ilişki) dağın tepesine taşırken görürüz. Annie Hall (1977), Manhattan (1979), Hannah ve Kız Kardeşleri (Hannah and Her Sisters, 1986), Husbands and Wives (1992) ve Anything Else (2003) başta olmak üzere çoğu filmi böyle biter. Allen, tıpkı Camus gibi, yazgının kesinliğine inanır.
William Pamerleau; son derece yerinde bir tespitle, Antonioni sinemasının görüntü/imgelem (imagery) vasıtasıyla öne çıkardığı varoluşçuluğu, Allen’ın anlatıyla (öyküleme biçimiyle) öne çıkardığını belirtir. Woody Allen sineması, anlatısıyla varoluşçu bir sezgiye/kavrayışa ulaşır. Woody Allen, düşüncelerini görüntüyle aktarmaz, onun yerine sözcükleri kullanır. Allen’ın felsefesini yansıtan/yaratan, öyküleri ve replikleridir. İş, büyük ölçüde senaryoda aşamasında biter. Woody Allen’ın sinemasında esas olan, teknik işçilik değil, öykü ve öyküyü anlatma biçimidir. Allen’ın anlattığı hikâyelerin (Scoop, Wonder Wheel, Match Point vb.) özellikle finalinde yaptığı toparlamalar; yaşamın anlamsızlığını/absürtlüğünü, tesadüflerin/rastlantıların belirleyiciliğini öne çıkarmak içindir.
Pamerleau; Allen’ın Suçlar ve Kabahatler (Crimes and Misdemeanors, 1989) ve Maç Sayısı (Match Point, 2005) filmlerini seküler varoluşçuluğun temel dünya görüşünün sinemadaki en tipik örneklerinden kabul eder. Pamerleau’ya göre, Suçlar ve Kabahatler, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanıyla benzerlikler taşır. Allen her iki filminde de Suç ve Ceza’nın irdelediği ahlaki yargıları masaya yatırır ama Dostoyevski’ye nazaran varoluşçu bir tavır takınır. Her iki filmde de korkunç bir suç işlemiş olan ana karakter, hukuki ve ahlaki (vicdani) bakımdan paçayı sıyırır hatta ana karakter (ya da onun dış sesi) bu durumla açıkça alay eder. Aslında Allen’ın tartışmaya açtığı şey, tıpkı Sartre-Beauvoir-Camus’nun yaptığı gibi, ahlak felsefesinin (etik) temel sorusudur: Haksız sonuçların ortaya çıkabildiği bir dünyada ne yapmalıyız, ne/nasıl düşünmeliyiz? Maç Sayısı’nın başkarakteri Chris Wilton, Suçlar ve Kabahatler’in Judah’ına kıyasla biraz farklıdır. Chris, her şeyin (kariyer, özel hayat, kader vb.) şans eseri olduğuna inanan birisidir, filmin finali, adaleti de şansa/tesadüfe bağlar. Röportajlarından anladığımız kadarıyla bu görüş, Woody Allen’ın da temel bakış açısını yansıtmaktadır.
Woody Allen sineması, büyük ölçüde bir komedi sineması olmasına rağmen şaşırtıcı bollukta suç, ihanet, cinayet, ölüm ve intihar içerir. Allen’ın bunları kullanmaktaki temel amacı, varoluşçuların Yabancı (Camus), Duvar (Sartre) gibi temel eserlerinde olduğu gibi önemli felsefi meseleleri masaya yatırmaktır. Tatlı ve Kirli (Sweet and Lowdown, 1999), Bullets Over Broadway (1994), Akrebin Laneti (The Curse of the Jade Scorpion, 2001) ve Small Time Crooks (2000) gibi birçok Woody Allen filmi suçluları, gangsterleri ve organize suç örgütlerini merkeze alır. Cinayet, adam yaralama ve intiharlar olmazsa olmaz Woody Allen temalarıdır. Suçlar ve Kabahatler’de “hayat dolu/hayatla barışık” (life-affirming) diye nitelendirilen bir felsefe profesörünün daha sonra intihar ettiğini öğreniriz. Kim Kiminle Nerede? (Whatever Works, 2009), Love and Death (1975) ve daha birçok Allen filminde ana karakterler intihar eğilimlidir ama ölmeyi nadiren başarırlar çünkü Allen ölmelerine izin vermez. Onların “kolayca” çekip gitmesine (kurtulmasına) fırsat vermez, onları âdeta süründürür. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi… Woody Allen, hikâyelerine yerleştirdiği bu tarz görsel ve işitsel şoklarla seyircisini, üstü örtük bir şekilde, yaşam, ölüm ve ahlak (morality) üzerine sürekli düşünmeye davet eden bir yönetmendir.
Woody Allen’ın hayata bakışı da alaycılığından nasibini alır. Annie Hall’un (1977) açılışında bizzat kendi ağzından hayat felsefesini özetleyen şöyle bir fıkra dinleriz. “İki yaşlı kadın Catskill’de bir dağ otelindedirler. Bunlardan biri, ‘Buranın yemekleri çok kötü.’ der. Diğeri de, ‘Biliyorum, üstelik porsiyonları da küçük.’ der. Ben de hayat hakkında böyle düşünüyorum. Yalnızlık, sefalet, çile ve mutsuzluk dolu. Ve de çok çabuk geçiyor.” Woody Allen’ın en büyük korkusunun ölmek olduğunu söylemeye gerek yok. Bu; “Ölmekten korkmuyorum. Sadece bu gerçekleştiği zaman orada olmak istemiyorum.” diyen Woody Allen’ın neredeyse sadece kaygılarından ve histerilerinden oluşan obsesif sinemasının tümüne yayılmış bir olgudur. Bu olgu, genelde inançları taşlama şeklinde tezahür eder. Woody Allen acımasız ve alaycı bir ateisttir. Başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere her türlü din (ve din adamı) onun keskin kaleminden payını alır. Allen, “her şeye gücü yeten bir Tanrı”nın varlığına inanmadığı için nihai adalete de inanmaz, dünyevi adalet üzerine bu denli kafa yormasının bir sebebi de budur. O nedenle; yaşam ve ahlak kadar takıntılı olduğu bir başka kavram da ölümdür. Yine de bu konudaki seçimi nettir. Kendi cümleleriyle ifade edersek: “Alternatifi düşünüldüğünde, ölmek o kadar da kötü bir şey değil”.
Woody Allen’ın sinemasal yolculuğu, aynı zamanda bitmek tükenmek bilmez bir anlam arayışıdır. Hannah ve Kız Kardeşleri’nde kendi canlandırdığı Mickey Sachs karakteri kanser şüphesiyle bir takım testler yaptırır. Sonucun negatif çıktığını duyunca yırttım diye kutlama yapar ama bu ölüme çok yakınlaşmış olma hâli onu bütünüyle değiştirir. Her şeyin anlamsız olduğu sonucuna varır ve yaşam tarzını değiştirmeye çalışır. Mark Conard, Woody Allen’ın “kâinata hâkim olan mutlak ya da nesnel bir değer ya da anlam” olmadığına inandığı için yaşamlarımızın “anlamsız” olduğu sonucuna ulaştığını söyler. Stardust Memories’in (1980) Sandy’si, Yaramaz Harry’nin (Deconstructing Harry, 1997) Harry’si, Melinda ve Melinda’nın (2004) Ellis’i gibi birçok Woody Allen karakteri, yaşamın herhangi bir anlamı olup olmadığına dair bir sorgulama içindedir. Kimisi bu arayışı Kahire’nin Mor Gülü’ndeki (The Purple Rose of Cairo, 1985) Cecilia gibi bir fantezi dünyasında, kimisiyse Annie Hall’un Alvy’si gibi normal hayatta gerçekleştirir. Bu arayışın eninde sonunda ulaştığı yer de; yazgı, absürt, şans/rastlantı/tesadüf ve anlamsızlık gibi kavramların yuvası olan, nihilizm ve varoluşçuluktan beslenen Woody Allen felsefesidir.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- Bailey, Peter J. ve Sam B. Girgus (editörler), “A Companion To Woody Allen”, 2013. Wiley-Blackwell, İngiltere.
- Cevizci, Ahmet. “Felsefe Sözlüğü”, 2002. Paradigma, İstanbul.
- Conard, Mark t. ve Aeon J. Skoble (editörler). “Woody Allen and Philosophy: You Mean My Whole Fallacy is Wrong?”, 2004. Open Court, ABD.
- Lax, Eric. “Conversations with Woody Allen: His Films, the Movies, and Moviemaking”, 2007. Alfred A. Knopf, ABD.
- Lee, Sander H. “Eighteen Woody Allen Films Analyzed: Anguish, God and Existentialism”, 2002. McFarland & Company, ABD.
- Pamerleau, William C. “Existentalist Cinema”, 2009. Palgrave Macmillan, ABD.
- Savaş, Hakan. “Sinema ve Varoluşçuluk”, 2013. Sözcükler Yayınları, Türkiye.
- Szlezák, Klara Stephanie ve D. E. Wynter. “Referentiality And The Films Of Woody Allen”, 2015. Palgrave MacMillan, İngiltere.
- www.woodyallenpages.com
- www.imdb.com
[/box]
*** İlk kez Rabarba Dergi’nin “Sinemanın Filozofları” temalı 2018 Temmuz-Ağustos özel sayısında yayınlanmıştır. ***