Bryan Singer’ın son X-Men girişimi X-Men Apocalypse yıl boyu karşımıza çıkan (ve çıkacak olan) süper kahraman filmlerinin bir yenisi. Yanıt bekleyen soruysa, filmin bir önceki filmin ardından yükselen beklentileri karşılayıp karşılayamadığı…
Marvel’in X-Men evreninde kaybolup gidenler için yeni ve en azından yarattığı beklentiler itibariyle heyecan verici bir macera var sırada: X-Men: Apocalypse. Üstelik 2000 yılında beyazperdede seriyi başlatan ve ikinci filmin ardından uzaklaşıp, nihayet X-Men: Days of Future Past ile muhteşem bir dönüş yapan Bryan Singer bir kez daha yönetmen koltuğunda. Yani Kıyamet’in yılın en sağlam süper kahraman filmlerinden biri olmaması için görünen bir sebep yok ortada. Peki öyle mi gerçekten?
Öteki Sinema için yazan: Emrah Kolukısa
Apocalypse kadim Mısır’da, M.Ö. 3600 yılında başlıyor ve önce ilk mutant olarak bilinen En Sabah Nur/Apocalypse (Oscar Isaac) ile tanışıyor ve uzunca bir giriş bölümünün ardından 21. yüzyıla, 1980’li yıllara geliyoruz. CIA ajanı Moira MacTaggert’ın (Rose Byrne) istemeden uyandırdığı ve geri döndüğü dünyada insanlığın yolunu kaybettiğini düşünen En Sabah Nur tüm uygarlığı yok edip her şeyi yeniden yaratmaya karar verir ve kendisine, tıpkı kutsal kitaptaki gibi, dört atlı (Mahşerin Dört Atlısı), yani dört mutant (Psylocke, Storm, Archangel, Magneto) bularak işe koyulur. Onu durdurmak da elbette Professor X (James McAvoy) ve öğrencilerine kalacaktır. Raven (Jennifer Lawrence), Beast (Nicholas Hoult), Jene Grey (Sophie Turner), Cyclops (Tye Sheridan) ve Havok’tan (Lucas Till) oluşan ekibe Quiksilver (Evan Peters) ve tabii ki Wolverine’i de (Hugh Jackman) ekleyin ve alın size yeni bir İç Savaş! Ne var ki sonuç ne Marvel’in geçen haftalarda gösterime giren son filmi Kahramanların Savaşı kadar gösterişli ne de X-Men serisinin en iyilerinden biri olan Days of Future Past kadar heyecan verici. Her şey var aslında ama maalesef helva mideye oturuyor.
X-Men’in diğer süper kahraman oluşumlarından en büyük farkı kendine has bir evreni olmakla beraber bunu mevcut dünyayla gayet güzel bir şekilde birleştirebilmesi, iki dünya arasında tarihsel paralellikleri gözeterek hikayesini kurabilmesiydi. Superman (Metropolis) ya da Batman (Gotham City) gibi kurgusal kentlerde değil, gerçek dünyaya ait gerçek mekanlarda ve üstelik belirli tarihsel dönemlerde geçiyor X-Men maceraları ve her seferinde de o yer ve dönemin ruhunu yansıtıyor beyazperdeye. En azından iyi örnekleri için bu böyle. First Class’da 60’lı yılları, Days of Future Past’de 70’leri gördük örneğin ve her ikisinde de o dönemlerin tarihsel özelliklerine uygun maceralar izledik. Bu defasındaysa hikaye 80’lerde geçiyor ama bir iki küçük gönderme dışında (Star Wars serisinin en kötü filminin tam da o sırada vizyona çıkan üçüncü halkası, yani Return of the Jedi olduğunu konuşuyorlar bir sahnede örneğin) dönemin ruhunu yakalayamıyoruz maalesef. Oysa 80’li yıllardan çok eğlenceli sahneler, müthiş espriler, konuşmaya doyamayacağımız tiplemeler çıkarabilirlerdi. Ne var ki senaryo, serinin en kötüsü olarak kabul edilen The Last Stand’in senaristlerinden Simon Kinberg’e emanet edilmiş ve o da ortaya 2,5 saatlik kalın ama içerikte hafif bir dosya atmış.
Dönemin ruhu meselesi bir yana, X-Men’in ötekilik üzerine kurduğu ve bugün (ve neredeyse tüm insanlık tarihinin) dünyanın en önemli meselelerinden biri olarak zuhur eden çoğunluğun tahakkümü (ırkçılık, ayrımcılık, ve bilumum ötekileştirmeler) üzerinden işlediği yarı karanlık (Magneto tarafı), yarı umutlu (Professor X tarafı) vizyonu hiç şüphesiz serinin en güçlü yanıydı. İşin bu yanının bir hayli kenara itildiği Apocalypse’de ise daha çok Tanrı kavramının öne çıktığı ve bunun da sadece aksiyon düzeyinde ele alındığı bir manzarayla karşı karşıyayız.
İşin güzel yanı, buradan da çok ilginç bir karşıtlık, zihin açıcı bir tartışma çıkabilirdi ama Apocalypse/En Sabah Nur’un İsa’nın öncülü olabileceği gibi bir espri dışında fazla işlenmemiş bir mevzu olarak kalmış maalesef. Daha da ilginci ise filmin aksiyon yönünün de fazla başarılı olmayışı. İzleyenler hatırlar, tüm Marvel filmlerinin en iyi aksiyon sahnelerinden biri (belki de en iyisi) Days of Future Past’deki Quiksilver sahnesiydi. O sahnenin bir benzeri burada da denenmiş ve her ne kadar fena bir sahne olmasa da (ki yine tüm filmin en iyi sahnesi muhtemelen) ilkinin zayıf bir türevi olarak kalmış.
Gelelim karakter gelişimlerine. Serinin hemen filminde karakterlerin yeni bir aşama kaydettiğini, ya da en azından bir farkındalık yaşadığını biliyoruz. Bu filmde ise arakterler kendilerini tekrar etmenin ötesine geçmiyor ve izleyiciye (ilk kez ekibe katılan karakterler hariç) pek yeni bir şey söylemiyor. Aslına bakarsanız, X-Men’in tam olarak kurulduğu son fotoğraf buna işaret ediyor) ve ilk mutantı gördüğümüz film X-Men mitolojisinde önemli köşetaşlarını işliyor ama, diğer meselelerde olduğu gibi, bu da fazlaca altı doldrurulmamış, yeri geldiği için hikayeye eklemlenmiş gibi duruyor. Uzun lafın kısası…
Uzun lafın kısası şu: Bryan Singer yönetmen koltuğu için doğru isim belki ama, işin senaryo kısmına ciddi bir yenilik, mümkünse bir süper kahraman lazım. Days of Future Past’in de Simon Kinberg tarafından kaleme alındığı malum, ama orada bir de Matthew Vaughn faktörü vardı ki, sanırız sihirli parmak ona aitmiş.