İflah olmaz bir X-Men tutkunu olarak, en sevdiğim çizgi roman serisinin sinemaya aktarılışından hiçbir zaman tam anlamda memnun olmamıştım. Taa ki ilk üç filmden sonra, yeni bir başlangıç yapan First Class’ı izleyene kadar. First Class’ı, Days of Future Past’in öncülü kabul edebiliriz ama bu film tam anlamıyla bir “devam filmi” niteliğinde değil. Çünkü First Class’la organik bir bağ kurmakla birlikte, 80’lerin başında kült haline gelen ünlü The Uncanny X-Men serisindeki aynı isimli hikâyeyi anlatıyor.

X-Men Days of Future Past banner

Öteki Sinema için yazan: Emel Bilge Çınar

X-Men’in belki de en distopik öykülerinden biri olan Days of Future Past’i hem 70’lerin lava lambası kadar eğlenceli hem de James Cameron’ın Terminator’ına benzer bir geleceğin karanlığıyla aktarabilmek kolay iş değil. Fakat yönetmen Bryan Singer bu zorluğun altından ustalıkla kalkmayı başarmış. Spoiler vermeden yorumlarımı aktarmaya çalışacağım.

X-Men: Days of Future Past’ten daha fazla zevk alabilmek için -ilk iki filmini de Bryan Singer’ın yönetmiş olduğu- eski X-Men üçlemesini ve Kick Ass’in yönetmeni Matthew Vaughn’un çektiği First Class’ı önceden izlemenizi öneririm. Hatta karakter gelişimine tam anlamıyla vakıf olabilmek açısından Wolverine’e özel çekilmiş iki filmi izlemeniz de (X-Men Origins: Wolverine 2009 ve The Wolverine 2013) epey yerinde olacaktır. -Wolverine filmleri Stryker ve Vietnam konusu nedeniyle yeni seriyle pek örtüşmüyor, ama bu tutarlılık açısından dünyanın sonu da değil- Böylece Hugh Jackman tarafından yeri doldurulamaz biçimde canlandırılan Wolverine’in Charles Xavier ile olan ebedi dostluğunu, Magneto ile olan ezeli rekabetini, Jean Grey ile olan aşkını ve Bill Stryker ile olan mücadelesini daha iyi anlayabilirsiniz.

X-Men Days of Future Past orta

X-Men’i çizgi romanlar ile tanıyıp sevenlerin en büyük şikâyeti tüm çatının Wolverine üzerine kurulması olsa da, sinema evrenindeki bütünlüğü takip edebilmek açısından X-Men: Days of Future Past’in evveliyatını bilmeniz, filmin tadına varabilmek için yararınıza olacaktır. Ayrıca filmde, First Class ile Days of Future Past arasındaki olaylar sırasında Angel, Banshee, Emma Frost ve Azazel gibi karakterlerin başına neler geldiğinden de bahsediliyor. Dramatik motivasyonu artıran bu gelişmeleri bilmek için, en azından First Class’ı izlemeniz gerçekten elzem.

Açıkcası gerek müzikleri, gerek James McAvoy, Michael Fassbender ve Jennifer Lawrence ile ete kemiğe bürünen karakterleri, gerekse senaryosu ile “çizgi romandan uyarlanan filmler” kategorisinin en iyilerinden biri olan First Class’a yaklaşabileceğini düşünmüyordum X-Men: Days of Future Past’in. Yanıldığıma hiç bu kadar sevimemiştim :) Her anlamıyla eli ayağı düzgün, temposu yerinde, hikâyesi ilgi çekici ve oyunculukları başarılı bir film olmuş Days of Future Past. Hatta son yıllarda büyük bir akım haline gelmiş olsa da “süper kahraman filmi” performansını zerre kadar küçümsemeyen oyunculara hayranlık duyuyor insan.

Ne 12 Years a Slave veya Shame ile bambaşka âlemlere yelken açmış Michael Fassbender Magneto olduğundan bir saniye için şüphe duymuş ne de Wanted’tan bu yana kariyerini gün be gün izlediğimiz James McAvoy Professor X rolünde azıcık sendelemiş. Kazandığı Oscar’la sonsuza kadar tartışma konusu olacak Jennifer Lawrence’ın da Mystique rolünde, herhangi bir eleştiriye mahal bırakmayacağını da rahatlıkla söyleyebilirim. Sanırım yeni X-Men serisinin eskisinden daha başarılı olmasının en büyük sebebi de bu oyunculuklar… Tabii bu konuda Ian McKellen ve Patrick Stewart’ın hakkını da vermek lazım. Fakat yine de özellikle Michael Fassbender’ın, Erik Lehnsherr rolü ile Magneto’nun köklerine müthiş bir derinlik kattığını düşünüyorum. James McAvoy da Charles Xavier’ın gençliğiyle ebedi dostu ve ezeli rakibinin gölgesi altında kalmıyor kesinlikle.

X-Men Days of Future Past 03

Birden fazla zamanda ve mekânda geçen filmi takip etmek, Logan (Wolverine) olmasaymış gerçekten zor olurmuş. (Orijinal hikâyedeki gibi Kitty Pryde’ın giden kişi olmak yerine, gönderen kişi olması bence bir isabet. Çünkü Ellen Page ile işler nasıl olurdu pek kestiremiyorum.)  Fakat başarılı kurgu ve gereksiz detaylardan sakınılan bir anlatım ile filmin temposunu ve anlaşılabilirliğini korumuşlar. Çok fazla karakter içerdiği için –ki bu X-Men filmi olması sebebiyle epey doğal bir şey- bütün kahramanlara eşit derecede eğilememişler tabii. Fakat ana hikâyedeki olay örgüsü ve karakterler öyle doyurucu ki, insan zaten başka bir meseleye odaklanmak pek istemiyor. Yönetmenin niyetlendiği gibi Wolverine bu öykünün kalbini, Xavier beynini, Mystique ise ruhunu oluşturmuş. Magneto ise efsanevi villain’lar içeren bu rekabetçi ortamda –ölümsüz sayılabilecek Sentinel’lar ve onların mucidi Dr. Bolivar Trask- neden X-Men âleminin en muhteşem kötüsü olduğunu tek başına kanıtlıyor. Çünkü gittiği yolda göze aldıkları için oldukça geçerli bir sebebi var. Ve bu sebep, izleyiciyi bir bakışta ikna etmeye yetiyor.

Filmin aksiyon sahneleri ve görsel efektleri oldukça başarılı olmuş. Özellikle giriş bölümünü oluşturan Mutant / Sentinel savaşı, kahramanlarımızın sahip olduğu muhteşem güçlere rağmen kendilerini çaresiz hissetmelerinin nedenini seyirciye çok iyi aktarıyor. Fakat bir sahne var ki, o da Quicksilver’ın kült olmaya aday sahnesi, sanıyorum üzerinden yıllar geçse de hepimiz onu Matrix’in çatı sahnesi ya da 5. Element’in taksi sahnesi gibi ömrümüz oldukça hatırlayacağız. Spoiler vermek istemediğim için hiçbir detaydan bahsetmiyorum ama izlediğinizde neden bahsettiğimi çok iyi anlayacaksınız. Uzun süredir sinemada bu kadar eğlenmemiştim. Bryan Singer bu sahneyi çekebilmek için, saniyede 3600 kare kaydedebilen bir sistem kullanmış. Bu da Quicksilver’ın normalden 150 kat daha hızlı hareket ettiğini gösteriyor. Yine bu sene yayınlanan Amazing Spider Man 2’deki dubstep / dövüş sahnesi ile beraber, süper kahraman filmleri içinde kendine özel bir yer edinecek muazzam bir sahne olmuş bu. Düşünenin ve yapanın gerçekten ellerine sağlık. (Bu arada Quicksilver ile ilgili çok önemli bir gönderme var filmde. Magneto ile konuştukları sırada, Quicksilver’ın ne söylediğine iyice bir kulak kabartın!)

X-Men Days of Future Past 01

Filmin girişindeki distopik evren, yazının başında da belirttiğim gibi özellikle Terminator 2’deki gelecek tasvirine çok benziyor. Bu bence pek tesadüf değil. Çünkü yönetmen Bryan Singer, çekimlerden önce Terminator’ın yaratıcısı James Cameron ile yaklaşık üç saatlik bir toplantı yapmış. Onunla geçmişi değiştirip, geleceği daha iyi bir hale getirmek üzerine kurulan zaman yolculuğu konseptini tartıştığını söylemiş. Fakat bence işin içinde bundan daha fazlası var. Zaten izlediğinizde, filmin başındaki bölümden sizin de o tadı alacağınıza eminim. Hem Terminator hem de X-Men hayranı olan bir insan için bundan daha iyi bir kombo düşünülemezdi herhalde.

Sözü toparlamak gerekirse eğer… X-Men: Days of Future Past’i önceki filmleri de izledikten sonra, mutlaka sinemada görmeniz gerektiğini düşünüyorum. Hiç izlemeyenlerin tamamlaması gereken 6 filmlik bir yol daha olduğundan, ellerini çabuk tutmalarını öneririm.

Filmle ilgili olumsuz sayılabilecek tek yorumum First Class’ta muazzam bir iş çıkaran Henry Jackman’dan sonra, müziklerin John Ottman’a teslim edilmesi oldu. Sinemada anlayabildiğim kadarıyla müzikler yine kötü değildi ama Henry Jackman’ın Score’u kadar vurucu gelmedi bana.

Filmin berbat afişlerine ve “Geçmiş Günler Gelecek” diye saçma sapan biçimde Türkçe’ye çevrilmiş olan anlamsız ismine sakın aldanmayın. X-Men sevenlerdenseniz, süper kahraman filmlerinden hoşlanıyorsanız ve bir gişe filmiyle iyi vakit geçirmek istiyorsanız, mutlaka izleyin. Ha bu arada, Credits bittikten sonra sürpriz bir sahne var, o nedenle yazılar bitmeden salondan çıkmayın. O sahneyi izlemeniz çok mühim, çünkü gelecek film olan X-Men: Apocalypse’e net bir zemin hazırlıyor.

Herkese iyi seyirler!

Özel Not: Filmin VFX ekibinde, MPC bünyesinde “Compositing Artist” olarak görev alan arkadaşım Sedat Yıldız‘ı tebrik ederim :)

X-Men Days of Future Past banner 2

blank

Emel Bilge Çınar

1985 yılında İstanbul’da doğdu. İlk sinema deneyimi Jurassic Park olmuştur. Animasyon ve VFX alanında eğitim almak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Türkiye’ye döndükten sonra 3 yıl boyunca Post Producer olarak çalıştı. Bugünlerde bağımsız olarak 3D animasyon ve oyun yapımı üzerinde emek harcıyor. 2009′dan bu yana çeşitli mecralarda sinema ve TV üzerine yazılar yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Metropolis (1927)

Yıl 2020… Makineleşen ve tamamen yapay ışıklara boğulan şehir korkunç
blank

John Carpenter’s They Live (1988)

They Live; hem yapım tarihi, hem yapısı, hem de konusuyla