Yağmur Kartal: ‘Film; dokusuyla, ruhuyla animasyonlarıyla bir bütün haline geldi’

20 Ağustos 2020

Yağmur Kartal ile tanışıklığımız İzmit’te bir kısa film atölyesinde oldu. Ben ders veriyordum, o da dinlemeye gelen hevesli öğrencilerden biriydi. Sonrasında bu belgesel üzerine konuştuk, ben bitip bitmediğini soruyordum, o da devam ettiğini söylüyordu. Bir gün bitti dedi, izledim ve bayıldım. Birçok özel gösterimde, festivalde karşımıza çıkacak bir yapım olmuş Oyuncakçı, Saklı Yadigarlar…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Yağmur selam, seni biraz tanıyalım mı?

Sanırım kendimi oyunbaz bir sinema aşığı olarak tanımlamak en doğrusu. Lise yıllarında sinema eğitimine başlayan biriyim. Bu sebepten olsa gerek 14 yaşında sinemanın eğlenceli dünyasıyla tanışmak o çocuksu heyecanı içimde tutmamı sağladı. Sınıf arkadaşlarımla her dönem bir proje geliştirir ve onu hep beraber çekip, kurgulardık. O zamanlar sinema haricinde bir tutkum da animasyon filmlerdi. Animasyonun uçsuz bucaksız bir evreni var. Mesela, Willis Harold O’Brien ya da Ray Harryhausen’ın canlandırma yaptığı özel efektli filmler bu konuda heyecan verici bir dipnot olabilir. Hem sinema hem de animasyon. Benim sinema tutkum da biraz bu ikisinin harmanında şekillendi. Kocaeli Üniversitesi’nde Görsel İletişim Tasarımı ve Radyo, Televizyon ve Sinema bölümlerini aynı anda okuyup derece ile bitirdim. Kendimi animasyon, sinema ve akademik anlamda da geliştirdim. Ardından post prodüksiyon firmalarında görsel efekt ve animasyon alanında iki yıl kadar çalışarak deneyim kazandım ve bu sayede akademik bilgimi uygulama ile perçinledim. Bir süre sektörel deneyimime ara vererek İletişim Bilimleri bölümünde yüksek lisansımı tamamladım. Bu süreçte de stop-motion reklam filmleri, klipler, 2d animasyonlar, kurmaca kısa filmler gibi birçok işe imza attım. Aralarında tartışmasız en keyif aldıklarımdan biriyse 14 yaşımda ilk kez deneyimlediğim stop-motion tekniği idi. Benim için figürlerin minik hareketlerle canlandığı o an, ilk defa sinema ile tanışmak gibi heyecan dolu.

blank

Oyuncakçı Saklı Yadigarlar uzun zamandır konuştuğumuz, beklediğimiz belgeseldi. Karşımıza farklı, şirin, uğraşılmış, kurgulanmış bir belgesel çıktı. Eline sağlık. Fikir nasıl ortaya çıktı, nasıl şekillendi?

Hayatta tesadüf olarak tanımlanan her şeyin beni bir şekilde tam zamanında tam da olması gereken yere sürüklediğine inanmayı seçen biriyim. Filmin ana kahramanı olan Sabahattin amcayı yıllardır tanıyordum. Yaklaşık 5 yaşımdan beri. Kendisi dedemin yakın bir arkadaşıydı ve bir nevi manevi dedem diyebilirim. Ama onca yıl onun böyle bir uğraşısı olduğunu bilmeden büyüdüm. Üniversiteyi bitirdim. El işlerine merakımı bilen dedem 2015 yaz ayında “Sabahattin amcan böyle figür oyuncaklar yapıyor. Neden ondan bu mesleği öğrenmiyorsun?” dedi. Bir nevi vesile oldu diyebilirim. Sabahattin amca bana figürleri gösterdiğinde kelimenin tam anlamıyla ona hayran kaldım. Kendisi mütevazı bir insan olmasının yanı sıra harika bir hikâye anlatıcısıdır. Bana figürlerinin tek tek hikâyelerini anlatıp bu işi nasıl yaptığından bahsettikçe aklımda filme dair ilk imgeler oluşmaya başladı. Ama bu fikrimi kendisine hemen açamadım. O bana yaşlandığı için el verip bu mesleği bırakacağından bahsediyordu ki içimi bir hüzün kapladı. Bu güzelliğin dünyada bir iz bırakmasını istedim.

Sabahattin Parlar ile yolunuz çok güzel kesişmiş, onu nasıl ikna ettin bir belgesel fikrine?

Esasen komik bir hikâye bu. Her yaz zaten mutlaka Avşa’ya gittiğimizden kendisiyle bir araya geliyorduk. Sabahattin amcaya film fikrimden o yaz Avşa’ya gitmeden önce telefonda bahsetmiştim. O da sevinçle “tabi kızım olur” demişti. Ama ekip arkadaşlarımla evine gittiğimizde elimizdeki ışık, kamera, ses cihazı ile bizi kapıda gören Sabahattin amca “Aman kızım siz ne yaptınız? Benim filmimi mi çekeceksiniz? Ben figürü yaparken filme çekip ilerde lazım olursa diye saklayacaksın sandıydım. Siz neler getirmişsiniz böyle.” dedi. Mutluluğu, şaşkınlığı… Aslında o an yüzünde tüm duygular bir aradaydı. Film çekimleri boyunca “Siz ne yaptınız böyle yahu” diyip gülümsediğini hatırlıyorum. Benim için en güzel hediye onu böyle mutlu etmek oldu sanırım.

blank

Biraz filme farklılık ve sevimlilik katan animasyonlardan bahsedelim. Tür karışımı filmler için absürt değil ama bu belgeselde inanılmaz bir uyum var, animasyon fikri nasıl gelişti?

Animasyonlu belgeselleri oldum olası sevmişimdir. Çok fazla yoklar ama favori belgesellerim genelde animasyon destekli olanlar. Bu film için ise animasyonlar biraz daha özel ve ayrıksı. Ben zor ama film içinde kendine özgü olacak bir şey yapmak istedim. Sabahattin amcanın öyküsüne baktığımızda onun oyuncak figürlerle olan yolculuğunun hayatıyla iç içe olduğunu görüyoruz. Hayata sitem ettiğinde onlara da küsmüş, mutluyken onlarla sevincini paylaşmış ve bir şekilde onun kurduğu bambaşka bir dünya var aslında orada. Ben bu dünyaya onun yaptığı figürlerle bir kapı aralamak istedim. Bunun için çekimlere başlamadan hemen önce ondan kendisini çağrıştıracak bir figür yapmasını istedim. Yani filmin oyuncak olan kahramanı bile onun eseri. Bu dokuyu, ruhu bozmadan yaptığım için olsa gerek film animasyonlarıyla bir bütün haline geldi. Bir nevi Pinokyo ile Gepetto’nun sihirli dünyasına adım atmak gibi. Aslında o zaten o oyuncakları maceralara çıkarıyor canlandırıyordu. Ben sadece bu sırrı seyircilerle de paylaşmış oldum.

Bu belgeseli bitirmek uzun zamanını almış olmalı. Maddi ve manevi destek alabildin mi bu film için?

Yaklaşık 5 senelik bir macera yaşadım diyebilirim. İlk başlarda yapalım edelim diyen bir sürü insanın 10 gün kala kendilerinden ses çıkmaması ve yarı yolda bırakmaları, görüştüğüm sanat yönetmeni bir arkadaşın işini yapmayıp sonrasında da “Zaten sen bu filmi çekemezsin!” demesi, aradığım kurumlardan yanıt gelmemesi gibi çok fazla negatif olay yaşadım. Ama kimse yanımda olmasa bile gidip filmi çekmeye başlama konusunda kararlıydım. Filmi çekmeye başladığımızda elimde çekimler için aldığım bir analog lens, bir reflektör, bilet paraları ve çekim sırasında yemek masraflarına yetecek kadar param vardı. Bunun dışında kalan ihtiyaçlar ise tamamen dost yardımıyla sağlandı. Doğrusu yola çıkana kadar her telefonu kesin gene biri yan çiziyor diyerek açtım. Neyse ki çekime gitmeden 2 gün önce her şey yoluna girmişti ve sinemaya gönül vermiş, bu işe inanmış insanların yer aldığı bir film ekibiyle çekim yapıyordum. Babamın bir arkadaşı kalmamız için otelinde (Anı Motel) iki odayı 10 günlüğüne bize verdi. Annem, hem yemeklerimizi hazırladı hem filmin makyajını yaptı. Ekip arkadaşlarım hiçbir maddi karşılık istemeden çalıştı. Marmara Üniversitesi çekimde kullanmamız için tripot ve ışık ekipmanı sağladı… Tabi bu ilk çekimler için olan durumdu. Sonrasında filmi kurgulama yeni animasyonlar çekme, yeni röportajlar çekme kısmı daha uzun sürdü. Filmin kurgusuna defalarca oturup içime sinmediği için bıraktıktan bir süre sonra yeni çekimler yapmam gerektiğine karar verdim. Bu süreçte sevgili Cüneyt Karakuş’un büyük desteği oldu. Sunay Akın’ın, Hakan Altıner’in, Akgül Parlar’ın çekimlerini, bazı stop-motion sekansları hep birlikte çektik. Bunun yanında filmin seslendirmelerini yaptı, akışı oluştururken yardımda bulundu. Son olarak filmin uzun süre uğraşılan ve kendilerine minnettar olduğum müzisyenlerine değinmeden geçmek istemiyorum. Dostlarım Aykut Kırşan ve Egecan İnce yaklaşık 1 yıla aşkın bir süre filmin müziklerini bestelemek için çalıştı. Hep birlikte vakit buldukça toplandığımız bu süreçte her sekans için ayrı ayrı özenle çalışıldı. Ben bunun hepimiz adına harika bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Emeği geçen herkese gerçekten minnettarım.

blank

Hemen bir ara verelim ve ilk filmin Soluk’a gelelim. O da distopik bir dünyayı anlatıyor, umutsuz başlayıp umuda yönelen, onun hikâyesi ve anlatımı nasıl gelişti?

O film aslında bir çevre filmleri festivali için hazırlanmıştı. İlk defa bir festival için film çekmiştim. Genelde kendimi konu olarak kısıtlamam. Yaratım sürecinde kolektif bir çalışma yaptık, nasıl bir çevre filmi yaparız diye biraz tartıştıktan sonra kendimize bir süre verdik. Ben genelde insana dair bencilliği, hırsı anlatan öyküleri dillendiren eleştirel öyküler kurmayı severim. Bitirme projesi olarak çekmiş olduğum “Kenosis” filmim de bunun başka bir örneği idi. İnsandaki kötülüğün temelleri üzerine düşünmeyi seven biriyim. Soluk’un temel çatışması da biraz böyle çıktı. Kendimizi var etme savaşı içinde bencillikle varlığımızı yok ettiğimiz distopik bir dünya hayal ettim. İnsanlara yapmayın demektense, yaparsanız bu olur demek daha doğru bir yaklaşım gibi geliyor. Soluk, çok kısa bir sürede seyircisinde derin bir his bırakmak üzerine kurulmuştu; “Soluksuzluk”. Maske ile dolaştığımız şu pandemi günlerinde aslında herkesin biraz da olsa hissettiği bir duygu bu. Filmde özellikle ses kurgusuna bu sebeple çok önem vermiştim. Nefes alalamayı, maskelerin ardında yaşamayı seyirciye tattırdıktan sonra “Bir şansımız daha olsa, onunla ne yapardık? Ne yapmalıydık?” demek istedim. Bu sorunun katıksız cevabı aslında bencillik ve kötü deneyimlerle körelmemiş çocuklardadır.

Sinemada ilgini çeken hikâyeler var mı, yoksa önüne düşen hikâyelerin ve yaşamların izini mi sürmeyi seviyorsun?

Ben genel olarak bir derdi olan, sonunda insanlarda iz bırakacak her hikâyeyi seviyorum. İzleyicinin o duygularda bir süre kalmasını, aklına ve kalbine bir çentik atabilmeyi… Ama sanırım sinemada ilgimi çeken hikayeler genelde fantastik öyküler oluyor. Çünkü gerçekliği bir imgelem üzerinde yeniden var ederek özünü aktaran anlatılar oluşturabiliyorlar. Seyirciye ön yargılardan bir nebze daha uzak ve tarafsız bir dünya kurabiliyorlar. Bunun da insanlarda empati duygusunu arttırabildiğini düşünüyorum. Tabi ki bahsettiğim, efektlerle göz boyamak için çekilmiş boş bir senaryo üstüne kurulu naylon yapımlar değil. Daha düşünülmüş, derinlikli eserler.

blank

Bir Gepetto usta hikâyesi de var gibi belgeselde. Senin oyuncaklarla aran nasıldır? Küçükken böyle farklı, enteresan oyuncaklarla oynama deneyimin olmuş muydu?

O masalı çok severim. Düşünsenize kendi elinizle tasarladığınız emek verdiğiniz bir şey canlanıp sizinle konuşsa bu çok heyecan verici olmaz mıydı? Belgesel içinde de bu heyecanı yaşatmak istedim. Küçüklüğümden beri kendi oyuncaklarımı yapmak, kuklalarla oynamak gibi bir hasletim vardı. Bu sebeple istediğim gibi hareket ettirebildiğim her oyuncak benim vazgeçilmezim olurdu. 14 yaşında ise ilk stop-motion kuklamı yapmıştım. Adı Mr. Curiosity ve hala kendisiyle iyi bir dostluğum var. Yeni kuklalar yaptığımda hevesle ilk inceleyen kendisi oluyor. Eksikleri var ise bana söylüyor. Şaka bir yana 14 yaşımda beni böyle animasyonlar için teşvik eden hocam rahmetli Nedim Otyam’dı. Animasyon sevdiğimi biliyordu. “Madem bu kadar istiyorsun, böyle kukla yapıp da çekebilirsin” demişti. Bana vermiş olduğu emeklerinden ötürü müteşekkirim.

Bundan sonra sırada ne var? Belgesel mi, kurmaca mı, yoksa animasyon mu?

Hepsinden bir parça var diyebilirim. Yani bir distopik kurmaca senaryosu, bir belgesel ve bir de stop-motion kısa film projesi üzerine ufak ufak çalışmalara başladım.  Hepsinin birbirinden ırak bir doğası olacağını söyleyebilirim. Aslında belgesel yapmak beni bir nevi akademik bir tez yazmak gibi uzun ve zihinsel olarak meşakkatli bir yolculuğa çıkartıyor. Kurmaca filmler ise özgürleştirici, hayal dünyamı kamçılayan bambaşka bir yönümü besliyor. Hepsi için çok heyecanlıyım ama fikirlerin bir süre daha sürpriz olarak kalması gerekecek.

blank

Ankara Film Festivali’yle açılış yapacak filmin, devamı da gelecektir sanırım. İlgi nasıl şimdiden?

Filme ilginin müthiş olduğunu söyleyebilirim. İzleyen herkesten harika yorumlar alıyorum. Hakikaten bunun için çok mutluyum. İzleyen çoğu kişi filmden çok güzel duygularla ayrıldığını söylüyor. Tabi henüz pandemi sebebiyle bir toplu gösterim yapma imkânım olmadı ama Ankara Film Festivali’nde filmin ilk gösterimi de yapılmış olacağı için mutluyum. Ankara Film Festivali, festival yolcuğumuzun başlangıç noktasıydı. Daha bir çok ulusal ve uluslararası festival için başvurular yapıyoruz. Festivaller için önümüzde koskoca heyecan dolu bir yıl bizi bekliyor. Sonrası için bazı fikirlerimiz var ama öncelik festivallerde.

Son olarak neler söylersin?

Bu değerli sorular ve güzel röportaj için çok teşekkür ederim. Umarım Oyuncakçı, Saklı Yadigarlar filmi birçok insanın kalbini yumuşatarak güzel bir seda bırakmayı başarır ve onların kalplerinde saklı bir yadigar olarak yerini alır. Gelecekte başka keyifli projelerle yeniden bir araya gelmek dileğiyle…

blank

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Can Merdan Doğan: ‘Sempatik bir film yaptığımı düşünmüyorum’

Ankara Film Festivali'nde en iyi kısa film ödülünü kazanan Stiletto'nun
blank

Türk Sinemasının İlk Kadın Korku Filmi Yönetmeni: Korkarak Film Çektim!

Sümeya Kökten ile buluştuk ve Türk korku sineması üzerine söyleştik.