Öteki Sinema olarak “Kısa Filmin Öyküsü” yazı dizisinin yanına “Uzun Filmin Öyküsü”nü de ekliyoruz. Bu yazı dizisinde yönetmenler filmlerinin çekim sürecini, festival serüvenini, maddi destekleri nasıl bulduklarını anlatacaklar.
İlk konuğumuz kısa filmleriyle adından söz ettiren Gülten Taranç. İlk uzun metraj filmi Yağmurlarda Yıkansam filmini herhangi bir yerden destek almadan kendi imkanlarıyla çekmişti. Bu nedenle filmin son on-on beş yılda Türkiye’de çekilen gerçekten bağımsız birkaç filmden biri olduğunu düşünüyorum.
Film yurtdışında hatırı sayılır festival gezdi ve ödüller de aldı. 53. Antalya Film Festivali’nde Rengahenk Seçkisi’nde yarışıp Seyirci Ödülü’nü kazandı.
Gülten Taranç şu sıralar yeni filmi 12’ye 5 Kala için çalışmalarını sürdürüyor. Filmin yapımcılığını Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali Direktörü Yusuf Saygı üstlenmiş. 12’ye 5 Kala bu yıl Antalya Film Forum’da yapım desteği için de yarışacak.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Her şey bir şarkıyla başladı ve başka bir şarkıyla bitti, ben de bir şiir yazmak istemiştim zaten…
Açıkçası tüm süreci yazmaya elim hiç gitmedi uzun süre çünkü şu an ikinci filmimin ön çalışmaları aşamasındayım ve o sıkıntıları hatırlamak, ikinci film ile yüzleşmek demek ama bende herkese yetecek kadar cesaret var. Sizlere her şeyi anlatamam çünkü bazı şeyler de sır olarak kalıp gidecek…
Her sinema öğrencisi gibi en büyük hayalim uzun metraj yönetmeni olmaktı, kısa filmler çekiyordum ama yetmiyordu sanki bana verilen süre eksikti… İstanbul’a taşındım, iş aradım, bulamadım, buldum, başka sorunlar çıktı, derken bir gün bir beste yaptım “peripetia”… “Saçlarım pencereden gelen rüzgarla, uçuşuyor, uçuşuyor, uçuyorum…”
Tüm filmin hikayesini o gece buldum, hiçbir yere ait olmayan ve hiçbir erkeğe ait olmayan iki kadının hikayesini yapmaya karar verdim, bu bir yol filmi olacaktı ama içsel bir yolculuğu anlatacaktı. Fikir aşaması bir şarkıda başladı, başka şarkılarla da devam etti…
Oyuncu olarak bu iki kadını kimlerin oynayacağını seçtim, fotoğraflarını yan yana koyduğumda sanki biri diğerinin çocukluğuydu ve sonra dedim ki “neden gerçekten de bu iki kadın aynı kişi çıkmasın?” Gerçekten çok iyi kurulması gereken bir hikaye olduğu için bir senarist ya da dramaturgla çalışma ihtiyacı duydum, aynı üniversiteden mezun olduğumuz Çağla Canbaz da kadın sorunları üzerine çalışıyordu. Bir taraftan sponsor arıyordum, bir taraftan senaryo çalışıyordum, bir taraftan da dışarıdan işler kovalamaya çalışıyordum… İnanır mısınız, sabahın 5:30’unda bile toplantıya gittim, iş adamlarının network oluşumları o saatte toplanıyormuş… O kadar çok kapı çaldım, o kadar çok insanla tanıştım ki belki de gişe sayısının yarısı film için tanıştığım insanlardır. Başlangıçta iki üç sponsor bulduk. Çok sıcak bakıyorlardı, derken 7 Haziran seçimleri oldu ve herkes sponsorluğunu çekti. Sponsorlarıma o kadar güvenmiştim ki, İzmir’e taşınmıştım, belli bir miktar kredi için başvuruda bulunmuştum hatta şirketim olan Taranç&Taranç Film’i kurmuştum ve bir şekilde ekibimi toplamıştım.
Başlangıçta sponsorluklar olmayınca çok deneysel bir filme dönüştürmeyi düşündüm, daha basit bir kamera, daha az bir ekip… Ancak görüntü yönetmenim Cüneyt Denizer ve ışık şefim Eser Turan’ın da yüreklendirmesiyle “boğulacaksam okyanusta boğulmaya” karar verdim. Eser Turan ile Çiğdem Sezgin’in “Kasap Havası” filminde tanıştık, orada set fotoğrafçılığı yapıyordum, Eser Abi’ye filmimden bahsettim, derken Eser Abi bir gece motosikletine atladığını ve İzmir’e yola çıktığını söyledi ancak ben o sırada İstanbul’daydım, taksiye atlayıp Harem’e gittim, filmlerdeki gibi İzmir’e giden ilk otobüsle… Eser Abi’yi İzmir’e kadar takip ettim. Sonra Cüneyt Abi ekibe dahil oldu. Sonrasında oluşturduğum ilk cast ekibim, filmin kredi ile yapılacağını duydular ve teker teker gittiler… Ya herkes bu filmi yapacağıma sonsuz inanıyordu ya da delirdiğimi düşünmüşlerdi, ikisinin ortasında kimse kalmamıştı, sanırım bu yüzdendir ki set boyunca çok sorun yaşadık, çok fire verdik…
Film 30 mekanda geçiyordu, 18 iş günümüz vardı… Biterse mucize gerçek olacaktı… 18 günde biteceğine de inanılmadı ama hiçbir sendika kuralını çiğnemeden filmi neredeyse kurgulu bir şekilde çekerek bitirdik. Her sabah uyandığımızda bir aksilik olmasını bekler olmuştuk, her gün bir mekan, bir çalışan ya da bir durum olay yaratıyor, o kriz bastırılmaya çalışılırken, inancımı bir saniye bile yitirmeden sadece monitörden her şeyi takip eden bir yönetmen olarak değil yeri geldiğinde yolu kesen, yeri geldiğinde gitarist bulunamadığı için filmde oynamak zorunda kalan, gece herkes uyurken programı baştan yapan bir yönetmene dönüşmek zorunda kaldım ve bu ilk film için tam bir kabustu… İnsanlar her şeyi alttan almak zorunda kaldığımı fark etmişti ve ben de bunun böyle olmaması gerektiğini anladığım gün “yönetmen” oldum! Daha önce birçok kısa film çekmiştim ama hiç bu kadar zor bir deneyimden geçmemiştim. Yönetmen olmak, benim için anne olmak gibi bir şeydi. Sanki tüm üniversite hayatım, kısa filmlerim, hamilelik dönemiydi, ne zaman ki setin ilk haftası bitmişti ben doğurmuştum… Artık çok büyük bir sorumluluğun altına girdiğimin farkındaydım, bir filmin hayatı benim elimdeydi ve ne gerekiyorsa yapmaya, neye direnmem gerekiyorsa direnmeye hazırdım.
Setten bir gün önce asistanlardan bazıları da kaçmıştı, bir işaret bekledim ve eğer işaret gelirse devam edecektim. 6 Ağustos günü İzmir’de beklenmeyen bir yağmur yağdı ve sonrasında ilk ödülü aldığımız günde, gösterimlerin çoğunda da yağmur hep yanımda oldu. Çaresizliğimi düşünün, mistik olaylara inanmaya başlamıştım ama bunda en büyük neden işlediğimiz hikayenin öldürülen kadınlarla ilgili olması diye düşünüyorum.
Birçok kaza ve bela ile filmi üç haftada tamamladık. İki hafta sonra kurguya başladık zaten setten sonraki iki hafta oturduğum evin toparlanması sürdü. Yaşadığım ev, aynı zamanda ofisim, aynı zamanda İstanbul’dan gelen birkaç arkadaşım için pansiyon, aynı zamanda filmin geçtiği iki ayrı ev mekanı ve aynı zamanda da set yemeklerinin çıktığı yemekhaneydi. Ekip ve ekipmanlar evden gittiklerinde üniversite diplomamı karpuzun altından buldum, çekim zamanı her gün polis geliyordu, film bittikten sonra bazı komşularım bir daha evde film çekmeyeceğimi anlayana kadar çok soğuk davrandılar.
Ve biz sonunda post-prodüksiyon aşamasına gelmiştik ancak cebimde İstanbul’a uçak bileti alacak kadar bile param yoktu, ekipten birkaç kişi beni arayarak filmi kurguda mahvedeceğimi, filmi bağlayamayacağımı dile getirdi, hatta daha da ileri gidenler oldu ama aldırmadım ve İzmir’de kurgusuna güvendiğim arkadaşlarımla post-prodüksiyonun altından kalktık, filmin hiçbir post-prodüksiyon aşaması için İstanbul’a gitmedik, renk düzeltmesini çok sevgili yönetmen dostum Osman Dikiciler ile evde gerçekleştirdik, sesler içinde İstanbul’a gitmedik, Dcp kopyamızı bile evdeki bilgisayardan çıkardık.
Altı ayın sonunda post-prodüksiyon sürecini tamamladık. Ofis koltuğum paramparça olmuş, kedim büyümüş ama fark etmemiştim… Ödemem gereken kredi borçlarım da olduğu için başka işlerde çalışmaya başladım, bir yandan da filmi ne kadar festival varsa gönderiyordum. Türkiye’de hiçbir yerden sonuç gelmiyordu. Çünkü ne yapımcım ne de dağıtımcım vardı sadece filmi ve bilgilerini gönderip, bekleyip, kredi borçlarını kapatmaya uğraşıyorum. Derken bir gün ilk güzel haber Barcelona’dan geldi, Barcelona Kraliyet ailesinin düzenlediği bir film festivalinden “Altın Aslan” ödülü aldık ama gidemedim, İspanyolca’da bildiğim halde gidememek bana en fazla dokunan kısmıydı çünkü ne düşündüklerini birebir anlayabileceğim nadir ülkelerdendi… Daha sonrasında Arnavutluk’ta düzenlenen Balkan Film Food Festivali’ne davet aldık. Sonunda bir festivalde filmimi gördüm, insanların tepkisini, jürinin tepkisini… Gösterimin ertesi günü jüri üyeleri beni buldular, hayatımda ilk defa bir jürinin tamamı beni tebrik etti, hatta filmin kataloğuna imza isteyen bile oldu. Uluslararası En İyi Film Ödülü’nü almıştık, jüri gerekçesinde “akıllıca kullanılan cameolar” kelimesi vardı ancak ben gitarist bulamadığım ve şarkıları kendim yazdığım için metronomları kaçmasın oynamak zorunda kalmıştım. Türkiye’ye dönerken bize yağmurlar eşlik etti, Arnavutluk’ta beklenmeyen bir yağmurdu…
Türkiye’ye döndüğümüzde ise maalesef 15 Temmuz olayları yaşanmıştı. Ülkemiz kadar sinema televizyon sektörünün de zarar gördüğü bir döneme girmiştik. Neredeyse hiç iş gelmiyor, aldığımız ödüllerden maddi bir karşılık bulamadığımız gibi kargo ücretleri, gösterim kopyaları belimizi büküyordu. Kurduğum şirketi kapatmaya, başka bir sektörde iş bulmaya karar verdim. Hatta yeni bulduğum iş için toplantıdaydım. Çalan telefon bütün hayatımı değiştirdi. Arayan Elif Dağdeviren’di. Elif Dağdeviren; Ana seçkiye giremediğimizi ama Antalya Film Festivali’nde yeni bir bölüm “Rengahenk Seçkisi”nin açıldığını istersem orada filmi gösterebileceklerini söylediğinde inanamadım, Türkiye’de hiçbir festivale girememiştik o ana kadar ama belki de en prestijli olanında Türkiye prömiyeri yapacaktık. İlk önce işletildiğimi düşündüm ve Elif Hanım’ın telefon numarasını bilebilecek birine sordum, bu durum biraz da telefon numarasının gerçekten alışılmışın dışında olmasından da kaynaklıydı, gerçekten de telefondaki Elif Dağdeviren’di… Masaya döndüm “şirketi kapatmıyorum daha yeni başlıyoruz” dediğimi hatırlıyorum.
Ofise camdan bir ödül köşesi aldık. Sevgili uygulayıcı yapımcım, sanat yönetmenimiz ve babam Ragıp Taranç, ödül köşemiz için Antalya Film Festivali’nin yaptırdığı kupalardan aldı ama ben o kupayı tek bir şartla alabileceğini söyledim, “kurgu yaparken ondan kahve içersem”… Ödül köşesine Altın Portakal’ı koyacağımdan o kadar emindim ki ekipteki arkadaşlarım ve çevremdeki arkadaşlarım ödül gelmezse hastalanacağımı düşündüler çünkü seçkide sadece bir ödül vardı izleyici ödülü…
Gösterim günü gelmişti ve salonun önünde bir kalabalık vardı, gişeye gittim, hiç bilet kalmadığını öğrendim, salonu kadınlar doldurmuştu, beni yalnız bırakmamışlar… Ödül töreni günü ise ekip farklı yerlerdeydi. Kocaman bir alandaydık ve ekibin çoğunluğu sahneye neredeyse 300 metre uzakta oturuyordu. Yine babama dönerek dedim ki “ ben şu an ödülü alacak olmamızın değil, bu topuklularla oraya koşacak olmanın stresini yaşıyorum” ve sahneye doğru yürümeye başladım. Hiç kimse bize ödül alacağımızı önceden söylemedi ama o kadar emindim ki çünkü biz bu ödülü haketmiştik. Sahneye çıktığımda, ödülü alacak olduğumdan bu kadar emin olup nasıl bir konuşma metni yazmadığımı düşündüm. Ayaklarım titriyordu, ya teşekkür edecektim ya da beş cümle ile kesik kesik bu filmin asıl hikayesini anlatacaktım…
Ertesi gün kapıda gazetecilerle uyandım, gerçekten film çekmeye çalışırken filmin içine düşmüş gibiydim. Her yerden gösterim için çağrılar almaya başladım. Mardin, Urfa, Kıbrıs, Bodrum, Antakya, İstanbul, İzmir… 70 bin kilometrelik yolum başladı, her gün farklı bir şehirde uyandığım bile oluyordu, bir bavulun içinde yaşıyordum.
Gişeye girmek istedik, dağıtımcı bulamadık ve filmi kendi şirketimiz üzerinden dağıtmaya başladık. Gerçekten tam bağımsız bir film süreciydi. Eleştirmenlerin beğenmediklerine, kasabalarda, köylerde yaşayanlar bayılıyordu, gerçekten şiddet mağduru olan kadınlar boynuma sarılıp ağlıyordu ve belki maddi karşılığını bulamadım ama manevi olarak gerçekten çok tatmin olduğum bir işi ortaya koydum.
Bu ay, dolaştığım şehirlerden gelen seyircilerin isteği üzerine, filmin soundtracklerinden “Dejavu”yu Umut Utku ile single çalışması olarak piyasaya sürdük. Bir şarkıyla başlamıştı film ve bir şarkıyla bitirdim… Çok insan tanıdım, çok iyi dostlar edindim, bazen insanların ne kadar değişebileceğine şahit oldum ama asla kendime olan inancımı yitirmedim… Kendi jenarasyonumdan farklı olarak umudumu hiç yitirmedim, hiç kimseden yardım beklemedim, her işimi kendim yaptım, iş olamayacaksa pes etmedim ve bugün Türkiye’nin en genç uzun metraj film yönetmeniyim. [/box]