Listemize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Giriş kısmında herhangi bir değişiklik yapmadım, öncekinde okuduysanız direkt filmlere geçebilirsiniz. Geçtiğimiz ay boyunca ABD dışındaki diğer ülkelerin yakın tarihli gerilim filmlerinden müteşekkil bir izleme listesi oluşturdum ve başladım sırayla izlemeye. Evet, büyük bir kısmı bariz Hollywood etkisinin hissedildiği, benzer tatsızlıkta filmlerdi ama aradan sıyrılmayı başaran birkaç “iyi ki seyretmişim” gerilime de denk geldim.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
Eleştirmenlerce biraz “hafif” bir tür olarak değerlendirilen gerilim, sıklıkla diğer türlerle ilişkiye geçerek birbirinden farklı melez yapılanmalara gider ama ana yapısı çok da fazla değişkenlik göstermez. Sonuçta ana amaç, seyircide yoğun heyecan, şüphe, yüksek seviyede beklenti, belirsizlik, endişe ve sinirleri bozacak denli gerginlik gibi belli başı adrenalin salgılatan duyguları uyandırmak ve bu duyguları finale kadar canlı tutmaktır. Seyirciyi ve/veya başkarakteri asıl önemli olan mevzudan uzaklaştırmak için ortaya atılan yemler, ana gidişatı değiştiren şaşırtıcı sürprizler ve bomba etkisinde bir final, sağlam bir gerilimin olmazsa olmazlarıdır.
Aşağıdaki listede yakın zamanda izlediklerim arasından seçtiğim, ABD dışındaki ülkelerden, biraz daha kıyıda köşede kalmış, yakın tarihli gerilimleri bir araya getirdim. Sizler de yorumlar kısmına benzer gerilimleri ekleyerek listeyi genişletebilirsiniz.
Not: Filmler yapım tarihlerine göre sıraya dizilmiştir.
Fabricated City (2017)
İşsiz günlerini oyun salonlarında bilgisayar oyunu oynayarak geçiren eski milli tekvandocu Kwon, işlemediği bir suçtan ötürü ömür boyu hapis cezası alır. Suçsuzluğunu ispat edebilmek için hapisten kaçar ve oyun arkadaşlarıyla beraber çılgın bir maceraya atılır. Park Kwang-Hyun’un yönettiği Fabricated City, dur durak bilmeyen aksiyon sahneleri ile etki yaratmayı hedefleyen, içi kof bir aksiyon-gerilim seyirliği. Hafif sıklet bir adalet sistemi eleştirisine yer verse de ana amacı, aynı başkarakterlerinin düşkün olduğu bilgisayar oyunlarına benzer bir dünya yaratmak ki bu emeline ulaştığı söylenebilir.
Memoir of a Murderer (2017)
Kim Young-ha’nın çoksatan romanından uyarlanan Güney Kore yapımı Memoir of a Murderer, yönetmen Won Shin-yeon’un beşinci filmi. Daha önceki filmlerinden A Bloody Aria (2006, korku) ve The Suspect’e (2013, aksiyon) kefilim ama Scary Hair (2005, korku) ve Seven Days’i (2007, suç-gerilim) pek beğenmemiştim. Shin-yeon, yeni filminde Alzheimer hastalığıyla mücadele eden, hiç yakalanmamış, yaşlı bir seri katilin başından geçenleri anlatıyor. Son cinayetini işledikten sonra bir trafik kazası geçiren Byeong-soo, başından yaralanarak Alzheimer hastalığının pençesine düşer. Cinayetlerine son verip veterinerlik yapmaya başlar ve kendini küçük kızı Eun-hee’yi yetiştirmeye adar. Aradan seneler geçer. Byeong-soo, artık yaşadıklarının çok büyük bir kısmını hatırlayamamaktadır. Kızı Eun-hee büyümüş ve artık o babasına bakmaya başlamıştır. Yaşadıkları kasabada yeniden başlayan cinayetler, yaşlı adamın kafasını karıştırır. Cinayetleri kendisinin işleyebilmiş olabileceğinden şüphelenir ama hiçbir şey hatırlamamaktadır. Bir gün tesadüf eseri Min Tae-joo adlı genç bir polisle karşılaşır ve yeni seri katilin o olduğuna ikna olur. İşin kötüsü genç polis, kızıyla yakınlaşmaya başlamıştır. Ununu elemiş, eleğini asmış bir seri katilin kafasının içine girerek, hafiften onun cinayet motivasyonunu kurcalasa da çok fazla derine inmeyi tercih etmeyen film, sağlam bir aksiyon-gerilim olma yoluna baş koyuyor. Bu yapıda bir filmin elzem unsurlarından şaşırtıcı sürprizleri art arda yerleştirirken bütün olan biteni bir Alzheimer hastasının bakış açısından aktararak gördüklerimizin eksik, yanlış değerlendirilmiş ya da tamamen hayal ürünü olma olasılığından da faydalanarak işini garantiye alıyor. Kabaca I Saw the Devil (2010) ile Memento (2000) kırması olarak nitelenebilecek Memoir of a Murderer, gerilimseverleri memnun etmekte sıkıntı yaşamayacaktır.
The Girl in the Fog (2017)
Dedektif Vogel (Toni Servillo), gecenin bir yarısı geçirdiği bir trafik kazası sonrası polis tarafından hastaneye getirilir ve psikiyatrist Flores (Jean Reno) ile konuşmaya başlar. Filmin bundan sonrası upuzun bir ‘flashback’ gibidir. Bütün olan biten Vogel’in ağzından aktarılır. Artık gözden düşmüş bir tatil beldesi olan dağ köyü Avechot’ta aşırı dindar bir ailenin 15 yaşındaki kızı Anna Lou, kiliseye gitmek için evden çıktıktan sonra kaybolur. Yerel polisin yetersiz kalacağı düşünüldüğünden soruşturmayı yürütmek üzere tartışmalı yöntemleriyle ülke çapında meşhur dedektif Vogel görevlendirilir. Hakikaten kendine has yöntemleriyle bir anda bütün ülkenin dikkatini soruşturmaya çeken Vogel, doğru yanlış umursamadan kendine bir kurban seçer ve onun üzerine yüklenir. The Girl in the Fog, sessiz sakin bir köyün sakladığı sırlar, aşırı uçlara meyilli bir tarikat, gerçeği bulmak yerine bir dava dosyası oluşturmaya kilitlenen polisler ve sadece tiraj/rating peşinde kişisel hakları ihlalden imtina etmeyen basın gibi günlük hayatımızda da kanıksanan negatif unsurlara karşılık gelen klişeleri, öyküsünün temelini sağlamlaştırmakta kullanıyor. Akabinde her biri doğru zamanlarda gelen şaşırtıcı sürprizlerle seyirciyi birden fazla defa rahatça ters köşe yapıyor. Finale doğru da bombasını patlatıyor ama bununla da yetinmiyor, en sona başka bir bomba daha yerleştiriyor. Sadece Servillo ve Reno’yu karşılıklı döktürürken görmek için bile izlenir ama filmin heybesinde bundan çok daha fazla cephane var. İlk filmini yöneten Donato Carrisi, aslen bir yazar. Aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosu da yine ona ait. Yönetmenliğe devam edecek gibi görünen Carrisi’nin ismini bir yere not etmekte fayda var.
Calibre (2018)
Matt Palmer’ın yazıp yönettiği İngiltere yapımı Calibre, iki çocukluk arkadaşı Marcus ve Vaughn’ın hafta sonunda avlanmak için gittikleri küçük bir İskoç kasabasında yaşadıklarını anlatıyor. Ava çıktıkları ilk gün Vaughn, yanlışlıkla bir çocuğu öldürür. Marcus da hemen ardından olay yerine gelen çocuğun babasını öldürmek zorunda kalır. Hapse girmek istemediklerinden olanları polise bildirmek yerine cesetleri gömmeye karar verirler. Bir an önce toplanıp eve dönmek amacıyla otele dönerler ama art arda yaşanan aksilikler, iki arkadaşı içinden çıkılmaz durumlara sokacaktır. Bildik şehir-taşra çatışmasını bazı ekonomik düzlemler üzerine oturtan ve bir parça daha nezih ortamlarda geçen modern bir Deliverance (1972) olarak yaftalanabilecek Calibre, sinir bozucu birçok sahneye ev sahipliği yapıyor.
Sara’s Notebook (2018)
Norberto Lopez Amado’nun yönettiği İspanya yapımı filmde, Afrika’ya gönüllü doktor olarak gidip kaybolduktan iki yıl sonra kız kardeşi Sara’ya ait yeni çekilmiş bir fotoğrafa ulaşan avukat Laura, işini gücünü bırakıp Kongo’ya uçar. Ulaşabildiği bütün kontakları kullanarak Sara’yı aramaya başlar ama bölgedeki koltan madeni üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen güç odakları arasındaki savaş nedeniyle ortam çok karışıktır. Açıkçası Sara’s Notebook hiçbir anında inandırıcı olmayı başaramayan bir film. Başkahramanı Laura’yı çıkışı olmayan birçok sorunun içine atıyor ama her seferinde kıl payı kurtulmasını sağlıyor. Böylece Norris ya da Schwarzenegger aksiyonlarını aratmayacak bir ucuzluğa bürünüyor ama bu tercihin sebebini anlamak çok da zor değil. Film, bir Batılının gözünden Kongo’daki koltan madeni üzerinde dönen dolapları tüm çıplaklığıyla yansıtmak istiyor, bu yüzden de başkahramanını filmin sonuna kadar canlı tutmak zorunda kalıyor. Aslına bakarsanız filmin, daha önce hiç haberi olmayanları koltan madeni hakkında araştırmaya yönlendirmesi bile yeterince değerli. Şu sayfadan mevzuyla ilgili başlangıç bilgilerine ulaşabilirsiniz. Ayrıca YouTube üzerinden tamamına Türkçe altyazılı olarak ulaşılabilen Blood in the Mobile / Cep Telefonundaki Kan (2010) isimli belgeseli de izlemenizi öneririm.
Anon (2018)
Gattaca (1997, yönetmen/senarist) ve The Truman Show (1998, senarist) ile nezdimde sınırsız krediye sahip Yeni Zelandalı sinemacı Andrew Niccol’ün yazıp yönettiği Anon, Clive Owen ve Amanda Seyfried gibi ünlü oyuncularıyla da dikkat çeken ilginç bir bilim kurgu-gerilim. 1984 kâbusunun ete kemiğe büründüğü yakın bir gelecekte geçen filmde, özel hayat diye bir şey kalmamıştır. Herkesin yaşadığı her an, yetkililerin erişimine açık bir veri tabanına işlendiğinden suç oranı neredeyse sıfıra inmiştir. Bir cinayeti çözmeye çalışan dedektif Sal, sistemi alt etmeyi başaran kimliği belirsiz bir kızla karşılaşır. Anon, çocuğunu kaybettikten sonra karısından ayrılmış sorunlu bir dedektifin hayatının, karşısına çıkan bir ‘femme fatale’ aracılığıyla kökünden değişmesiyle kara filmlerle akrabalık bağları kuruyor. Ancak sırtını basit bir polisiye öyküye dayadığından yaratmayı başardığı distopik evreni yeterince verimli kullanamıyor. Yine de sonuna kadar heyecanla izlenen filmin, şık bir ambalaja sahip olduğunu kabul etmek lazım.
Devam Edecek…
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
Diğer Listelere de Göz Atmak İsterseniz:
[/box]
Bu ara tam da ihtiyacım olan bi liste, çok teşekkürler.