ABD dışı ülkelerin gerilim filmlerinden oluşan “yakın tarihli sağlam gerilim arayanlara öneri listesi” serimize devam ediyoruz. Aşağıdaki giriş kısmında herhangi bir değişiklik yapmadım, öncekilerde okuduysanız direkt seçkiye geçebilirsiniz.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
Eleştirmenlerce biraz “hafif” bir tür olarak değerlendirilen gerilim, sıklıkla diğer türlerle ilişkiye geçerek birbirinden farklı melez yapılanmalara gider ama ana yapısı çok da fazla değişkenlik göstermez. Sonuçta ana amaç, seyircide yoğun heyecan, şüphe, yüksek seviyede beklenti, belirsizlik, endişe ve sinirleri bozacak denli gerginlik gibi belli başı adrenalin salgılatan duyguları uyandırmak ve bu duyguları finale kadar canlı tutmaktır. Seyirciyi ve/veya başkarakteri asıl önemli olan mevzudan uzaklaştırmak için ortaya atılan yemler, ana gidişatı değiştiren şaşırtıcı sürprizler ve bomba etkisinde bir final, sağlam bir gerilimin olmazsa olmazlarıdır.
Aşağıdaki listede yakın zamanda izlediklerim arasından seçtiğim, ABD dışındaki ülkelerden, biraz daha kıyıda köşede kalmış, yakın tarihli gerilimleri bir araya getirdim. Sizler de yorumlar kısmına benzer gerilimleri ekleyerek listeyi genişletebilirsiniz.
Not: Filmler yapım tarihlerine göre sıraya dizilmiştir.
Alice in Earnestland (2015)
Ahn Gooc-jin’in yazıp yönettiği ilk uzun metraj film olan Alice in Earnestland, tam bir sürpriz yumurta. Hayattaki hedeflerinin hiçbirine ulaşamayan Soo-nam, orta yaşa geldiğinde kendini bitkisel hayata giren kocasının hastane masraflarının da ağır yüküyle beraber koca bir borç batağında yüzerken bulur. Ne kadar uğraşsa ne kadar didinse de dürüst çalışmasının karşılığı, aç karnını doyurmaya bile yetmez. Sisteme topyekûn savaş açarak önüne çıkan engellerin her birinden acımasızca intikam almaya başlayan Soo-nam, hiç olmazsa hayallerinden ufak da olsa birini gerçekleştirebilmek için canını dişine takar. Eğlenceli, yaratıcı, zeki ve çok komik gibi olumlu sıfatlarla süslenebilecek Güney Kore yapımı filmin ekonomik sıkıntılarla boğuşurken boğulan orta ve alt sınıfa çıkış yolu olarak işaret ettiği yol, seyirciyi çılgınlığıyla büyüleyip belli oranda arınmasına yardımcı oluyor. Fakat bu yolun gerçek hayatta karşılığının olmaması, geleceğe kötümser bakanlar lehine ekstra bir çentik daha atmaktan öte fayda sağlamıyor. Filme bu denli yükselmemizin ana sebeplerinden biri olan başroldeki başarılı oyuncu Lee Jung-hyun, şu sıralar Türkiye’de de vizyonda olan Peninsula’nın da en dikkat çeken oyuncusu.
The Lost Brother (2017)
Arjantin’de yaşayan ve Yeni Arjantin Sineması’nın öne çıkan isimlerinden biri olarak kabul gören Uruguaylı yönetmen Israel Adrian Caetano’nun son filmi The Lost Brother, Carlos Busqued’nin Under This Terrible Sun adlı çoksatan romanından uyarlanmış. Devlet memurluğu görevinden kovulduktan sonra resmen hiçliğin ortasına düşen Cetarti, uzun yıllardır görüşmediği annesiyle abisinin öldürüldüğünü öğrenir ve cesetleri teşhis etmek için Buenos Aires’ten Arjantin kırsalında kendi haline bırakılmış ıssız bir kasaba olan Lapachito’ya gider. Orada kendisini ilk bakışta hiç de güven vermeyen Duarte karşılar. Annesinin hayat sigortası olduğunu ve belli bir yüzde karşılığında bütün evrak işlerini hızlıca halledebileceğini söyleyen Duarte’nin teklifini kabul eden Cetarti, alacağı sigorta parasıyla Brezilya’nın sahil kasabalarından birine yerleşmenin hayalini kurmaktadır. Ancak uyandırdığı intibadan daha beter işlere bulaşmış olan Duarte ile gittikçe daha fazla vakit geçiren Cetarti’nin kasabadan sağ salim ayrılması, umulandan çok daha zor olacaktır. The Lost Brother, paranın başköşeye yerleştiği bir film. Bütün kasabayı avucunun içine almış gibi görünen Duarte karakteri üzerinden insanlıktan nasibini almamış, elinin değdiği herkesi zehirleyen, para için her şeyi yapabilecek insanlara yakından bakıyor. Bu tıynetteki bir insanın gücü ele geçirip yöneteceği ülkenin halini düşünebiliyor musunuz? Maazallah, o ülkenin kısa sürede Lapachito’ya dönüşmesi işten bile olmaz ki örnek olarak gösterilebilecek ülkelerin sayısı hiç de az değildir. Duarte rolündeki ünlü oyuncu Leonardo Sbaraglia, her zamanki gibi yine formunda.
True Fiction (2018)
Yine Güney Kore’den, yine bir ilk film! Kim Jin-mook’un yazıp yönettiği True Fiction için kendi çıkarını her şeyin önüne koyan politikacılar ile onların güya vatan, millet için yapılmış menfi eylemlerine maruz kalan halkı temsil eden karakterler arasında geçen dinamik bir kedi fare oyunu denebilir. Baştan aşağı pisliğe batmış politikacılardan birinin bu konuda hiç de ondan aşağı kalmayan ve yakın zamanda belediye başkanı adayı olmaya hazırlanan damadı, kendisine verilen basit bir görevi, yanına metresini alarak ufak bir kaçamağa dönüştürmek ister. Gittikleri yazlık villanın önündeki göl kenarında oynaşırlarken aniden ortaya çıkan ve villanın bakımından sorumlu olduğunu söyleyen genç adam, yasak aşk yaşayan çifti bahçede yaktığı ateşin başına davet eder ve yalanlarla bezeli entrikalar ortaya saçılmaya başlar. Art arda gelen sürprizler ile izleyeni şaşırtmayı hedefleyen True Fiction, düşük bütçesinin farkında olan ve bu yüzden olduğundan büyük görünmeye çalışmayan ama iyi bir gerilim olmak için gerekli bütün donanıma sahip, eğlenceli bir seyirlik.
7500 (2019)
Bir ilk film daha ama bu sefer Almanya’dan! Patrick Vollrath’ın yönettiği 7500, baştan sona bir uçağın kokpitinde geçen, müthiş bir tek mekân gerilimi. Berlin-Paris seferini yapmakta olan bir uçak, havalandıktan kısa bir süre sonra teröristler tarafından ele geçirilmeye çalışılır. Pilotun hayatını kaybettiği arbededen sonra teröristlerin kokpite girmesini engellemeyi başaran yardımcı pilot Tobias’ın sevgilisi Gökçe de yolcularla birlikte esir alınan hosteslerden biridir. Kokpitte tek başına kalan Tobias, başta sevgilisi olmak üzere uçaktaki herkesin hayatını etkileyecek kararları alma aşamasında mantığına ya da duygularına göre hareket etme konusunda ikilemde kalır. Bildik bir uçak kaçırma hikâyesinden fazlası olmayan 7500, sanki yeterince klostrofobik bir ortam değilmiş gibi kamerasını uçağın tamamında gezdirmekten bile imtina ederek sadece kokpitte kalmayı yeğliyor ve son derece boğucu bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Bütün oyuncu yükü haliyle Tobias rolündeki Joseph Gordon-Levitt’in sırtına biniyor ama kendine geniş alan bulmanın avantajını iyi kullanan Gordon-Levitt, bu ağır yükün altından yüzünün akıyla çıkıyor. Cevabı “koca bir hiç” olan “e bu film ne anlattı şimdi” sorusunu arka cebe koyarak izlemeniz gereken 7500, tek mekân gerilimlerini sevenleri mest edecek, teknik anlamda üstün bir ilk film.
Marionette (2020)
Zwart Water (Two Eyes Staring, 2010) ile tanıdığımız Hollandalı yönetmen Elbert van Strien’in ikinci filmi Marionette, yine van Strien’in 31 dakika süreli kısa filmi De Marionettenwereld’in (1993) uzatılmış versiyonu. Terapist Marianne, yaşadığı trajedi sonrası yeni bir başlangıç yapmak için New York’tan İskoçya’nın ücra bir kasabasına taşınır. Buradaki sorunlu çocuklarla ilgilenmeye başlayan Marianne’in hayatı, geleceği kontrol edebildiğini iddia eden on yaşındaki hastası Manny ile yaptığı terapi seansları sonrası altüst olur. Marionette, ortaya attığı bir dolu yemle izleyenin kafasını iyice karıştırarak sürprizlerinin üzerini örtmeyi deneyen, sağlam bir psikolojik gerilim. Final bölümünde biraz fazla bilindik klişe yollara sapsa da değerinden fazla bir şey kaybetmiyor. Peter Mullan’ı kısa bir rolde de olsa izlemek ise her zaman çok keyifli.
Halahal (2020)
Son yıllarda Hindistan’dan gelen sağlam tür filmlerine bir yenisini daha ekleyebiliriz. Hint sineması deyince hemen işaret edebileceğim favori yönetmenlerimden Anurag Kashyap’ın üç, son yıllarda dikkatimi çekmeye başlayan Dibakar Banerjee’nin de bir filminde yönetmen yardımcılığı yapmış olan Randeep Jha’nın ilk uzun metraj filmini merak ediyordum ve açıkçası hiç de fena olmayan bir başlangıç yaptığı söylenebilir. Tıp öğrencisi Archana, bir cinayete kurban gider ama yetkili otoriteler “intihar” diyerek dosyayı kapatmak isterler. Kurbanın babası Dr. Shiv Sharma, şaibeli otopsi raporunu gördükten sonra kızının ölümünün ardındaki sır perdesini aralamak için mücadeleye girişir. Ona bu zorlu yolda etraftan rüşvet alarak yolunu bulan polislerden biri olan Yusuf eşlik eder. Halahal, “Vyapam Scam” olarak bilinen (ve çok az bir kısmı gün yüzüne çıkarılabilmiş) gerçek bir skandaldan esinlenerek yazılmış senaryosuyla dikkat çekiyor. Dürüst bir doktor ile üçkâğıtçı bir polisin suçluların peşine düştüğü film, tür sinemasının birçok bilindik kalıbından faydalanıyor ve aslında bu haliyle biraz da işi kitabına uydurmuş, sıradan bir tür filmi gibi duruyor, buna çok itirazım yok. Fakat Halahal, iyi çekilmiş, iyi oynanmış bir film ve kabuk değiştiren Hint sineması başlığı altına rahatlıkla yerleştirilebilecek önemli bir örnek.
Devam Edebilir…
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
Diğer Listelere de Göz Atmak İsterseniz:
- Öneri Listesi 1
- Öneri Listesi 2
- Öneri Listesi 3
- Öneri Listesi 4
- Öneri Listesi 5
- Öneri Listesi 6
- Öneri Listesi 7
- Öneri Listesi 8
[/box]
the devil all the time’ın da listede bulunması hoş olabilirdi ama güzel bir liste olmuş. Ellerinize sağlık
Envaiçeşit mevzuda hazırlanan “en iyi” listelerinden biri değil ki bu. Yakın zamanda izlediklerim arasından seçtiğim yakın tarihli filmlerden oluşan bir “öneri listesi” serisi. Dolayısıyla “o niye yok, bu niye var” demek biraz abes kaçıyor sanki.
Bu arada söylediğiniz filme gelince; daha ilk cümlede belirtildiği gibi “ABD dışı ülkelerin gerilim filmlerinden” oluşuyor öneriler ve malumunuz The Devil All the Time (2020) ABD yapımı bir film. Yoksa onu da eklerdim muhtemelen.
Yorumunuz için çok teşekkürler.
Yine hiç duymadığımız filmler, yine farklı bir liste, çok teşekkürler…
Son dönemde gözden kaçmış, ilk kez duyduğum ilginç güzel filmler var listede. Evde devamlı film izliyorum. Film ararken iyi oldu. 9 liste de ayrı güzel.
10. listeyi bekliyorum. Yazı için teşekkürler.