“KLASİKLERİ NİÇİN OKUMALIYIZ?” (Kitap 2)
Yalnızlık Sineması – Robert Phillip Kolker
Sinema kitapları için hazırladığım “Klasikleri Niçin Okumalıyız?” serisinin ikinci durağı Robert Phillip Kolker’in; Amerikan Sineması’nın 6 büyük ismini incelediği “Yalnızlık Sineması” olacak. Son söyleyeceğim şeyi ilk başta söyleyeyim. “Yalnızlık Sineması” bu işin “Godfather”ıdır, arkadaşlar. Evet, kendi kategorisinde başka ‘magnum opus’lar da vardır ama bu eser işte orada öylece Ağrı Dağı gibi heybetli durur. Bir yazar böyle azametli bir eser verdi mi, o artık ölümsüzdür. Her yazarın bu çapta bir eser yazma hayali vardır, binde dokuzyüzdoksandokuz’u bunu başaramadan ölür.
“Yalnızlık Sineması”nın bendeki versiyon Kasım 1999 tarihinde Öteki Yayınevi’nin baskısı, çevirmen ise bu işin piri saydığım, daha sonra hakkında başlı başına bir yazı kaleme almayı düşündüğüm, Ertan Yılmaz. Ertan Hoca önsözde, çeviriyi kitabın 1988 yılındaki ikinci baskısından yaptığını belirtiyor, ama bir güzellik –kendi deyimiyle bir ihanet- yapmış ki, bu denli yüce amaçlı bir ihaneti ne kadar övsek az. Normalde Kolker, kitabın ikinci baskısında, birinci baskıya koyduğu Coppola’yı çıkarıp, yerine Spielberg’i almış. Peki Ertan Hoca ne yapmış dersiniz? O ise, her ikisini de Türkçe baskıya alarak, tek bir hamleyle, çeviri kitabın orijinalinin tek bir kopyasından daha zengin olmasını garantiye almış. Helal olsun, müteşekkiriz.
Kolker; ‘Yeni Hollywood’, “Hollywood Rönasansı” ya da “Amerikan Yeni Dalgası” olarak görülen yönetmenleri yani Arthur Penn, Stanley Kubrick, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, Steven Spielberg ve Robert Altman’ı “Yalnızlık Sineması” konseptiyle ele alıp, ‘heyecan verici, biçimsel olarak serüvenci, dikkatle tasarlanmış ve yapısal olarak genellikle meydan okuyucu‘ bulduğu sinemalarını masaya yatırıyor. Özellikle yönetmenlerin erken dönem filmlerindeki çarpıcı görsel üslubun, yenilikçi deneylerin sinema kültürünü nasıl topyekun değiştirdiğini açıklıyor, bir yandan da aynı yönetmenlerin zamanla bir anlamda bu güçlerini yitirdiğini ve bir tekdüzeliğe düştüğünü de göz ardı etmeyerek.
Kolker; öncelikle bu yönetmenleri ortaya çıkaran koşulları açıklayarak işe başlıyor. Stüdyo sisteminden bağımsızlığa giden yolda yaşadıkları deneyimlerin, yargılarını ve korkularını belirleyen temel etmenler olduğunun altını çizip, bu isimlerin her koşulda biçimsel deneylerde direttiklerini hatırlatıp, Fransız Yeni Dalgası’yla ilişkilerinden yola çıkarak ‘auterizm’e de göz kırpıyor.
Kolker’e göre “Yalnızlık Sineması”nın başlıca konusu; kendinden menkul doğruları reddeden, eski biçim ve konvansiyonları sorgulayan ve gözden geçiren modernist bir proje olmasıdır. “Yalnızlık Sineması”nın amacı; sorgulayıcı bir yaratıcılık, stil arayışına duyulan açlık ve düşünceyi kışkırtan bir deney tutkusudur. Ve Kolker’e göre bu süreç 1980 öncesinde büyük ölçüde yok olmuştur. Açıkçası; bu kitabın yazılış tarihinden sonra özellikle Spielberg ve Scorsese, Kolker’in bu tespitini çürüten ‘büyük’ eserler vermeye devam ettiler, haklarını yemeyelim. Zaten, Kolker’in kitabının asıl özelliği genellemelerindeki doğruluk ya da kimi tespitlerindeki isabet değildir, Kolker’in asıl gücü, dili, üslubu ve düşünme biçimidir. Bu kitap, film çözümlemelerinde derinleşmemizi sağlayabilecek kimi zaman kural-koyucu, çoğu zaman ufuk-açıcı dili yüzünden okunmalıdır. Kitap, sinema üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda bir nevi sözlük niyetine kullanılabilecek kadar çok sinema terimi içeriyor. Kitabın Türkçe çevirisi işte bu noktada önem kazanıyor, Ertan Hoca, kötü bir çeviriyle hezimete dönüşebilecek bir metni, adeta büyüleyici bir şekilde yeniden-üretiyor. Her zaman söylerim; Ahmet Cemal roman çevirisinde ne ise, Ertan Yılmaz da sinema kitabı çevirisinde odur.
Kolker’in “Yalnızlık Sineması” 6 büyük denizden oluşuyor. Sırasıyla; Kanlı Özgürleşimler, Kanlı Geri Çekilişler – Arthur Penn, Mekanik İnsanın Mimarisi – Stanley Kubrick, Silahı Bırak, Canoli Ye – Francis Ford Coppola, Sokakların Anlatımı – Martin Scorsese, Erkek Egemenin Sinesinde – Steven Spielberg ve Radikal Araştırmalar – Robert Altman. Kolker, yüzlerce filmden oluşan bir okyanusta yavaşça hareket eden gemisiyle, her limandan yeni fikirler alarak, tüm bir Amerikan Sineması’nı belirli bir konsepte parça parça oturtup, görkemli bir harita çıkarıyor.
Arthur Penn Sineması’nı ele aldığı “Kanlı Özgürleşimler, Kanlı Geri Çekilişler” bölümünde; kara filmi temel alan “Mickey One” yazısı, Shaodian’ı ve gangster sineması (özellikle Warner Bros. gangsterleri) perspektifini alarak, açı/karşı-açı çekim (shot/reverse shot) stili üzerinden “Bonnie and Clyde”ı inceleyen kısmı öne çıkıyor.
Stanley Kubrick Sineması’nı ele aldığı “Mekanik İnsanın Mimarisi” bölümünde; John Ford Sineması ve “Paths of Glory”, dilbilimsel yıkım, “Fail-Safe” ve “Dr. Strangelove”, monolit, HAL ve teknoloji üzerinden yaptığı “2001” okumalarıyla dikkat çekiyor. Kolker; Kubrick’i, 1960 sonrası sürdüğü hayat ve film yapma biçimiyle Amerikan (hatta dünya) sinemasında apayrı bir yere oturtuyor.
Francis Ford Coppola Sineması’nı ele aldığı “Silahı Bırak, Canoli Ye” bölümü; zengin bir metinlerarasılık barındıran, çizgi üstü bir “Godfather” çözümlemesiyle parlıyor. Kolker, Coppola’nın Amerikan Sineması kanonundaki yerine onlarca örnek film vasıtasıyla netlik kavuşturuyor. Coppola’nın kurguda yakaladığı netlik, Kolker’i hayran bırakmış olmasına rağmen, “Conversation” hariç diğer filmlerini o kadar da önemsemediğini hissediyorsunuz, ikinci baskıda Coppola’yı çıkarmasının nedeni bu olmalı.
Martin Scorsese Sineması’nı ele aldığı “Sokakların Anlatımı” bölümü; detaylı “Mean Streets” ve “Taxi Driver” incelemeleriyle akıllarda kalıyor. Kolker; Scorsese filmlerindeki canlılığın, kültürel nevrotikliğin altını çizerken, ustanın, izleyiciyi rahatsız eden, kışkırtan sinemasının kodlarını çözmeye çalışıp, “Taxi Driver”ı Hitchcock’un “Psycho”suyla, “After Hours”un Paul’ünü Kafka’nın Joseph K.’sıyla (ve haliyle, Welles’in “Dava”sıyla) incelikle ilişkilendiriyor. Harikulade.
Steven Spielberg Sineması’nı ele aldığı “Erkek Egemenin Sinesinde” bölümünde; Rambo, Reagan dönemi ve “E.T”, İkinci Dünya Savaşı, “1941” ve “Jaws” özelinde yine ufuk açıcı önermelerde bulunan Kolker, Spielberg’in görsel dünyasının bizi gerçeklikten kopuşa davet eden bir biçimin izlerini taşıdığını tartışıyor. Bu kısımda Kolker’in politik ve ideolojik durumlarla/olgularla Spielberg Sineması arasında kurduğu bağlar da ilgi çekici.
Kolker; Robert Altman Sineması’nı ele aldığı “Radikal Araştırmalar” adlı son bölümde ünlü yönetmenin yapımcılarla olan sıkıntılı ilişkisi içinde nasıl da özgür anlar yakalayabildiğini ve (hemen hemen) her filmine nasıl kendine özgü bir Altman imzası atabildiğinin altını çizer. Kolker’in bu kısımdaki, “M.A.S.H”, “McCabe and Mrs. Miller”, “Thieves Like Us” ve “The Long Goodbye” filmlerine dair tezleri müthiştir. Kitapta, “The Godfather”dan sonraki en derin, en kapsamlı, en hayranlık verici film çözümlemeleri bu kısımdadır.
Kolker’e göre; “Yalnızlık Sineması”nın şövalyeleri biçim ve özün türdeşliğine meydan okurlar. Sinemanın türdeşliğine karşı çıkan bu devrimci görsel dil ve üslup, Amerikan Sineması’nda bir zirveyi temsil eder. Kolker’e göre; her zaman küllerinden doğma potansiyeli taşıyan Amerikan Sineması somut ve yoğundur, yaşamın göstergelerinin baki kaldığı yer orasıdır ve can çekişmek ölümle aynı değildir. Kolker; bünyesinden, (ilk modern Amerikan filmi olarak gördüğü) “Psycho”yu, Cassavetes’in “Shadows”unu çıkarmış bir sinemaya dair her zaman umutludur.
Kolker’in kitabının önemli bir özelliği de, yüzlerce filme, kitaba ve incelemeye referans verip, ‘önemli sinemasal metinler’in dökümü ortaya koymasıdır. Kolker; ideoloji ve sinema bağlamında Althusser’den Buscombe’ye kadar uzanır, her zaman ‘Nasıl?’ ve ‘Neden?’ sorularının yanıtlarının peşinden gider. Kolker’e göre; filmleri tartışma süreci; her şeyden önce bir demistifikasyon (gizemden kurtarma) ve demitifikasyon (mitsel boyuttan çıkarma) sürecidir. Kolker’e göre ciddi eleştirmen yönetmen (ve hikaye ve görüntü) hakkında konuşur, ‘star’ ile ilgilenmek bireyin üzerine yönelip, psikolojik gerçekliğin tuzağına düşmektir. Bu da eleştirmeni şu oyuncu; ‘huzursuz’du, şu oyuncu ‘göz kamaştırıcıydı’, ‘rolüne hakimdi’ vb. tanımlamalara götürür. Kolker’e göre bu ‘bütün’ü ıskalamaktır. (Maalesef, oldum olası, biraz da kolay bir yöntem olmasından ötürü, film eleştirilerinin %99’u bu şekildedir.)
Sonuç olarak; Kolker’in “Yalnızlık Sineması” daha önce de ifade ettiğim gibi, tespitleri ya da genellemeleri nedeniyle değil, geliştirdiği düşünce biçimi, film yorumlama/çözümleme teknikleriyle öne çıkan bir eser. Örneğin; ben Kolker’in Peckinpah-Penn kıyaslamasına kendi adıma katılmıyorum ya da “Rambo” ya da 80 sonrası sinema hakkında görüşlerine ama hiç önemli değil, son tahlilde Kolker, sinema felsefesinin sınırlarını genişleten, detaylı ve ‘inatçı’ üslubuyla, bizi düşünmeye davet ediyor hatta açık söyleyelim, kışkırtıyor. Zaten teorik bir metnin ‘büyük’lüğü de gücü de, okuyucusunu düşünmeye kışkırtmasında yatar, Robert Phillip Kolker’in “Yalnızlık Sineması” da bunun hakkını tastamam vererek yapıyor.
(Ertan Tunç, Ekim 2014)