2012’nin yaz ayları, Christopher Nolan’ın 2005’te başlattığı kendine has Batman Üçlemesi’nin (yarasanın) son ayağının beyazperdede hayat buluşuna tanık olduğumuz bir dönem oldu. Tüm dünyada vizyona girmesine yıllar varken bile büyük bir hayran kitlesi edinen Dark Knight Rises, anaakım Amerikan sinemasındaki “kalburüstü üçlemeler” geleneğinin en genç üyesi yeni Batman serisine yakışır kalitede bir film, buna çok şüphe yok. Ancak gerek anlatılan hikayesi, gerekse bir çizgiroman uyarlaması olarak durduğu konumu Dark Knight Rises’ın kafalarda pek çok soru işareti yaratmasına sebep oluyor. Bu soruların cevaplanması hem günümüz Hollywood sinemasının analizi hem de rüştünü yeni yeni ispatlama şansı bulmuş çizgiroman uyarlamalarının kaderi için büyük bir öneme sahip.
Burtonman’in Laneti
Nolan Üçlemesi’nin geniş kitlelerce kabul görmüş başarısını anlamak ve açıklamak için kendinden önceki Batman filmlerine bir göz atmak mecburi. 1940’lardaki serileri ve 1966 yapımı ilk uzun metrajı saymazsak hikayemiz Tim Burton’ın 1989 yapımı Batman’i ile başlıyor. Warner Bros.’un Batman projesi, Bu tarihlerde ismi bir markaya dönüşmekten bir halli uzak olan genç Burton için büyük bir çıkış yapma fırsatı idi. Gerek Burton’ın kamera arkasındaki hakimiyeti, gerekse de Batman çizgiromanlarının grotesk ifadelere açık (ve de aç) yapısı bu ilk Batman filminin büyük bir başarı kazanmasını sağlamıştı. Bu ilk başarı, bir devam filminin zorunluluğunu beraberinde getirmiş ve 1992’de ortaya gene Tim Burton’ın yönettiği Batman Returns çıkmıştı. Atmosfer ve karakter tasarımları konusunda ilk film gibi çok başarılı olan bu film, Burton’ın yükselişini garantileyen ancak kara şovalyenin sinemada düşüşü için de ilk işareti veren eser olacaktı.
İlk filmin formülünü başarıyla yineleyen ve geliştiren Tim Burton’ın ikinci Batman’inde sorun neydi peki? Sorun, Batman Returns’te Burton’ın aşırı kişisel bir sinema sunmaya çalışması idi. Noel arefesinde geçen bir Batman hikayesi, ailesi tarafından dışlanan Penguen’in trajik geri planı, atmosferi çok güzel beslemesine rağmen gereği olmayan (hatta Batman dünyasındaki simgesel konumu düşünüldüğünde kullanımı hatalı bile sayılabilecek) palyaço haydutlar filmin bir Batman filminden ziyade, Batman ilhamlı bir “Burtonman” çalışmasına dönmesine neden olmuştu. Bu kadar kişiselleştirilmiş bir Batman filminin büyük gişe kazanması ise prodüktörlerin sonraki projeler için çizgiromandaki Batman’e odaklanmak yerine Burtonman’i başat kaynak saymalarına yol açtı. Filmi başarılı kılan etmenlerin doğru değerlendirilememesi, Burton’ın başarısının sinemaya kişisel ve grotesk yaklaşmasından ötürü olduğunun görülemeyeyip “çocukça ve grotesk” olarak algılanmasına yol açtı. Joel Shumacher’in Batman Forever ve Batman and Robin facialarının temelinde Schumacher’in kötü bir yönetmen olması değil, devraldığı mirası doğru değerlendirememesi yatıyordu.
Nolan Begins
2005’e geldiğimizde genç İngiliz yönetmen Christopher Nolan için bir “enkazı” devraldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nolan bu dönemde kendinden 15 sene önce aynı maceraya atılmış Burton ile büyük benzerlik gösteriyordu. Following isimli düşük bütçeli bir psikolojik gerilim/macera ile ilk çıkışını yapmış, çok başarılı bir diğer psikolojik gerilim olan Memento ile dünyada tanınmaya başlamış ve bir Norveç filmi olan 1997 yapımı Insomnia’nın yeniden çevrimini de başarıyla kotararak ilgileri üzerinde tutmayı başarmış Nolan, genç ve yükselmeyi hakeden bir yetenekti şüphesiz. Eline geçen fırsatı nasıl değerlendireceğine vakıf genç yönetmen, çizgiromanın hayranlarının yıllardır talep ettiği üzere bir “reddi miras” ile yoluna çıktı. İlk filmde Bruce Wayne’in servetini (yasal olmasa da sembolik olarak) reddedip Uzak Doğu’da her şeye başlaması, Nolan ile kendi Batman’i arasında kurulabilecek en önemli özdeşlik olsa gerek.
Mevzu Nolan’ın Batman Üçlemesi’ne geldiğinde terminolojideki bir hata (ya da muğlaklık) kendini su yüzüne çıkarıyor. “Çizgiroman uyarlaması” olarak tanımladığımız film türünün ne kadar “uyarlama” olduğu aslında tartışmalı bir durum. Varoluşunun temellendiği eserden kilit karakterleri ve bazı olayları devralmasına rağmen çoğu anaakım süperkahraman filmi, herhangi bir çizgi hikayeyi senaryoda hissedilir ölçüde kullanmıyor. Özellikle Batman, Spiderman gibi Marvel ve DC’nin yayın yaşı 50 ila 80 arasında değişen süperkahramanları düşündüğümüzde karakteri en iyi özetleyecek hikayeyi bulmak ve odaklanmakta çıkacak zorluklar aşikar. Bu sebeple gerek Nolan gerekse öncesi Batman filmlerine ve çoğu süperkahraman filmine sinema uyarlaması (adaptation) demektense sinema çeşitlemesi (variation) demek daha doğru olacaktır.
Peki Nolan’ın Batman çeşitlemesini bu kadar başarılı kılan nedir? Batman Begins ve Dark Knight’ın izlediği genel formül dikkate alındığında Nolan’ın Batman külliyatını detaylıca incelediğini, ardındansa mevcut bir hikayeyi tekrardan anlatmak yerine külliyatı önce parçalarına ayırıp (deconstruction) sonra yeniden inşa ettiğini (reconstruction) görüyoruz. Bu yıkım ve yeniden inşa süreci de Nolan Batman’inin uyarlama değil de çeşitleme olarak nitelendirilmesini tekrardan gerektiriyor.
Tabii bu yeniden inşa sürecinde tüm taşların eşit ağırlıkta olduğunu söylemek büyük haksızlık olur. Nolan ilk iki filminde bazı kilit Batman kitaplarından ağırlıklı olarak faydalanmıştı. Batman Begins’in inşaatı Frank Miller’ın 1987 tarihli Year One hikayesinden, Dark Knight ise (Joker’i odak noktası almamaasına rağmen filmin bir diğer kilit ismi Harvey Dent’e yoğunlaşan) 1996-1997 tarihli Jeph Loeb’in Long Halloween’ından fazlasıyla faydalanmıştı. Ancak bu hikayelerin iki filmde de temel iskeleti oluşturmadığını, daha çok karakterler tasarımı ve bazı çatışmalar için örnek/referanns teşkil ettiğini yinelemekte fayda var.
Batman Begins’in çok başarılı bir film olduğunu, Dark Knight’ın ise popüler sinemada pek çok normu sarstığını ve sinemadaki pek çok çizgiroman kaynaklı hikayenin doğumu için Hollywood’a cesaret kazandırdığını çok da tartışmaya gerek yok. Asıl merak edilen nokta bu bir anda büyük bir yükü sırtına bindirmiş serinin kapanış filminin kendi formülünü ne ölçüde sürdürdüğü ve (eğer sürdürdü ise) bu formülün kapanış filminde işleyip işlemediği.
Bir Batman Hikayesi Olarak Dark Knight Rises
Nolan’ın yeni kötü karakter olarak Bane’i seçmesi Batman hayranlarını fazlasıyla şaşırtan bir durumdu. 1993 yılında yayın başlayan ve büyük ses getiren Knightfall isimli seri hikaye için Chuck Dixon, Doug Mench ve Graham Nolan tarafından yaratılan Bane, Batman’e karşı fiziksel üstünlüğü ile akıllara kazınmış ancak Joel Schumacher’in Batman & Robin filmindeki tasvirinden ötürü zekası oldukça geri plana atılmış, bu sebeple karizmasını büyük ölçüde yitirmiş bir karakterdi. Buna karakterin fiziksel gücünün arkasındaki Venom isimli muğlak doping sıvısı ve pek çok sanatçının çizgiromanlarda kendisini insandan ziyade “cyborgvari” bir organik robot şeklinde tasviri de eklenince, Nolan’ın Dark Knight ile iyice bilimkurgudan uzaklaşmış serisine Bane’in nasıl eklemlendirileceği bir tartışma konusuydu.
Nolan’ın bu fazlasıyla kritik seçimi yaparken çok dikkatli çalıştığını söylemek gerek. Bir yandan beklentileri karşılamak, bir yandan da “öngörülemez” olmak zorunda olan yönetmen; önceki filmlerdeki formülünü Dark Knight Rises için de aynen tekrarladı. Bane ve kendisiyle özdeşleştirilmiş hikayesi Knightfall önce parçalara ayrıldı, sonra da Nolan tarafından yeniden inşa edildi. Yeniden inşa edilen Bane, Nolan’ın oldukça realist Gotham’ına uygun şekilde; kaslı ancak robotik tasvirden uzak, Kuzuların Sessizliği’nin meşhur Hannibal Lecter’ının uluslararası bir suç şebekesinin başına geçmiş şekli gibiydi. Ortaya çıkan bu yeni ürünün genel olarak övgü topladığını söylemek gerek.
Hikaye ve mimarisine geldiğimizde ise bazı sorunlarla karşılaşıyoruz. Her ne kadar Dark Knight’taki olayları hikayesinde barındırsa da Dark Knight Rises, daha çok Batman Begins’i ve Dark Knight’ın son on dakikasını mirası olarak sayan bir film. Elbette Joker’e yeni ününü kazandıran Heath Ledger’ın artık yaşamıyor olması bu durumun esas gerekçesi ancak Dark Knight’ın bu kadar arkaplanda kalması insana “filmi ayakta tutan tek öğe Heath Ledger mıydı? Joker’i canlandıran aktörün ölümü hikayenin bu ayağının tamamen mühürlenmesini zorunlu kılıyor mu?” sorularını da sorduruyor.
Buna rağmen Bane’in Nolan’ın Gotham’ı ile ilişkisi, Selina Kyle gibi hikayeye yeni eklemlendirilen karakterlerin inandırıcılığı ve işgal altındaki Gotham fikri filmi öncülü kadar olmasa bile iyi bir Batman hikayesi yapıyor. Elimizde Kara Şovalye’nin külliyatına yakışır bir eser var.
Ancak başka bir sorunla karşı karşıyayız: Dark Knight Rises iyi bir film mi?
Bir Sinema Filmi Olarak Dark Knight Rises
Dark Knight Rises iyi bir Batman çeşitlemesi, ancak aynı ölçüde iyi bir film olduğunu söylemek zor. Bunun sebepleri de hem sinematografik hatalar, hem de hikayedeki bazı soru işaretleri.
Christopher Nolan filmlerinde ucuz melodrama olabildiğince az yer veren bir yönetmen. Hikayelerinde melodrama kaçan noktalar mevcut, ancak yönetmenin bu noktaları tasviri kesinlikle bir melodramatik değil. Benzer başka filmlerde olsa dakikalar alabilen, yavaş çekimin ve duygulu müzik eşliğinde karakterlerin yüzlerine yapılan uzun çekimlerin eksik olmayacağı bölümler; Nolan’da net bir şekilde oluyor ve hikayemizde ilerliyoruz. Nolan’ın filmlerini ucuzluğa düşme tehlikesinden uzaklaştıran bu (belki de) savunma mekanizması Dark Knight Rises’ta iki noktanın zayıflamasına sebep oluyor; hayranların büyük bir merakla beklediği Bane’in Batman’i “kırma” anı ve distopik Gotham günleri. İki bölüm de hikayenin sürükleyiciliği için büyük önem teşkil ediyor ve Nolan ikisinde de işleri olabilidğince hızlı tamamlıyor. Her ne kadar Hollywood’un büyük bütçeli filmleri “parçala ve pazarla” politikasına tepkili de olsam Dark Knight Rises, anlattığı hikayeyi iki farklı film olarak anlatsa çok daha güçlü bir dramatik etki yaratırdı. Zira Knightfall’dan örnek alınan “yarasanın kırılması” ve “yarasanın intikamı”, çizgiromanda da büyük bir zaman aralığı içeriyor, bu sırada hem biz Bruce Wayne’in yeniden doğma sürecini görüyor, hem de Gotham’ın şovalyesine ne kadar muhtaç olduğuna yan hikayeler vasıtasıyla ikna oluyorduk. Nolan’ın senaryosu onlarca yan hikaye barındıracak kadar iyi bir çökmüş Gotham fikri sunuyor ancak bunlar hissettirilip hızlı hızlı geçiliyor. Yeraltındaki polisler, Dr Crane’in engizisyon mahkemesi, baskı altındaki halkın korkusu… Bunlar tadımlık verilmenin ötesinde işlenmeliydi.
Filmin bir diğer sorunu epik bir aksiyon filmi olmak istersen seçtiği teknik yol. Dark Knight Rises önceki filmlere oranla zayıf ve hantal dövüş sahneleri barındırıyor. Batman Begins’in bazı çok zeki koreografileri ya da Dark Knight’ın özellikle filmin sonlarında şaha kalkan takibi zor aksiyon sahnelerinden Dark Knight Rises’da eser yok. Daha çok koreografisi iyi kotarılmış Amerikan güreşi müsabakalarından etkilenilmiş gibi bir his veriyor film. Bunun yanında filmin P13 olması kan efektlerinin kullanımını da engellemiş ve film pek çok noktada bu sebeple iddia ettiği şeyleri yapamıyor. Gotham sokaklarında binlerce insanın birbirine girdiği kavgada gerçek bir sokak çatışmasının dokusu ne yazık ki yok. Vurulanlar kendilerini yere atıyorlar ama kıyafetleri lekesiz, daha da önemlisi Bane’in çetesinin tank avantajına sahip olması ancak saldırı anında bir kez bile insan kitlelerine karşı bunu kullanmaması, yaratılmaya çalışılan karakter düşünüldüğünde aşırı derecede gerçek dışı. Görülen o ki, Nolan filmin seyirci kitlesini geniş tutmak için fragmanlarda ya da posterlerde iddia ettiği radikalliği feda etmeyi seçmiş. Buna rağmen güçlü bir sinematografinin Dark Knight Rises’a hakim olduğunu söylemeliyiz. Nolan’ın CGI (Computer Generated Images) teknolojisinden uzak durup olabildiğince gerçek boyutta dekorlarla çalışması, gerçekçilik etkisini de fazlasıyla arttıran bir etmen. Filmin maliyetini fazlasıyla arttıran ama sinematik dilini de kuvvetlendiren bu seçim, Nolan’ın her şeye rağmen kaliteli bir yönetmen olduğunu gösteren özelliklerinden biri.
Gelelim filmin siyaseten falsolu yapısına. Dark Knight Rises, büyük sermaye ile buna karşı gelişen lümpen reaksiyonu bir şekilde hikayesine entegre etmiş bir film. Bu entegrasyon süreci ise feci derecede sancılı. Bir yandan amacı önce anarşi ardından ise mutlak yokoluş olan Bane ve tarikatının aslında özdeşlik kurulamayacak ölçüde kötü ve fantastik olduğunu biliyoruz ama öte yandan bu tarikatın halkı kandırmak için kullandığı söylemlerde, kendinden beklenmeyecek tonda bir sol jargon benimsediğini görüyoruz. “Halkın devrimi”, “zenginlerin yokoluşu”, “Gotham’ın adaletinin Gotham’ın insanlarına devri” gibi ifadelerin de facto kötü bir karakterin tekelinde olması filmde bir antipropaganda amacı olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Guardian Gazetesi’nden Mark Fisher’ın belirttiği gibi film “kapitale karşı kolektif hareket fikrini şeytanlaştırıyor”[i]. Peki bu antipropaganda ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Tekrar Fisher’ın değindiği üzere Bane’in tarikatının filmin düşman figürü olmasında son birkaç yıldır tüm dünyada ses getirmiş Occupy hareketinin büyük etkisi olsa gerek. Özellikle filmde Bane’in borsa baskını sahnesi de düşünüldüğünde bu ilişki daha da kuvvetleniyor.
Filmin bu muhalif hareketlere tavırlı tonu ve siyaseten muğlaklığı pek çok kişiyi şifre çözücülüğe de yönlendirmiş vaziyette. Bir diğer iddia da “Bane” ismi ile ilgili. 6 Kasım 2012 ABD başkanlık seçimleri için Cumhuriyetçi Parti’nin adaylarından olan Mitt Romey’in eski şirketinin adının “Bain Capital” olması ve bu adın Bane ile büyük benzerlik göstermesi Amerika’da film hakkında tartışılan konulardan biri.[ii] Her ne kadar Bane’in yaratıcılarından Chuck Dixon bu iddiayı reddetse (ve iddia gerçekten fazla “komplo teorisi” gibi dursa da) mevzu Hollywood sineması olduğunda bu tür şüpheleri zihinde barındırmak asla yanlış bir yaklaşım sayılmamalı.
Nolan’ın Batman Üçlemesi sonunda bitti ve sinema tarihinde unutulmaz bir yer edinme hakkı kazandı. Üçlemenin Star Wars, Lord of the Rings, Matrix ve Godfather gibi büyük ve kaliteli bir pop efsaneye dönüşeceği ve hayran kitlesinin uzun yıllar küçülmeyeceği aşikar. Tüm hatalarına rağmen Dark Knight Rises kesinlikle seyredilmeyi hakeden bir film. Bu noktadan sonra merak edilen, filmin öncülü Dark Knight gibi sektöre yön verip vermeyeceği ve (eğer verecekse) bu yönün neler getirip neler götüreceği.
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Not: Kısa sohbetimizle bana bulunduğu katkılardan ve kaynak yardımından ötürü Deniz Sert’e teşekkür ederim.
[i] Mark Fisher, “Batman’s Political Right Turn”, Guardian, 22.07.2012
[ii] Tom Shone, “Dark Knight Trilogyas our Generation’s Godfather”, Guardian, 20.07.2012
Kalburüstü bir üçleme olmasına rağmen asla Star Wars, The GodFather veya The Lord of the Rings gibi bir üçleme değil bence. Bazı büyük performanslar sergilenmiş olsa dahi Batman hikayesi yıllar içerisinde sonuna kadar sömrülmüştür ve seyirciye yeni tatlar aldıracak veya efsaneleştirecek bir yapıt bırakılmamıştır.
Batman’in sinemada sömürü dönemini şimdilik geride bıraktığına inanıyorum. Nolan filmleri ile gelinen noktadan ötürü yarasalı her eser belli bir çıtanın üstünde yapılmak zorunda artık. Bunun en güncel örneği Arkham Asylum ve City oyunları olsa gerek. Özellikle son filmin seyirciye yeni tatlar aldıramadığına katılıyorum ama buna rağmen popüler kültürde Batman bir yer edinmeyi başardı, kişisel görüşüm edindiği yeri de hak ettiği yönünde.
Bence de Batman iyi bir yer edindi ve kesinlikle bunu hakediyor.Bunda Nolan’ın Batman’i olduğundan daha gerçekçi ve ciddi bir yorumla beyazperdeye taşımış olmasının katkısı büyük elbette.Her ne kadar The Dark Knight Rises üçlemenin en zayıf,Nolan filmografisinin de en vasat filmi olsa bile eski Batman serisiyle kıyaslanacak olursa bu son filmin yine de kötü,acımasız eleştirileri haketmediğini söylemek gerek.Ancak ortada hiç de destansı bir final de yok işin doğrusu.164 dakikalık bir Batman filminde maskeli,hayali kahramanımızı bu kadar az mı görmeliydik?Filmin politik duruşu da ticari sinema için bile iğrenç.Ya mantık hataları…Bu noktada Kocagöz’ün tespitlerine katılmamak mümkün değil.Yine de kabul etmekte yarar var,Nolan kardeşler imzalı Batman serisi efsanevi bir üçleme olarak anılmayı hakediyor.