Yönetmenliğini The Rider filmi ile tanıdığımız Chloé Zhao’nun yaptığı Nomadland, Jessica Bruder’ın aynı adlı kitabından uyarlama. The Rider ile Cannes da dahil birçok festivalde ödül kazanan yönetmen adından söz ettirmeye kaldığı yerden devam ediyor. Yeni filmi Nomadland de 77. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazandı. Avrupa festivallerinde kendini kanıtlamayı başaran yönetmen ulaşabileceği en büyük seviyeye çok kısa bir sürede ulaştı: Hollywood’da süper kahraman filmi çekmek. Terrence Malick’in yolundan giden bir yönetmen adına oldukça ironik bir durum. Bu konuyu birazdan konuşuruz.
Öteki Sinema için yazan: Valerii Ege Deshevykh
Kısaca filmin konusuna değinelim… 2011 yılında Nevada, Empire’da kendini gösteren ekonomik kriz birçok şirketin kapanmasına sebep olur. Kocasını kaybetmiş bir dul olan Fern de bu krizden ciddi bir şekilde etkilenir ve yuvasını terk ederek karavanı ile yollara düşer. Sabit ve anılarla dolu evini bırakarak küçücük bir karavanın içinde yaşamaya başlar. Amerika’da Nomad olarak adlandırılan bu karavan yolcuları, beraber hareket ederek şehir şehir gezerler. Fren de hiç bilmediği bir kalabalığa ayak uydurarak onlarla beraber sürüklenmeye başlar.
Filmin sevmediğim kısımlarına gelmeden önce ciddi bir paragraf açayım: Amerika’da, okuduğum 2018 haberine göre 1 milyon Nomad mevcut. Kimisi Fren kimi ekonomik sebeplerden Nomad hayatı seçmek zorunda kalmışken, kimisi bu hayatı bizzat tercih etmiştir. Ki rakamlara göre evinde ortalama 300 bin eşya bulunduran bir Amerikan vatandaşı için Nomad olmayı tercih etmek değişik bir Feng Shui yaklaşımı olsa gerek. Filmde sürekli Amazon’dan bahsedilmesinin sebebi de Amazon’un ülkenin birçok yerinde Nomadlere iş kapısı olmasıdır. Karavanları ile yapabilecekleri proje işler açan Amazon az da olsa Nomadlere ekmek kapısı oluyor. Öyle ki film de gerçek bir Amazon şirketinde çekilmiş. Filmde çalıştığını gördüğümüz Francis McDormand’ın gerçekten de çalıştığını ve Nomadlere yardım ettiğini buraya not olarak düşeyim.
Gel gelelim filmin kendisine. Chloé Zhao, maalesef sevdiğim bir yönetmen değil. Seçtiği konular ne kadar derinlikli ve üzerine konuşulabilecek konular olsa da anlatım şekli maalesef beni sıkıyor. Yönetmenin –kendi deyişiyle de- en önemli yaklaşımı filme neredeyse hiç karışmamak. Yönetmen dokunuşlarından uzak duran Chloé Zhao, sadece ana karakterine odaklanmayı tercih ediyor ve filmde varlığını hiç belli etmeden bize belgesel vari bir izlenim sunuyor. Terrence Malick’i çok sevdiğini söyleyen yönetmenin Malick sinemasına yaklaşmaktan biraz uzak maalesef.
Filme uzaktan bakınca konu Nomad olmanın zorlukları olarak gözükse de aslında film yerleşik yaşama yabancılaşan bir kadının zorluklarını anlatıyor. Esasen Fren’in kalabileceği çatılar teklif edilse de kendisi Nomad olmayı seçiyor. Odanın içerisindeki yatağı her gördüğünde kocasının anılarına yenik düşen Fren, uzaklaşmayı ve Nomad hayata alışmayı tercih ediyor. Bu da ona haliyle bir sürü zorluk çıkarıyor çünkü Fren, bilmediği bir hayata adım atıyor. Öğrenmeye sıfırdan başlıyor. Biz de seyirciler olarak onunla beraber Nomad olmayı öğreniyoruz. Fren ne yapıyorsa onu takip ediyor, Nomad komününün gözükmeyen bireyleri oluyoruz.
Sıkıntı şu ki konu ne kadar derin olsa da anlatım tarzı ve bize gösterilenler beni ekran başında az daha uyutuyordu. Film dediğimiz şey düz bir hayat çizgisindeki önemli kısımların kesilerek birleştirilmesidir. Okullarda da zaten böyle öğretilir. Size gerçekten lazım olan kısımları yan yana dizersiniz, hayatın o sıradan anlarını da köşede bırakırsınız. Nomadland bunu yapmamış. Size her şeyi en saf haliyle vermiş ki bu benim sinema zevkime oldukça uzak. Tabii siz farklı düşünüyor olabilirsiniz. Belli ki Venedik Film Festivali jürisi de benim gibi düşünmüyor. Ama ben hala Francis McDormand’ın neden ishal olduğunu izlediğimi çözemedim. Filmde bunun gibi hayatın en saf anlarından oluşan birçok sahne var ve dediğim gibi ne kadar önemli bir konu olsa da ben hayatı düz bir şekilde izlediğimde, bayılacak gibi oluyorum. Güzel bir örnekle pekiştirmek istiyorum: Spotlight da böyle bir film mesela. Yönetmenin filme hiçbir şekilde karışmadığı, akan hayatın aktarıldığı bir film. Fakat içeriğin seyirciye yüklediği bir gerilim var. Hatta ciddi bir sorumluluk da var. Yönetmen kendini belli etmese dahi hikaye kendini hissettiriyor. Ama Nomadland’de ne yönetmeni, ne hikayeyi görebiliyoruz. Tek gördüğümüz şey Francis McDormand belgeseli.
Sözün Özü… Nomadland, evini kaybetmiş onlarca insanın karavanları ile şehir şehir gezerek hayatta kalmasını anlatıyor. Biz de bu hayata konuk olarak onları tanıyor, Fren’i anlamaya çalışıyoruz. Fakat yönetmenin kendine özel anlatım tarzı çok da çekici olmayan bu konuyla birleşince ortaya izlemesi –en azından benim içi- zor bir film çıkmış. Sinemaya yaklaşımım çok Hollywood değil ama perdeye aktarılan anların çok fazla “hayattan” olması benim filme odaklanmamı güçleştiriyor. En ilginç kısıma geliyorum: Terrence Malick sinemasına özenen bir yönetmenin sıradaki filminin kadrosunda Harry Styles, Kit Harrington ve Angelina Jolie gibi isimlerin olduğu The Eternals. Anlatım tarzı ile beni siesta yapmaya sürükleyen yönetmenin nasıl bir süper kahraman filmi hazırladığını gerçekten merak ediyorum. Yine Malick sinemasına özendiyse ya yapılmış en sıkıcı süper kahraman filmine imza atacak ya da bu alanda bir devrim yapacak.
“Spoiler” yerim korkusuyla bizim yerli yorumcuları, filmleri izledikten sonra okuyorum. Sizin yorumunuzu daha önce okusam sorun olmayacakmış, bu konuda duyarlı olmanızı takdir ettim. “Film dediğimiz şey düz bir hayat çizgisindeki önemli kısımların kesilerek birleştirilmesidir.” sözünüze katılıyorum ve bir kitaptan alıntıladığım şu sözü de ekliyorum “kurgu, kesmek demektir”. Ben yine de belgesel tadında baktığım için ve Francis McDormand’ın abartısız oyununun hatırına 7/10 verdim.
Fren mi el freni mi?
Fern o Fern.