“Biz özgürlük anlayışımızı üretici, emekçi halkımızın çıkarları doğrultusunda anlıyoruz, sermayenin özgürlüğü anlamında değil.” (Yılmaz Güney)

tum-zamanlarin-en-iyi-100-yerli-filmi_697825Herakletios, insanları, aklını kullanabilme kabiliyetine göre “uyuyanlar” ve “uyanıklar” olmak üzere ikiye, uyuyanları da kendi arasında “budalalar”, “havlayan köpekler” ve “filozoflarla şairler” olarak üçe ayırmıştır. Anlamını bilmediği her söze alkış tutan, hiçbir şeyi sorgulamayan ancak sesi herkesten çok çıkan budala kitlesi ilk kesimi oluşturur. Köpeklerin tanımadıklarına ve tehdit olarak gördüklerine havladıkları bilinen bir olgudur. Bu olgudan hareketle, dünyalarını sarsacak, kendilerini düşünmeye sevk edecek fikirlerden rahatsız olanlar ve kendi doğrularına “biat ederek iman tazeledikleri” kutsal yerler olan epistemik cemaatlerinde safları sıklaştıranlar da ikinci kesimi meydana getirir.

Malumat toplamanın, çeşitli bilgileri üst üste yığmanın kişiyi bilge yapmayacağını, aklını kullanmayı ve sorgulamayı öğretmeyeceğini söyleyen Herakletios’e göre üçüncü kesim ise bilgi toplayanlardır. Topladığı bilgiyi insanın insanileşmesi yolunda değil kendi çıkarları için kullanan ve mesleği bilme olan yani “literati” olarak tanımlanabilecek olanlara entelektüel demek, yapılabilecek en büyük yanlış olmasına karşın tarihimizin bu tür yanılgılarla dolu olduğu unutulmamalıdır.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

y-lmaz-g-ney-yilmaz-guney-34562184-300-381“İki yıllık çalkantılı dönem gerek bana gerekse halkımıza çeşitli deneyler kazandırmıştır. Biz de bu deneylerden kendimize düşen sorumluluklar oranında birtakım dersler çıkarttık. Öyle sanıyorum ki bundan sonra yapacağımız filmler daha önceki yaptığımız filmlere oranla daha görev yüklü olacaktır halkımıza karşı. Bu film bizim dünyaya bakışımızı, olaylara yaklaşımımızı, insan ilişkilerini ele alışımızı tam olarak anlatmasa bile sezdirtecektir. Bu film tutukluluk günlerinin ürünüdür ve orada oluşturduğumuz düşüncenin yansımalarını içerir.” (Yılmaz Güney)[/box]

Azem çocukluktan itibaren birlikte büyüdüğü arkadaşı Cemil’i ziyarete gider. Küçüklüğünden beri hep zengin olmak isteyen Cemil bunu başararak zengin bir muhite yerleşmiş, rahat bir yaşam sürmeye başlamış ve üretmek yerine tüketmeye başlamış bir kişi olarak gösterilirken Azem’in hala ideallerine bağlı kaldığı vurgulanır. “Arkadaşının” zenginliği ve yaşadığı hayat karşısında büyük şaşkınlık yaşayan Azem karakteri, yönetmenin hapisten çıktıktan sonra yaşadığı şaşkınlığı temsil ediyor diyebiliriz. Yılmaz Güney, iki yıldan fazla bir süre yattığı hapisten çıkar çıkmaz, kendilerini halka “öncülük” edecek bir üst konuma yerleştirdiği için halktan uzaklaşan, halktan uzaklaştıkça değişen, değiştikçe de çürüyen “çevresini” kıyasıya eleştirerek, halkı biçim verilecek bir kitle olarak görmek yerine “arkadaş” olarak kabul etmek gerektiği iddiasıyla “Arkadaş” filmini çekmiştir düşüncesinde olduğumu söyleyebilirim. O dönemde “solcuların” birbirlerine arkadaş diye hitap ettikleri bilindiğine göre “Ben halkı eğitirim, en azından denerim” diyen Yılmaz Güney’in, “arkadaşlarının” belki de ihanet derecesinde değişmesi karşısında böyle bir film yapmak zorunda kaldığı ve komünizmin korkulacak bir şey olmadığını halka anlatma gayreti içerisinde olduğu görülebilir.

Akşam evine dönen evli bir adam, eğer kapısında bir yoldaşın şapkasını görürse, içerdekileri rahatsız etmemek için eve girmez “inancının” kitlelerin dilinden düşmediği bir dönemde Yılmaz Güney, burjuvazinin silahıyla burjuvaziyi vurmayı denese de ne yazık ki bunu hayli yüzeysel ve ilkel bir biçimde yapıyor. Bu filmden kısa bir süre sonra çekilen ve senaryosunu yazdığı “Bir Gün Mutlaka” filminde de yer alan ve süreklilik arz ettiği görülen, burjuvazinin “karılarını” paylaştığı temasının ilkel bir bakış açısıyla işlenmiş olması her iki filmin kalitesini hayli aşağılara çekmiştir. “Komünistler kadın ortaklığını getirmek istiyor” sloganı kadar, tam zıttı olan “burjuvazi kadınlarını paylaşıyor” sloganı da kadınlık onurunu ayaklar altına alan, yakışıksız, çirkin ve kabul edilemez ifadelerdir. Tahakkümün ortadan kaldırılması ve insanın yeryüzündeki acısının azaltılması için mücadele etmek yerine yetişkinlerin yatak odasını “konu edinmek” bir başka sömürü biçiminin görmezden gelinmesinden başka bir şey değildir. Film, burjuvazinin kadınlarla ilgili söylemini aşağılık bularak eleştirmeyi görev edinirken aslında aynı yöntemi izlediğinden içine düştüğü çıkmazdan kurtularak nitelikli bir eleştiri getirmenin hayli uzağına düşüyor.

Arkadaş

“Her çağda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleri olmuştur’’ diyen Marks, burjuvazinin, insanı sömürmeye başladığı andan itibaren mücadeleyi iyi ile kötü arasındaki ahlaki savaşa indirgemeye çalıştığını iddia eder. Çatışmanın ekonomik kökünün gizlenmesi ve çeşitli insani eksikliklerinin, üreten insanı zayıf düşürmek maksadıyla ahlaki kusura ve alay konusuna dönüştürülmesi “Karanlıkta Uyananlar” filminde net bir biçimde işlenmiştir. O filmde, ithalatçı firma temsilcisi işbirlikçilerin, halkından utanç duyarak, alaycı bir ifadeyle ‘’Kayseriliden, Sivaslıdan adam olacak da bizim boya sanayimiz olacak öyle mi’’ sözleriyle işçilerin küçümsemesi ve “size insanca bir şey layık değil” denilerek işçilerin “hayvanlıkla” suçlanması tam olarak bu ahlaki zihniyetin açık bir dışavurumudur. Arkadaş filminde de Cemil ahlaki düşkünlük içinde gösterilirken köyde yaşayan abisi metrelerce derinlikten su çıkartan, kendi imkânlarıyla evine elektrik getiren ve üreten bir kimse olarak gösterilir. Burada kendisi de bir köylü olmasına karşın para kazanınca “bey” olmuş ancak “beyliğine” yakıştıramadığı geçmişini unutmaya ve yok saymaya başlayan Cemil geçmişinden uzaklaştıkça, topraktan sökülen bir ağaç gibi canlılığını yitirmeye ve çürümeye başladığının farkında değildir.

Çok para kazansa da çalışmak zorunda olan Cemil, para kazanmaya başlayınca ideallerinden vazgeçen ve en yakınlarından başlayarak halkının sömürüsünü unutarak küçük burjuvaya dönüşen eski bir “arkadaştır.” Bu “arkadaşın” temsil ettiği düşünce günümüzde halkı cahil, kaba, kıllı kısa bacaklı gören, onların tercihlerini değersiz sayan, onu demokrasiden anlamaz bir dağdaki çoban olarak gören, iyi eğitimli, üst-orta sınıf ve profesyonel kesimlerin kısaca küçük burjuvazinin ideolojisi haline gelmektedir. Yılmaz Güney, günümüzde ülkenin zengin kesimlerinin kimlere oy verdiğini ve bunların sanki tarifeli bir uçakmış gibi “devrimin” gelmesini beklediklerini görseydi, ne düşünürdü acaba? Uyuyan yani aklını kullanamayan, üretmeyen, rahat yaşayan, zenginleştikçe de nadir bilgi kaynaklarına parayla erişebildiği için bilgili gözüken ve halkını aşağılamayı çağdaşlık sayan kitle Yılmaz Güney’in eleştirdiği kitlenin ta kendisidir.

Arkadaşının evinde kalmaya başlayan Âzem gördüklerinden rahatsızlık duyar. Bu insanların, yozlaştıklarını, kendileri üretmedikleri gibi üretenlerin emek gücünü sömürdüklerini, ülke gerçeklerinden habersiz, sahte bir hayat sürdüklerini düşünür ve geçmişten gelen sevgisi nedeniyle “oraya” yakıştıramadığı arkadaşına yardım etmek ister. “Karın kangren olmuş bir kol. Bu kolu kesmezsen öleceksin. Seni köyüne götüreceğim şimdi. Unuttuğun köyüne. Belki eski Cemil’i hatırlar, aradaki pisliği görür ve kendine gelirsin” der. Necibe’nin Cemil’i zehirleyen en önemli etken olduğu bir kez daha vurgulanırken arkadaşının yaşadığı yer olan “kıyıkenti” şöyle tanımlar.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

y-lmaz-g-ney-yilmaz-guney-34562184-300-381“Kıyıkent, deniz ve güneş kenti, yolları asfalt… Evlerinin her biri, bir başka ülkede yapılıp buraya konmuş gibi. Bunlar geniş balkonlu, geniş salonlu evler. Hizmetçili, bahçıvanlı evler. Yok’un yok olduğu evler. Zaten burada yokluğun anlamı bile bilinmiyor. Kentin giriş kapısından içeri girmesi yasaklanmış gibi. Besili, güzel elbiseli çocuklar, bin bir çeşit oyuncakları, şen, tasasız çığlıklarıyla, kentin yollarını, plajını doldurmuşlar. Bir de durmadan bir şeyler yiyor bu çocuklar. Durmadan bir şeyler içiyorlar. Ana-babaları kumar oynarken, denize girerken, köpeklerini severken; bu çocuklar durmadan bir şeyler yiyorlar. Kıyıkent’te sofralar zengindir. Güneşin yaktığı, denizin, pahalı içkilerin serinlettiği bedenler, şehvetle karışık bir iştahla otururlar sofralara. Kumar ve cinsel oyunların yıprattığı bedenlerin bol kaloriye, proteine ihtiyacı vardır. Kıyıkent’te yaşayanlar bunu bilir. Dinsel bir törene hazırlanır gibi hazırlanırlar yemeğe. Balıkların çeşidi öyle boldur ki, seçim için biraz güçlükler çekerler. Et en güzel onların sofralarında pişer. Büyük kahkahalar atarak, çatal ve bıçaklarla saldırırlar yemeklere. Oysa yedikleri, fabrikalarında çalışan emekçilerin nafakasıdır. Yedikleri, köprü altlarında yatan çocukların namusudur. Yedikleri, iyi ve güzel şeylere inananların beyinleridir. Şehvetli bir iştah ile tüketirler aydınlık ve umutlu her şeyi.” (Yılmaz Güney)[/box]

Şehirliler çalışmayan, üretmeyen, çirkin hayatlar süren ve ahlaksız insanlar olarak gösterilirken, köylülerin üreten, saf ve temiz insanların olduğu ısrarla vurgulanır. Burada şehirli ve köylüden çok üretenle üretmeyen, sömürülenle sömüren, ezilenle ezen ayrımı yapıldığı düşünülebilir. Azem bütün yozlaşmışlığına karşın arkadaşını kurtarmak isterken, şehri ve şehirde yaşayanları, “üretim araçlarının kontrolünü” elinde tutarak emekçiyi sömürenleri kurtarmak için çaba göstermez. Burada büyük bir çelişki görülür çünkü kimlerin “kurtarılmaya” layık olup olmadığının nasıl ve kim tarafından belirleneceği sorusuna net bir yanıt verilmez.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

y-lmaz-g-ney-yilmaz-guney-34562184-300-381“Cemil o çürümenin içinde yok olacaktır. Filmde Halil tipi, bir umuttur. Bugün nasıl Azem Cemil’i, yani kangren olan kolunu kesip atıyorsa, Halil’le Azem arkadaşlığı da toplum olaylarına cevap veremez noktaya, gelirse kopacaktır. Belki de kopartılan yan Azem olacaktır. Halil’in saçını kesmesi ondaki nitelik değişiminin başlangıcıdır. Çünkü emperyalizm insanların bilinçlerini esir alırken bir yığın silahla hücuma geçer. Halkı geleneksel bağlarından koparır. Değer ölçülerini parçalar. Ahlâksızlık ahlâk olur. Namussuzluk namus olur.” (Yılmaz Güney)[/box]

Finalde bir silah sesi duyulur. “Bilinmez ki, belki kendime karşı” silah taşıyorum diyen Cemil intihar mı etmiştir, karısını mı öldürmüştür gösterilmez ve seyircinin hayal gücüne bırakılır. Azem, bunu umursamaz hatta memnunlukla gülümser çünkü tam o esnada halkı arkadaş edinme çabasının meyve vermeye başladığı görülür. Böylece çürümüş bir arkadaşlık biterken, yeni bir arkadaşlık başlar.

“Karısı güzel olanlar karımı öpebilirler, ödeşmesi kolay olur çünkü. Baldızı güzel olanlar da baldızımı öpebilir… Karısı güzel olanlara karımı öptürüyorum… Ben de onların karılarını öpüyorum. Nasıl iyi mi?” sözlerini burjuva saflarına girmeye çalışan bir “emekçinin” yani Cemil’in ağzından dökülmesi eleştirilirken, genelevde geçirdiği zamanın görmezden gelinmesi filmde yer alan çarpıklıklardan biridir.

Çocukluğundan beri tanıdığı, bildiği ve sevdiği arkadaşının birdenbire değişmiş olması için bir sapma veya bir kırılma gereklidir. Cemil, hayallerini gerçekleştirip zengin olduğuna ve bunu Azem de bildiğine göre bu denli şaşırması garip değil midir? Daha karşılaştıkları ilk andan itibaren, “yükün artmış” diye eleştirirken bunu düşmanlığa vardırmaz ve eğlenmek için geneleve gitmesi karşısında yumruk atmayı aklına getirmezken, arkadaşını aldattığına şahit olduğu Necibe’ye tokat atma hakkını kendinde gören Azem, Cemil’den çok karısı Necibe’ye niçin “düşmandır”.

Birbirlerini ilk kez görmelerinden, Azem’in düğünlerine gitmediği anlaşılır. Belki ilk andan itibaren bu evliliği onaylamamış, belki “hapiste” olduğu için düğüne gidememiş, belki de Cemil herkesten kaçarak gizlice evlenmiştir, bilinmez. Komünist öğreti, burjuvaziyi tarihteki tek devrimci sınıf ilan etmiş ve kapitalizmi zorunlu bir aşama olarak görmüştür. Oysa Yılmaz Güney’in ahlaki çöküntü içerisinde gösterdiği burjuvazinin tarihte zorunlu bir aşama olarak değil bir sapma görüldüğü anlaşılmaktadır. Necibe burjuvaziyi temsil ediyor olmalıdır yoksa atılan tokadın hesabını soracağız denilmesi anlamsız olacaktır. “Hesabını soracağım” değil “soracağız” denilmesi bu görüşün sonucu olmalıdır.

1187_7İki arkadaş köyde bulundukları sırada bazı turistlerin gülerek fotoğraf çektiğini görürler. Cemil, kendisinin bile gitmediği bir köye turistlerin gelmesi ve fotoğraf çekmesine bir anlamaz veremezken Azem, öfkeyle “sefaletlerinin” fotoğrafını çektiklerini söyleyerek “Biz sefaletimize mani olacağız. Bir gün gelecek bunlar bizim sefaletimizin resmini çekemeyecekler.” der. Her zaman olduğu gibi günümüzde de halkın sefalet ve cehaletinin kendilerinin ne kadar entelektüel, ne kadar çağdaş ve ne kadar Batılı gözükeceğine katkı sağlayacağını “bilen” alçakların “kendi çıkarlarını vatanın menfaatlerinden üstün gördükleri” unutulmamalıdır. Burada Cemil, halkın derdine çare olmak, acılarına son vermek ve sömürüyü yok etmek için değil bunu başkalarının görmemesi için çalışan, Batı’ya karşı kötü yönlerini kapatmak isteyen ve ülkenin ne kadar Batılı olduğunu göstermek için çırpınan kesimi temsil ederken, bir vatansever olan Azem halkın yanında durmaktan utanmayanları temsil eder.

Ülkemizde “entelektüel” görünmek, entelektüel olmaktan daha makbuldür. Entelektüel “gözükmenin” şartları ise konuşmasından sakalına, mimiklerinden spor ayakkabısına, kadife ceketinden kemik çerçeveli gözlüklerine kadar kişinin her şeyiyle “entelektüel” izlenimi vermekten geçmektedir. 1800’lü yıllara kadar Batı’nın “entelektüellerinin” bu durumlarını pekiştirmek için kafalarına sarık sardıkları veya cüppe giydikleri hatta o dönemde yapılan antik Yunan filozoflarına ait resim ve heykellerin dahi böyle yapıldığını bilmek günümüzde çok şaşırtıcı gelebilir. Ne var ki aradan geçen sürede entelektüel gözükmenin şekli de değişmiştir. Her sözüne “biz aydınlar” diye başlayanların anında “entelektüel” payesini kazandığı böylesine bir “düzenin” ortadan kalkacak olmasına kimlerin karşı koyacağı büyük bir sürpriz değildir.

Sanatın, insanın kendine, topluma ve doğaya yabancılaşmasının dolayısıyla acı çekmesinin önündeki engellerin kaldırılması yani insanın insanileşmesine katkıda bulunması ölçüsünde değerli olduğunu, bunun dışında kalanların “tamamının” değersiz, geriletici hatta yoz olduğu düşüncesinde olduğumu söylemeliyim. Sanat, insanın insanileşmesi mücadelesinde taraf olmak demektir. Taraf olmayı küçümseyen, kendi hezeyanlarını, fantezilerini ve ruhunun karanlıklarını sanat olarak ifade eden, ırkçı ve faşist, zalim ve sömüren, haysiyetsiz ve alçak, asalak ve taklit sanat olamaz, olmamalıdır. Ortaya çıkanın bir tekerlek, bir saban, bir şapka, bir roman, bir şiir veya bir film olması, onun insan eliyle “üretilmiş” olduğu gerçeğini değiştirmez. Halkçı olduğunu dile getirenlerin halkın değil yozlaşmış kapitalist ahlakı anlatmasının ve sermayeye uşaklık etmesinin meziyet sayıldığı, tüketmekten başka bir şey bilmeyen burjuva çocuklarının kendilerini devrimci zannettiği, halklara kurşun sıkan teröristleri desteklemeyi barış diye yutturmaya çalışanların kendilerini entelektüel ilan ettiği yetmezmiş gibi içinden çıktığı halkı, yetiştirdiği hayvanlarla kıyaslayarak aşağılamanın doğal görüldüğü günümüzde bilim ve sanat insandan uzaklaşmakta, uzaklaştığı ölçüde sadece çöp üretmekte ve halkını aşağılamayı kendisinin yüceltilmesinin tek yolu olarak gören “sanatçılar” her yanı ele geçirmektedir.

Kültür endüstrisi, kitlelerin kendisine sunulan ürünleri denetleme ve belirleme olanağının bulunmadığı, ticari ve endüstriyel kurumlar tarafından seri olarak üretilen ve dağıtılan “kültürdür.” Kürküne zarar vermeden tilki avlamanın en iyi yolu, üzerine kan sürülmüş bir bıçağın, ağzı yukarı gelecek şekilde sapının toprağa gömülmesiyle yapılır. Bir av yöntemi olarak bundan daha acımasız ve alçakça bir “yöntem” duymadığımı söylemeliyim. Özellikle kış aylarında karnı aç ve bitkin olan hayvan, bıçağın üzerindeki kanı yalarken bir süre sonra dilinin kesildiğini ve yaladığı kanın kendi kanı olduğunu bilmeden iştahla “yemeye” devam eder. Kan kaybından ölünce de postu “güzelce” çıkarılır. Televizyon bu bıçakların en büyüğüdür. Günümüzde yapılan sanat ve bilim tam olarak bu amaca hizmet etmektedir. İnsanın merak duygusunu ve gereksinimlerini kışkırtarak, yozlaştırarak, sömürerek ve yabancılaştırarak hareket eden kültür endüstrisi ürünlerinin çekiciliğine kapılan kitleler bıçağın keskin ağzını yalayan tilki misali kendi sonlarını hazırlamakta olduklarının farkına varmazlar bile. Kitleleri toplumun entelektüelleri ve sanatçıları bıçağın ağzından uzak tutmakla sorumludurlar.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

y-lmaz-g-ney-yilmaz-guney-34562184-300-381“Türk sineması, bugün birtakım korsanların elinde, hâkim sınıfların temsilcileri sinemada hüküm sürüyorlar. İyi film yapma imkânı bugün yok. Halka faydalı film yapayım diyorum ancak nasıl sürdürebilirim bu kavgayı? Sansürün şartlaması sonucu, ister istemez, yaptığımız filmlerde belli çarpıklıklar bulunmaktadır. Bundan önce yaptığımız filmlere tam anlamında gerçekçi, devrimci, halkçı filmler diyemiyoruz. Bundan sonra yapacaklarımıza da halkçı, devrimci filmler olacaktır diyemiyorum, çünkü benim bundan sonra yapacağım filmler ancak bu söylediklerimin doğruluğunu ya da yanlışlığını ortaya koyacaktır.” (Yılmaz Güney)[/box]

İnsanın yeryüzündeki mücadelesi için değil “sanatçının” para kazanarak kendini tatmin etmesi ve kitlelerin uyuşturulması yolunda kapitalizmin süslü bir oyuncağına dönüşen sanatın görmezden gelerek anlatmaya değer bulmadığı acıyı, cehaleti, yoksulluğu ve ikiyüzlülüğü anlatmaya çalışan yönetmen her ne kadar eksik, yanlış ve çarpık anlatımlar sergilemiş olsa da, insanın insanileşmesi mücadelesinde taraf olduğu görülür. Filmde eksiklikler çoktur, bazı anlatımlarda kadın düşmanlığı yapılırken, erkek egemen bakış açısıyla erkeğe serbest olan kadına yasaktır gibi çarpıklıklar yer alır. Gerek sansürün varlığı, gerekse sinemanın egemen sınıfların elinde olmasından dolayı filmlerinde yanlışlıklar, çarpıklıklar olacağını önceden kabul ederek, dünyaya bakışını, olaylara yaklaşımını ve insan ilişkilerini ele alışını tam olarak anlatamadığını ve anlatamayacağını ifade eden Yılmaz Güney, “Arkadaş” filmiyle anlatmak istediklerini en azından halka “sezdirebilmiştir” diyebiliriz.

Öteki Sinema için yazan: Salim OLCAY

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

1 Comment Leave a Reply

  1. Köy hayatı da filmde eleştiriliyor .
    çocukların sofraya sonra oturması, cemilin abisinin iki eşli olması gibi çeşitli yönlerden eleştiriliyor.
    Ayrıca Bir sahnede de Cemil Azem’e eşini, hayatını bırakıp köye yerleşeceğini söylüyordu, yemin ediyordu.
    Azem ise” geriye gidemeyiz ileriye gitmeliyiz” gibi çarpıcı bir sözle cevap veriyordu .

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Exterminator (1980) ve The Exterminator 2 (1984)

İlk bakışta muhteşem posteriyle sıradan bir intikam b-filmi olarak göze
blank

Wrong Cops (2013)

Quentin Dupieux’un sineması her bünyeye hitap etmiyor ama takibi keyifli