Yılmaz Özdil imzalı Bare Giran / Ağır Yük, Ankara Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülü aldı. Mardin’de geçen film Mardin’in turistik yapısından çok yaşam ve ölüm dengesinin nasıl da birbirine geçtiğini, insan denen faninin naiflik ve çaresizlik arasında gidip gelen halini ortaya koyan bir film olmuş. Bu etkili çalışma karşısında sorularımı Yılmaz Özdil’e yönelttim.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Yılmaz, biraz seni tanıyalım mı?
1979 yılında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde doğdum. 2002’de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldum. Üç yıl Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalıştıktan sonra, 2006 yılında yüksek lisans ve doktoramı yapmak üzere Fransa’ya gittim. 2007’de Paris-1 Panthéon Sorbonne Üniversitesi’nde “Kürt Sinemasında Jeopolitik Sınırın İşlenişi” konusu üzerine yüksek lisans tezimi bitirdikten sonra, Paris3 Sorbonne Nouvelle Üniversitesi’nde doktora tezine yazıldım. 2012 yılında “Sinemada Kürt Kimliklerinin Görsel İnşası” başlıklı doktora tezimi bitirdikten sonra Türkiye’ye döndüm. 2014 yılından beri Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Dr. Öğretim Üyesi olarak çalışıyorum. 2002-2016 yılları arasında, çoğu o dönem çalıştığım bir TV kanalı için olmak üzere birçok belgesel film çektim ve Yılmaz Erdoğan, Hiner Saleem, Claude Weisz gibi yönetmenlerin filmlerinde yönetmen yardımcısı olarak çalıştım.
Bare Giran / Ağır Yük ilk kurmaca filmin. Ama belgesel etkileri de hâkim. Birçok yerde gösterildi, ödül aldın, en son Ankara Film Festivali’nden ödül aldın. Filmin hikâyesi, konusu için bize neler söylersin, gerçek bir hikâye mi?
Filmin hikâyesini, Mardin Artuklu Belediyesi bünyesinde temizlik servisinde kullanılan eşeklere ilişkin YouTube’da yayınlanmış olan bir videodan esinlenerek yazdım. Bildiğiniz gibi, medyada bu hayvanlar, sık sık antik bir kent olan Mardin’in turistik imajının oryantalist bir bileşeni olarak işlendi. Ben de bu kısa filmde bu turistik objeyi tersyüz ederek Suriye Savaşı gibi katastrofik bir olayın anlatısına aracılık edecek bir dramatik elemana dönüştürmek istedim.
İspanya’dan en iyi film ve en iyi erkek oyuncu ödülü var bir de… Uluslararası bir konu çekmişsin. Savaşlar, topraklarından edilen insanların dramı ve çoklukla insan hayvan ilişkisi. Yurt dışında insanları etkileyen tarafın hangisi olduğunu düşünüyorsun?
Barê Giran bugüne kadar içlerinde Tampere FF, Encounters IFF, Galway Film Fleadh, Cine Lebu gibi festivallerin de olduğu, toplam 90 festivale katıldı ve bu festivallerden biri Oscar Qualifying olmak üzere 22 tane ödül aldı. Bu ödüllerin 13 tanesi en iyi kısa film ödülü (3 ulusal, 10 uluslararası), 2 tanesi jüri özel ödülü, bir tanesi en iyi senaryo ödülü, dört tanesi en iyi erkek oyuncu ödülü, bir tanesi en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü ve bir tanesi de teknik destek ödülüdür. Halen seçildiğimiz ve henüz sonuçlanmamış yirmiye yakın festival daha var.
Avdel karakteri için neler söylersin, onu nasıl kurguladın? Çaresiz ama bir yandan da yılmayan ve derviş gibi bir adam…
Avdel karakteri aslında filmin trajik arka planının bir metaforu gibi… Onun sessizliği, çaresizliğinden ileri gelmektedir. Çünkü bir yandan içinde bulunduğu koşulların zorluklarına karşı koyarken, öbür yandan umutsuzluğunu da gizlemeye gerek duymayacak kadar acı deneyimleri olan biri. Başka bir deyişle o filmde sorduğu sorunun cevabını iliklerine kadar deneyimlemiş biri. Yani “ölümle yaşam arasında kaç karış olduğunu” bilecek kadar “uzun yaşamış” bir insan. Avdel ve yaşlı eşeği Bozo, hayatın acı tecrübelerini ve zorluklarını temsil ederken, Salih ve Suriye’den getirmeye çalıştığı genç eşeği de naifliği ve rasyonel olmayan umudu temsil ediyorlar.
Bir de Salih var… Kaderi çember çizip yine kendi içinde patlayan… Onun simgesini anlatır mısın bize?
Salih bir savaş kurbanı… Ama savaşın şiddetini algılamayacak kadar travma geçirdiği için, umudunu bir yük gibi taşıyan bir kurban. Salih karakterinin en belirleyici özelliği, insanların eşek figürüne yükledikleri bütün yan anlamları karşılayan bir naifliğe sahip olmasıdır. O, kimilerinin üçüncü dünya savaşı olarak nitelendirdiği bir savaşın yıkıcılığından kendisini ve sevdiklerini küçük insani çözümlerle koruyabileceğine inanacak kadar Don Quichotte.
Belgesellerinin konusunu daha çok hangi konulardan seçiyorsun? Yani belgesel için konu belirlemeyi nasıl yaparsın, önüne mi çıkar, yoksa sen araştırma yapıp belirler misin?
Benim çalıştığım veya yönetmenliğini yaptığım belgesellerin hepsinin ortak noktası, kimlik, ötekilik, kolektif hafıza ve kültür erozyonu temaları ile ilgili. Bu konularda yoğunlaşmış olmamın sebebi, elbette bu temaların, parçası olduğum toplumsal kesim açısından teşkil ettiği öncelikli önemden kaynaklanmaktadır. Ancak bunu elitist bir aydın sorumluluğu olarak adlandırmaktan ziyade, kendi hayatımda karşılaştığım ve aslında 40 yıllık bir ömür için biraz da fazla olduğunu düşündüğüm onca problemin bir çeşit dışavurumu gibi nitelendirmeyi yeğlerim.
Filmin sonunu açık bırakıyorsun? Buna birçok filmde tanıklık ediyoruz tabii ama senin vurgun nedir bu açık bırakma konusunda?
Öncelikle bu açık sonun, filmin başat karakterleri olan Avdel ve Salih’in temsil ettikleri rasyonalite ve duygusallık arasındaki zıtlıkla aynı anda uyuşabilen bir son olduğunu düşünüyorum. Bir de 17 dakikalık bu filmde, elimden geldiğince görünür kılmaya çalıştığım, insan olmaktan kaynaklı naifliklerimizi tekil ve salt politik bir mesaja indirgememek için böyle bir son tercih ettim. Ve son olarak seyircinin hayal gücünün filmin hikâyesinin etkin bir parçası olmasını istediğim için.
Bundan sonra sinema yolculuğun nasıl devam edecek? Neler var sırada?
Şu an yine naif diye nitelendirebileceğim iki farklı karakterin zor şartlarda ve zorunlu sebeplerden dolayı yollarının kesişmesini anlatan Aforoz adlı bir uzun metraj film projesi üzerinde çalışıyorum. Önümüzdeki Aralık ayında Kültür Bakanlığı’na yapım desteği için başvuracağım. Her şey yolunda giderse, 2022 Şubat’ında Van’ın Bahçesaray ilçesinde çekmeyi düşünüyorum.
Pandemi sürecini nasıl geçiriyorsun, bir yönetmen olarak sende nasıl bir iz bıraktı? Bıraktı mı ya da?
Aynı zamanda öğretim üyesi olarak çalıştığım için pandemi süresince uğraşmam gereken farklı alanlar da oldu. Her ne kadar psikolojik açıdan, herkes kadar ben de etkilenmiş olsam da, üretim ve yaratıcılık açısından bu süreci görece iyi geçirdiğimi söyleyebilirim. Zaman zaman olan bitenin apokaliptik bir şey olduğu hissine kapıldım ama bir yandan da pandeminin bu çağın insanının kendisi ile yüzleşmesi için fırsatlar sunduğunu da düşünüyorum.
Çevrimiçi festivaller konusunda neler düşünüyorsun, Ankara gayet organik bir biçimde yaptı gerçi festivali…
Festivaller pandemi gibi zorunlu sebeplerden dolayı çevirimiçi olmayı tercih ettiklerinde, bunu anlayışla karşılamak lazım. Ancak bunu herhangi bir sebepten dolayı kalıcı bir hale getirirlerse asıl tehlike o zaman başlar. Çünkü bu sinemanın sanatsal özgünlüklerinin ve kollektiviteye dayalı toplumsal vasıflarının gözden çıkarılması anlamına gelecektir. Başka bir deyişle, online festivallerin süreklileşmeleri sinema salonlarının sonunu da getirecek, sinemayı dijital platformların tek düze anlatı ve sığ estetik anlayışının ve buna bağlı olarak gelişen sanal tüketim kültürünün bir ürününe dönüştürecektir diye düşünüyorum. Ankara Film Festivali’nin yaptığı gibi, her şeye rağmen koşulları zorlayarak sinemayı ait olduğu sokak ve salonla yeniden buluşturmak lazım.
Son olarak neler söylersin?
İlginiz için çok teşekkür ediyorum.